Sosyal Sigortalar ve Dayatmaya Dayanmamak
Ferdi Sabit Soyer: Sosyal Sigortalar Değişiklik Yasa Tasarısı’nın tartışmaya taşınma süreci ve tartışılması, siyasi yapımız ve düşünce sistemimizle ilgili önemli bir süreçtir.
Ferdi Sabit Soyer
Sosyal Sigortalar Değişiklik Yasa Tasarısı’nın tartışmaya taşınma süreci ve tartışılması, siyasi yapımız ve düşünce sistemimizle ilgili önemli bir süreçtir. Hükümet olanın bir toplumsal sorunun aşılması veya düzenlenmesinde takip ettiği yol, metot ve bunları belirleyen siyasi düşünsel tavrı, o ülkedeki politik duruşu yansıtan önemli bir etkendir. Ancak en genel anlamı ile toplumsal bir sorunun aşılması veya düzenlenmesi sürecinde hükmedene karşı “muhalefet” edenin veya diğer bileşenlerin tavrı da son derece önemlidir. Sözü edilen bu iki önemli gerçek(lik), bir ülkedeki siyasi ve düşünsel yapıya dönük çok önemli göstergelerdir. Üzülerek ifade edeyim ki, Sosyal Sigortalarla ilgili gündeme gelen Yasa değişikliğini tartışma sürecinde, bu ülkede Hükümet ve genel anlamı ile Muhalefet edenlerin ülke sorunlarına dönük, çözümü kolaylaştırıcı ve etken olma hal(ler)i pek gözlenememiştir. Sağ ve sol olarak, emek ve iş çevreleri olarak, düşünsel anlamda edilgenlik gün ışığına çıkmıştır. Bolca bağırma ve öfkeli tartışmaya karşın, edilgenlik açık bir gerçek olarak sırıtmıştır. Bunu açıklamak ve anlatmak gerekiyor. Ancak öncelikle bu meselenin tarihçesine bakmakta fayda var...
Tarihçe
Ülkemizin sosyal güvenlik alanındaki en önemli kurumlarından biri Sosyal Sigortalardır. Ancak bu kurum, 1976’da kurulurken taşıdığı hedefin dışına çıkarılmıştır. Çünkü Sosyal Sigortalar kurulurken, yalnız özel kesimde çalışan işçi ve işverenleri veya kendi nam ve hesabına çalışan esnaf ile üreticiyi değil, aynı zamanda tüm kamu görevlilerini de kapsayan tek sosyal güvenlik kurumu olarak kurulmuştu. Fakat dönemin hakim siyasi yapısı ve 1974’e kadar gelinen süreçte (“devletin” kuruluş sürecinde), siyasi ve ekonomik hareketin sürükleyicisinin karakteri, olaya damgasını vurdu. Bu sürecin öncüleri, ağırlıkla kamu görevleri ve öğretmenlerdi. Ayrıca Mücahitlik görevinin üst düzey yetkilileri olan asker bürokratlar da devletin sürükleyicisi olmuşlardır. 1975’te KTFD kurulurken ve sonrasında çıkan yasaların toplamında, bu kuruluşun “asli” unsuru, kendini ayrıcalıklı bir konumda gördü. 1976’da Sosyal Sigortalar, tek sosyal güvenlik kurumu olarak kurulurken, kısa bir süre sonra yine 1976 itibarı ile başlayan tartışmalar sürecinde kamu görevlilerine ve öğretmenlere ayrı Emeklilik Yasaları çıkarıldı. Bu şekli ile tek sosyal güvenlik anlayışı ortadan kaldırıldı. Emeklilik ve sosyal güvenlikte iki ana düzenleme oluşturuldu. Bu ana felsefeye bağlı olarak, yine dönemin “Mücahitlik” olgusunun asli tarafları arasında olan ve başka bazı kurumlarda çalışanlar da, kendi özel yasaları ile sosyal güvenliğe tabi kılındı. Bunlardan biri Belediyeler olurken, diğeri örneğin Elektrik Kurumu olmuştur. Buralarda yapılan düzenleme ile ana hatları ile memur ve teknisyenler devlet memurlarının Emeklilik Yasası kurallarına bağlandı; ancak işçiler için Sosyal Sigorta kuralları temel alındı. En genel anlamı ile memur, öğretmen, işçi, üretici, esnaf ve diğer emekçilerin demokratik birlikteliği, sosyal güvenlik kapsamında bozuldu. Kısacası TMT ve Mücahitlik döneminin öncüleri, kendilerini Kemalist olarak tanıtırken, Kemalizm’in vurgusu olan “sınıfsız ve imtiyazsız bir zümreyiz” şiarını, her yerde olduğu gibi yalnızca duvarda asılı bir slogana dönüştürdüler. Ciddi anlamda zümreler arası fark yaratıldı.
