1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. Sorular…Sorunlar…Çözümler..!
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

Sorular…Sorunlar…Çözümler..!

A+A-

“Ne yapacağımı ve ne yapmayacağımı anlatayım sana. İster evim, ister yurdum, ister kilisem olsun, inanmadığım şeye hizmet etmeyeceğim: ve kendimi olabildiği kadar özgürce ve olabildiği kadar bütünlükle dile getireceğim bir hayat ya da sanat tarzı bulmaya çalışacağım, kendimi savunmak için de kullanmasını bildiğim silahları kullanacağım: sessizlik, sürgün ve kurnazlık...”

“Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” kitabından. Stephan Dedalus’un söyledikleri..

James Joyce

Sorular:

- ‘Ben’ değil ‘biz’  tanımlaması/önermesi, ‘ben’in ‘biz’ içinde kaybolması/yok olması olarak mı; yoksa ‘ben’in ‘biz’i, ‘biz’in ‘ben’i gözetecek şekilde birlikte varolmaları olarak mı anlaşılmalıdır?

-Varoluşumuzun eksikliğini giderme çabasında kendimize ne kadar yetebiliriz; ötekine ihtiyaç duymamız bir zorunluluk değil mi?

-Birey olabilmek çabası bir erdem mi; yanılsama mı; cesaret mi; yoksa iflah olmaz bir zayıflık ve de bencillik mi?

-Kolektif kimliğin kalın zırhı mı örtüyor yoksa günahlarımızı, çaresizliklerimizi, zavallılıklarımızı ve yetersizliklerimizi? Kolektif kimliğin parçası olmak kendinden vazgeçmeyi zorunlu kılar mı? Kendi cesaretimiz ayağa kaldıramaz mı umudumuzu,  düşlerimizi ve hayallerimizi? Bireysel olandan kolektif olana, kolektif olandan bireysel olana giden ve bir yerde kesişen yol var mı? Bir tek kolektif akıl mı aydınlatabilir önümüzü? Eğer öyleyse o akıl içinde bireyin aklı nerededir ve ne kadardır? Kolektif akıl bireysel aklı yutar mı, yoksa bu iki akıl birbirini besleyerek kendilerinden fazla olabilirler mi; hangi akıl çıkaracaktır insanlığı aydınlığa?

-Sürünün kör ışığında kaybolmanın rahatlığı mı; yoksa karanlıkta tek başına yürürken, uzak bilge yıldızların loş ışıkları altında sürdürülen kahırlı yolculuklarda sessizce kendini çoğalmak mı?  Üzerine çullanılan beden mi çeker büyük acıyı; yoksa azgın bir ırmağa düşen yasak hayallerini arayan bilinç mi?

-Yanıtları, suya düşen kan lekeleri kadar belirgin sorular mı anlam ve değer katacaktır ömrümüze; yoksa her seferinde bilincimizi kırbaçlayarak acıtan ve inançlarımızı sorgulayarak bizi zorlayacak olanlar mı..?

-Eşitlik mi, özgürlük mü; hem eşitlik hem özgürlük mü; hem daha çok eşitlik, hem daha çok özgürlük mü?

-Kendini, yaşam biçimini değiştirmeden dünyayı değiştirmek mümkün mü?

Sorular…sorular….sorular...!

Soruların Öncesi:

Çoğaltmak mümkün ancak oraya gelene kadar bir an için insanlık tarihinin başlangıcını teşkil eden uzak geçmişe uzanalım. Hatırlayalım: Önce ‘ses’ vardı; sonra ‘söz’ oldu. Söz insanı diğer canlı türlerinden ayıran belirgin bir farklılık olarak öne çıkarken, aynı anda soyunun diğer üyeleriyle iletişimi sağladı. Sonra söz çoğaldı dile dönüştü, dil ile birlikte iletişimin niteliği de değişti. Dil sadece bir iletişim aracı olmaktan çıktı, anlatmanın aracı halini de aldı. Derken sıra yazıya geldi, yazı ile sözün uçuculuğu son buldu; dilin büyüsü de gücü de arttı. Sözü kalıcılaştıran yazı oldu. Yazı kitaba dönüştü. Dahası söz yazıya dönüştüğü oranda dil bir anlaşma, anlatma aracı olmaklığına ilave anlamanın ve anlamlandırmanın, düşünmenin ve düşüncenin de aracısı ve de taşıyıcısı oldu. Hakikatle, gerçeklikle ilişki dil üzerinden kurulur, dille anlam kazanır oldu. İnsan hem kendisi olarak hem de kendisinden daha çok özgürleşmeye, özneleşen bir varlık halini almaya başladı. Dil keza bilgilenmenin, öğrenmenin sürekliliğini sağlandı. Felsefe doğdu, ardından diğer bilimler geldi. Tarih oldu, ideoloji oldu, kültür oldu, sanat ve edebiyat oldu. Süreç içinde diller de çoğaldı. Dile dönüşmüş söz/yazı yalnızca yeni bilgilerin değil gelişmiş ve genişlemiş bilince ulaşmanın da yolunu açtı.

