“Sormadığımız soruların bedelini ödemek…”
George Kumullis
Kıbrıslıtürkler’in psikolojisini görmezden gelmemiz, büyük olasılıkla Kıbrıs sorununun kökeninde yatan şeydir. Bu görmezden gelme eğitimimizden kaynaklanır – en azından geçmişte bilgi ve muhakemeyi paralize edecek biçimde şekillendirilmişti. Metaksas, Papadopulos ve Yuannides’in faşist diktatörlüklerini göklere çıkarırken, Kıbrıslıtürkler’e karşı önyargıları ve düşmanlığı da besliyordu geçmişteki bu eğitim sistemi…
Bizler Enosis için mücadeleye başlamadan önce, Kıbrıslıtürkler sık sık bu sürece yönelik korkularını ve isyanlarını ifade etmekteydi. Kıbrıslıtürkler’in tüm mitinglerinde “Ya Taksim, Ya Ölüm” sloganı vardı.
Durup dururken neden aniden taksime yönelik bu tutkularının altında yatan nedeni öğrenme zahmetine girdik mi? Enosis’ten neden korktuklarını derinlemesine inceleme zahmetine girdik mi? Girit, Yunanistan’la birleştiği zaman burada yaşanmış olan etnik temizlemenin (korkularının ana kaynağı buydu) eğer Enosis gerçekleştirilirse Kıbrıs’ta bunun olmayacağı hakkında yurttaşlarımıza güvence verme zahmetine girdik mi? Tüm bu soruların cevabı kesin bir “Hayır”dır ve bu saldırganlık ve umarsızlık, Kıbrıslıtürkler’i Türkiye’nin kollarına doğru itti.
1955 yılında alınan silahlı mücadele kararı, nüfusun neredeyse yüzde 20’sini oluşturan Kıbrıslıtürkler’den gizli olarak alınmıştı. Oysa Kıbrıslıtürk aydınlar Enosis’in “maksimalist” bir hedef olduğunu, Türkiye’nin Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesine hiçbir zaman evet demeyeceği konusunda bizi ikna edebilirdi. Hatta bu hedefi kovalarsak – ki bu nihayette 15 Temmuz 1974’te uygulanmıştı – felakete yol açacağı konusunda peygamberimsi bir tarzda bizleri uyarabilirlerdi.
Dikenli garantiler konusunda da tıpkı 1955’te silahlı mücadele yönündeki parlak fikrimizle yaptığımız aynı hatayı yapacak gibi görünüyoruz.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, Meclis başkanı ve parti liderleri kusursuz incelemelere dayanarak bizleri modern bir devletin neden garantilere ihtiyacı olmadığına ikna etmeye çalışıyorlar. Eğer bu analizler bir üniversite inceleme kuruluna sunulsaydı ve bu kurul siyaset bilimleri uzmanları ve profesörlerden, kısacası akademisyenlerden – hatta Türk akademisyenlerden de – oluşmuş olsaydı, o zaman tam not alabilirdi.
Ancak bu etkileyici not bile Kıbrıslıtürkler için tümüyle anlamsız olurdu çünkü böylesi bir inceleme onların psikolojisini dikkate almamış olurdu…
Kıbrıslıtürkler’i endişelendiren şey Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünden çok kendi fiziksel güvenlikleridir… 1963 ile 1974 yılları arasında yaşanmış olan olayların farkında olanlar, Kıbrıslıtürkler’in korkusunu tümüyle anlayabilirler.
İrlandalı ünlü devlet adamı Edmund Burke’un dediği gibi “İnsan aklını sağduyulu davranmak ve harekete geçmekten etkili biçimde alıkoyan en önemli duygu korkudur…” O nedenle garantiler konusunda görüşlerin otomatik biçimde yakınlaşmasını beklememeliyiz. Bizler Türkiye’nin Demokles kılıcı altında yaşamak istemeyişimizde ne kadar haklıysak, Kıbrıslıtürkler de kendi güvenliklerini güvence altına alacak bir tür garantilerde aramakta o kadar haklıdırlar.
1963-74 döneminin trajik olayları pek çok Kıbrıslıtürk’ün hatırasında silinmez izler bıraktı – bazıları canlarını kurtarabilmek için evlerini terk etmek zorunda bırakıldılar ve bizim “savaşçılar” da işi zevkle karıştırıp bu evleri soydular. Örneğin Matyat gibi başka bazı köylerde evler soyulmakla kalmadı, ondan sonra yakıldı da. Başka Kıbrıslıtürkler’in akrabaları veya arkadaşları öldürülmüştü (şimdi bunun ayrıntısına girmeyeceğim) ve güneyde bu katillerin serbestçe dolaştıklarını da biliyorlar.
O nedenle acı çekmiş olanların psikolojisine anlayış göstermemiz gerekir, nasıl ki onların da Türk işgali ardından yaşadıklarımız nedeniyle korkularımıza anlayış göstermeleri gerekir.
Sonuçta önemli bir nokta vardır. Bu labirentten nasıl kurtulabiliriz? Kıbrıslıtürkler’in Avrupa Birliği ya da Birleşmiş Milletler’in kendilerine garanti vermelerine güvenmediğini dikkate alarak (bu nokta müzakereci Özdil Nami tarafından açıkça belirtilmiştir) bu konuda garantilerin belli bir zaman dilimi için geçerli olması (örneğin 20 veya 30 yıl için) ve ondan sonra yavaşça ortadan kalkması bir çözüm olabilir.
Böylesi bir çözümden beklenti, iki federal devletin barışçıl birlikteliklerin Türk garantilerinin uygulanmasını gerektirmeyecek, dolayısıyla gereksiz hale getirecek bir birliktelik olmasıdır. Buna ek olarak Türkiye’nin o zamana kadar AB’nin tam üyesi olma olasılığı ve insan haklarına tümüyle saygı göstermesidir – böylece iki toplum arasındaki güven o kadar güçlenecektir ki garantiler anlaşması ölü bir anlaşmaya dönüşecektir.
Ölü anlaşmalar pek çok ülkenin anayasalarında hala yer buluyor. Örneğin İngilizler kraliçelerinin elinde süper güçler bulunmasından hiç kaygı duymazlar. Britanya anayasasına harfiyen bakacak olursak monarşi, parlamentoyu ve siyasi partileri feshetme, başbakanı atma ve bir diktatörlük kurma yetkisine sahiptir. Ancak pratikte kraliçe hiç istisnasız başbakanın arzuları doğrultusunda hareket eder ve işte bu nedenle Britanyalılar hiçbir zaman kendi insan hakları için herhangi bir kaygı duymazlar.
(CYPRUS MAIL - GEORGE KUMULLİS – 28 HAZİRAN 2015 – Türkçesi: Sevgül ULUDAĞ.)