1974’ten sonra “milli görev olarak” tanımlanan Mücahitlik görevi maddi değerlerin bir ölçüsü kılınmıştır. Daha açık bir ifadeyle, zümresel imtiyazın oluşmasına zemin sağlamak için manevi değerler, maddesel değerlere dönüştürülmüştür. Kamuda çalışanların mücahitlik yılları iki ile çarpılıp hesaplanmış ve çalışma süresinin üzerine eklenerek erken emekliliğe çıkma, daha fazla maaş ve ikramiye alma gibi durumlar yaratılmıştır. Ancak Sosyal Sigorta kapsamında olan işçi ve kendi nam ve hesabına çalışan emekçilerin ise aynı dönemde yaptıkları mücahitlik hizmeti (yani aynı “milli dava”da yer alanlara) çarp bir olarak düzenlenmiştir.
İş bununla da kalmamıştır… Örneğin, Sosyal Sigortalara tabi bir çalışanın maaşından %8 kesinti yapılırken, işverene de %8 yatırım yapma kuralı konmuştur. Bu durum, sosyal güvenliğin önemli bir ayağıdır; ancak 1980’li yılların ortalarına kadar kamu görevlilerinin maaşlarından -emeklilik veya sosyal sigortalar için- hiçbir kesinti yapılmamış, emeklilik ve sosyal güvenliğin diğer unsurları, Genel Bütçe’den karşılanmıştır. Günümüzde de halen sosyal sigortalıdan %8, işverenden %8, kendi nam ve hesabına çalışandan %16 kesinti yapılırken kamu görevlilerinin emeklilik kesintisi %4 dolayındadır. Ayrıca, 1976 itibarı ile kamu görevlilerinin emekliye ayrılmalarına ilişkin zorunlu çalışma süresi gibi bir uygulama yoktu. Örneğin 5 yıl kamu görevinde çalışan biri, eğer 10 yıl da Mücahitlik yapmışsa (Mücahitlik süresi çarp iki ve 5 yıl ekle) 25 yıl üzerinden emekli olabilmiştir. Böylelikle kimisi 30 yaşında, kimisi 35 yaşında pek çok insan uzun emeklilik hizmet yılı ile yüksek emekli maaşı almaya hak kazanmıştır. Bir emeklilik fonuna katkı yapmadan emekliye çıkan/çıkarılan bu insanlar, hali ile bütçe gelirlerinden çok uzun yıllar emekli olarak yararlanmışlardır ve yararlanmaya devam edeceklerdir. Bu süre daha sonra 10 yıla ve sonrasında da 15 yıla çıkarılmıştır; günümüzde ise 25 yıldır ve 55 yaş olarak düzenlenmiştir.
Sosyal Sigortalar Yasası çıktıktan sonra da emeklilik yaşının 60 olması nedeniyle toplumda tartışmalar başlamıştır. Bu kez de, Mücahitlik hizmetinin “proleterlerine” yapılan bu haksız durumu telafi etmek için, Sosyal Sigortalılara 50 yaşında emekliye çıkma ve eğer devlette çalışıyorsa hem emekliye çıkma hem de işe devam etme imkanı sunulmuştur. Böylece statüko, kendi toplumsal tabanını güçlendirme siyasetini devam ettirmeye çalışmıştır. Ancak bu aşamada güncel bir tartışmaya değinmek gerekir. Sosyal Sigortalılara 50 yaşında emekli olma imkanı sağlanırken prim oranları %8’e çıkarılmıştır.