İnsanlık tarihi, medeniyet tarihi diyebileceğimiz çok katmanlı bu serüvende sorular her zaman itici güç olarak etkin rol aldı. Bu arada çoğalan dillerin ayrı ayrı coğrafyaları oldu, her dil kendi coğrafyasına, o coğrafyaya dâhil insan topluluklarının birlikteliklerini pekiştirecek anlamlar kattı. Aynı anda dilin evrensel karakteri giderek ulusal karakterle yer değiştirmeye başladı. Bu sözün, yazının yani bir bütün olarak dilin anlatmaya, anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik, sorgulayan, soru soran, özgürleştirici, sınır aşan gücünün,  dar alanlara sıkışması, otoriterleşmesi suretiyle giderek çatışma unsuru haline gelmesine de neden oldu. Daha net bir ifadeyle insanlık tarihinde özellikle uluslaşma sürecinde söz ve yazı, ulusu ve de uluslaşmayı merkeze alan teleolojik bir mahiyet kazandı. Soruların sorgulayıcı gücünün sınırlanması pahasına ulusun biricikliği, üstünlüğü söz ve yazıda büyük oranda ifadesini buldu ve ulusun kendisiyle sınırlandı. Bu içe kapanma, dilin aşırı ideolojikleşme hali dışarda kalanı ötekileştirdi, kimileyin düşman kıldı, sürekli çatışmalardan beslendi ve insanlık bu yolda çok ağır bedeller ödedi. Dahası her dilin dışarda ötekini hedef göstererek tetiklediği uluslararası çatışmalar, içerde de sınıfsal ayrışmayı derinleştirdi, sınıflar arası çatışmaların aracı halini aldı. O kadar ki ‘sözün bittiği, dilin tıkandığı’ (gündelik ilişkilerimizde de karşılık bulan) zamanlar geldi çattı.

Bu ağır kriz dönemleri (insanlık tarihinde böyle dönemler hep vardır ve şüphesiz bu sadece dilin kendisiyle sınırlı değil arkasında en başta ekonomik nedenler olan çoklu faktörleri içkin krizlerdir) cari sözün/dilin tükendiği/tıkandığı dönemlerdir de aynı zamanda ve bu bağlamda yeni şeyler söylenmesini (yeni bir dil) ve yeni şeyler yapılmasını (yeni eylem biçimlerini) zorunlu kılamaktadır. Nitekim insanlık tarihinde böylesi süreçler yaşanmıştır, saatleri sıfırlayan (bu amacı güden) ve de yeni başlangıçları işaret eden, nihayete ermiş ya da akamete uğramış devrimler (Devrimler ve ideolojiler Çağı) bu dönemlerde gerçekleşmiştir. İnişli çıkışlı devam edegelen bu tarihsel süreç 20.yüzyılın sonuna gelindiğinde, bileşenleri çok fazla, yeni bir krizi açığa çıkaracaktır ve o gün bugündür küresel ölçekte daha bir yaygınlık ve derinlik kazanan da işte bu krizdir. Bu aynı zamanda cari sözün/dilin büyük oranda işlevsiz kaldığı, yere düştüğü zamandır ve bugünü anlamak, anlamlandırmak, her alanda seçenekler üretmek adına sözün/dilin yeniden ayağa kalkmasını zorunlu kılmaktadır. Bu eş zamanlı olarak sorgulamanın ve özgürleşmenin itici gücü soruların yeniden gündeme gelmesi de demektir. Şimdi artık ezberlerin bozulması, dogmatik kalıpların yıkılması, bu bağlamada yeni ilişiklerin inşası, yeni özneleşme süreçlerinin yaşanması söz konusu olmaktadır/olacaktır. Küresel ölçekte söz konusu olan böylesi dinamik bir süreçtir ve nihai hedefi “eşitlik ve özgürlük” ve buna denk düşen yaşam biçimi/zihniyet olması gereken -bunları gözetmeyen hiçbir yaklaşımın sürdürülebilir çözüm üretmesi mümkün değildir- bu kritik eşik henüz geçilmiş değildir.

Acil Sorun, Acil Soru, Acil Çözüm:

Uluslararası sistem içinde yer bulamayan, siyasi çözümsüzlük ve onun ağır sonuçlarına ilave, şimdilerde küresel krizin yansımaları yanında siyasal iktidarın beceriksizliğiyle daha da bir alevlenen ekonomik krizin bunalttığı KKTC’de, geniş kitlelerin gösterdiği reaksiyon de işte böylesi kritik bir eşiği işaret etmektedir. “Toplumsal Yok Oluşa ve Yoksulluğa Hayır” mitingiyle başlayan ve elan çeşitli eylem biçimleriyle gelişen bu dinamik süreç nereye kadar gider; acil sorunlara (ki öncelik en alttakilerin, yani asgari ücretlinin ve o sınırlarda gezinen, güvenceden yoksun toplumsal kesimlerin yaşam koşullarını rahatlatmaktır) yönelik üretilecek sorular ve çözüm önerileri ne olur, bunlar ne kadar karşılık bulur ve gerçekleşir onu zaman gösterecek. Bununla ilgili düzenlemeler/önermeler ve sistem değişikliğinin gerekliliği bir yana, sürecin sonuç alabilmesi bakımından yukardan aşağıya bireysel/toplumsal bir maliyetin olacağı da aşikârdır ve bu da çok somut olarak “yaşam biçimlerinin değişme” zorunluluğudur. Daha net bir ifadeyle her türlü aşırılıkla seyreden yaşam biçimleri değişmedikçe, daha mütevazı sınırlara çekilmedikçe, tek başına sistem değiştirmek mümkün değildir.

Buradan bakınca toplumsal başkaldırının sahiciliği, inandırıcılığı ve samimiyeti de sloganların keskinliğinde, öfkenin şiddetinde değil; sistemin değişimini zorlarken, aynı anda yaşam biçimlerinin değişimin benimsenmesinden ve bu yolda somut adımlar atılmasından geçecektir.  

Not: Yazar, yurt dışında olacağından cumartesi yazılarına bir süre ara verecektir.

   

 

 

 

Bu yazı toplam 3056 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar