Sondaj gölgesinde zirve mi?
Yirmi dört ay önce başlayan Akıncı-Anastasiades sürecinin birkaç önemli avantajı vardı:
Talat-Hristofias dönemi yakınlaşmaları ve Eroğlu-Anastasiades, 11 Şubat 2014 ortak açıklamasının yarattığı önemli hareket zemini; Türkiye AB ilişkilerinin sorunlu olsa da devam ediyor olması; BM Genel Sekreterinin konu ile ilgili kararlılığı; AB’nin dikkatli tavrı ve ilgisi; Obama yönetiminin konuya olan ilgisi; doğal gaz arama çalışmalarının sonuçta potansiyel bir kaynağa işaret etmekle birlikte henüz farklı alanlar için girişimde bulunulmamış olması; her iki liderin çözüme olan bağlılığı çerçevesinde, toplumlardaki yüksek çözüm beklentisi; her iki liderin de konuya hakim müzakere ekibinin varlığı…
devam edebilir…
Tutanakları dikkate alarak değerlendirecek olursak, iki yıl boyunca gerçekleşen müzakereler, bugüne kadar hem içerik hem de uluslararası ilgi bakımından belki de çözüme en çok yakınlaşılan süreç olarak bugünlere geldi.
Tüm başlıklar görüşüldü. Bir uluslararası konferans ve iki, üst düzey görüşme gerçekleşti.
Özellikle Kıbrıslı Türk lider, çözüme ulaşmak adına kararlı bir şekilde hamleler yaptı. Bir yandan kendi toplumunun hak ve çıkarlarını gözetti, bir diğer yandan “iki evet” çerçevesinde, Kıbrıslı Rumların da hassasiyetlerini dikkate aldı.
Kıbrıslı Rum liderin çözüm konusunda isteksiz olduğunu hiç kimse söyleyemez. Hatta daha da ileri giderek gerektiğinde, açıkça kendi müzakere heyetine karşı tavır da alarak çözüm yanlısı bir tavır sergilemekten ve Kıbrıslı Türk toplumunun farklı beklentilerini gözetmekten imtina etmedi. Çeşitli dönemlerde, siyaseten dengesiz diyebileceğimiz bazı tavırlarını görmedik değil. Ancak bu zorlu süreçte, bunların da olabileceğini düşünmek aşırı saflık sayılmamalı.
BM parametreleri açıktır. 11 Şubat 2014 açıklaması da. Dolayısıyla her iki taraf da çözüm ile ilgili argümanlarını bu iki unsura sığdırarak hareket etmeye çalıştı diyebiliriz. Yöntemsel zorluk çıkarmalar veya farklılıkları bir yana bırakacak olursak, bugün BM herhangi bir tarafın çözüm istemediğini, çalışmadığını, masadan kaçtığını veya 11 Şubat ve BM parametrelerinin dışına çıktığını belirtebilir mi ? Hayır.
Federasyon özel bir siyasi rejimdir. Ortak yaşamı öne çıkaran ve karşılıklı tahakkümü reddeden bir yapıdır. Toplum düzeyinde veya kurucu yapılar bağlamında farklı güç unsurları kullanarak tahakküm kurma düşüncesi, federasyonun özünü sarsan bir yaklaşım olur. Tüm tarafları ve destekçileri ile federasyonu savunmak demek demokrasiyi gerçek anlamda hazmetmiş toplumların bir araya gelmesi demektir. Federasyon, demokrasi dışı bir aklı reddeder. Bu konu çok önemlidir.
Siyasi, etik yaklaşım ve sorumluluk açısından bu konu çok önemlidir. Ortak yaşam ancak sorumluluk ve etik duyarlılık üzerinden şekillendirilebilir… Başka türlü ne adalet ne eşitlik ne de diğer konuları tartışabiliriz.
Güven artırıcı önlem olarak, hiçbir düzeyde adım atılmadığı, dönem içerisinde yaşanan sorunların gerçekten dikkatsiz ve acemice halkla ilişkiler yöntemleri ile toplumları olumsuz etkilediği, Kıbrıslı Rum toplumunun -beğensek de beğenmesek de- Başkanlık seçimlerine kilitlendiği bir dönemde 2. Cenevre zorlaması sağlıklı bir sonuç getirir mi?
13 Temmuz’da “Kıbrıs Cumhuriyeti” münhasır ekonomik bölgesindeki 6. parsel için ruhsatlandırılmış uluslararası şirketin sondaj çalışmasına başlayacağı gerçeğinden hareketle, aynı parsel için hak iddiası olan Türkiye devletinin müdahale edeceği bilgisinden hareketle iki ayağımız bir pabuca sokulmaya çalışılıyor.
Oysa ki, eğer mesele bugüne dek elde edilen ortak kazanımları sonuçlandırmak ise, tüm tarafların akıl yoluyla hem sondajı durdurması hem de Türkiye’nin müdahalesinin gündemden kalkması gerekir. Bu noktada, esas sorumluluk Anastasiades’e aittir.
Sondaj gerilimi altında bir Cenevre konferansının ne kazandıracağından emin değilim. Hatta, statükocuların, adayı bölmek isteyenlerin eline bu olumsuz psikolojik ortamda ciddi bir koz veriliyor endişesi içerisindeyim.
Kısmen zaman kazanmak, hem güven artırıcı önlemlerle hem de süreci toplumsallaştırıp güveni yeniden tesis ederek yol almak çok mu zor?
Kıbrıslı Türkler olarak AB ile daha yakın ilişki kurma adına yeni bir strateji geliştirmek de bu süre için kullanılabilinir ?
Yani “ara anlaşma”, “Güven artırıcı önlemler”, “AB ile yeniden ilişki kurmak ve tüzükleri canlandırmak”…ardından son adım neden mümkün değil ?
Eğer yazdıklarımda kimilerine göre bir mantık hatası varsa, çözüm güçlerinin riski azaltarak, güveni artırarak bizi çözüme taşıyacak stratejilerini bilmek isteriz…