Tüm bu düzenlemelerle Mücahitlik görevinin esas unsurları yani “devletin asli kurucu zümresi” önemli bir ayrıcalık elde etmiştir. O süreçte toplumsal muhalefetin konumu bu durumu değiştirmeye müsait değildi. Gerçekten, günümüzdeki pek çok demokratik değerin ilk kazmaları, 1975’ten sonra oluşan KTFD Kurucu Meclisi’nde vurulmuştu ve bu kişiler ağırlıkla öğretmen, memur, mühendis ve benzeri aydın emekçi kitlelerdi. Sendikal alanda etken olan kuruluşlar ise, kamu sendikalarıydı. İşte bu nedenle, hem hükmedenlerin hem de muhalif olanların katkısı ile bu yapı oluşmuştu. Daha sonraları toplumsal muhalefetin ortak bir söylemi oluştu: Tek Tip Sosyal Güvenlik. Yani kamu görevlilerinin ve tüm çalışanların işçi, köylü, esnaf ve işverenin tabi olacağı Tek Tip Bir Sosyal Güvenlik… Ancak, bu konudaki söylem herkese ait olsa da, ne zaman ki CTP, 2007’de tüm emekçilerin ve kamu çalışanlarının, “Sosyal Güvenlik Yasası”na tabi tutulması için yasa yapmayı gündemine aldı, işte o zaman işin en garip tarafı gün yüzüne çıktı. Bu “ayrıcalıklı” konuma itirazı olması gereken kesimler dahi, statükonun savunucuları ile birlikte bu duruma karşı çıktı. Burada etken olan davranış biçimi devletin temelini oluşturan “asli” unsurun ayrıcalığının tartışılması idi. Kim ne kadar sağ veya sol sözlerle bu duruma süs katmaya çalışsa da özdeki bu noktayı silemez. Örneğin kamu görevinden emekli olan biri ile Sosyal Sigorta’ya 25 yıl prim yatıran ve emekliye çıkan birinin alacağı emekli maaşının hesaplanmasında adalet yoktu. Kamu görevinden emekli çıkan biri, emekliye çıkacağı konumdaki maaşının %50’sini (ki bu günümüzde %54’tür) alırken, Sosyal Sigortalardan emekli olan biri ise, önceleri maaşının %30’unu alırdı. CTP kendisine bir hedef koydu. Aynı prim esası ve süresi temelinde emekli olacak olan Sosyal Sigortalılar ile kamu görevlilerinin emeklilik maaşları arasındaki bu müthiş ayrıcalık giderilmeliydi… Bu konuda CTP ciddi adımlar atmasına karşın, sendikalar, iş çevreleri ve aydınlar arasında bu durum maalesef hiçbir zaman hatırlanmamıştır. Nitekim ilk adım, 1994-1996 yıllarını kapsayan DP ile oluşturulan Koalisyon Hükümetleri’nin, küçük ortağı olduğumuz dönemde atıldı. Özkan Murat ve Ömer Kalyoncu arkadaşların Çalışma Bakanı, Onur Borman ve Salih Coşar’ın Maliye Bakanı olduğu iki yıllık kısa ama çok çalkantılı Hükümet Dönemi’nde bu oran %38’e çıkarıldı. Daha sonra, 2004- 2008 döneminde ise (CTPBG’nin büyük ortak olduğu hükümet dönemlerinde) Sonay Adem’in Çalışma Bakanı ve Ahmet Uzun’un Maliye Bakanı olduğu dönemde; bu oran, %42’ye çıkarıldı. Evet, her şeye rağmen CTP, bu hedefe ulaşmak için ciddi adımlar attı. Ne onun öncesinde, ne de sonrasında, bu adımlar ilerletildi. Bu hedefe kilitlenmeye devam edilmelidir!
2007’de yasalaşarak çıkan ve 1 Ocak 2008 tarihinden sonra herhangi bir şekilde çalışmaya başlayan herkese (tüm kamu görevlileri, işçiler, üretici, esnaf ve iş çevrelerini kapsayan, yani çalışma yaşamında yer alan bütün paydaşlara) uygulanan Sosyal Güvenlik Yasası ile tek bir oran belirlenmiştir. Artık herkes kamu görevlilerinin düzeyinde olacaktır. Yani, emeğin demokratik birlikteliği yolunda bu önemli bir düzenlemedir. Ayrıca, kuruluşundan itibaren, Sosyal Sigortalara değişik basamaklardan prim yatıran birçok insan kesinti farkına karşın aynı maaşı alıyordu. Yani eşitlik, “yoksullukla” şekillendiriliyordu. CTP, bu basamakların da arasını düzenledi ve açılımını verdi. Yer darlığı nedeni ile bu konuyu açamıyorum ama meraklısı Sonay Adem’ın Çalışma Bakanlığı yaptığı dönemde basamaklar arası açılımın nasıl olduğunu inceleyebilir.
Acizlik Diz Boyu
İşte yukarıda belirtilen tarihsel süreçten geçip günümüze geldiğimizde UBP, maalesef, ciddi sorunları olan ve bizim sorunumuz olan Sosyal Sigortalara dönük açılım üretme konusunda acizlik içine girdi. Evet, Sosyal Sigortalarda sorun var. Ancak UBP bu sorunu ele alıp, bunun nasıl aşılacağına dair düşünce üretimi içine gireceğine tam bir aymazlık örneği gösterdi. Neden mi? Çünkü 19 Nisan 2009’da gerçekleşen seçimlerde UBP, halka sunduğu seçim bildirgesinde, sosyal sigorta prim oranlarını düşüreceğini ve yabancı iş gücünü de sosyal güvenlik kapsamı dışına çıkaracağını vaat etmişti. Haliyle bu vaatle seçim kazanan bir parti olarak da, kendi eliyle sigorta primi yatırmamayı teşvik etmiş oldu. Beklentiyi bu yöne döndürdü. Böylelikle hem kayıt dışılık hem de kaçak işçi olgusunu teşvik etti. Zaten kuruluşundan itibaren 25 yıllık sigorta primi yatırmadan, Kıbrıs sorunu nedeni ile 1974 öncesi ortak sigortalara yatırım yapan, ancak yaşı 1980’li yıllarda emekliye çıkmaya yaklaşan emekçilere, sosyal politika gereği emekli maaşı vermek durumunda kalmıştı. Ayrıca, popülist politikaları gereği her seçim öncesi getirdiği avanta dağıtımı yüzünden, belli bir miktar para yatırana, emekli çıkma hakkını tanınması (siyasi rüşvet olguları) gerekli primi yatırmadan emekliye çıkanların sayısını artırmıştı. Diğer yandan, Sosyal Sigortalarda çalışan kamu görevlileri ile işçilerin ödenmesini de Devlet Bütçesi’nden alıp Sosyal Sigortalar Bütçesine aktaran UBP sayesinde, Sosyal Sigortaların yükü daha da arttı. Çalışma yaşamında kaçak işçiliği ve kayıt dışılığı körükleyen bir politikanın takip edilmesiyle de Sosyal Sigortaların gelirleri, çalışma yaşamındaki gelişmeye karşın aynı oranda artmadı, artamadı. Böylece, Sosyal Sigortalarda ciddi bir mali sıkıntı yaşanmaya başladı.
Sosyal Sigortalara düzenli yatırılması öngörülen miktarın Devlet tarafından yatırılmaması, bunun yerine her ay emekli maaşları ödenirken doğan açığın Devlet tarafından yatırılması uygulaması ve bir UBP klasiği olan gelecekte “mahsuplaşma olur” anlayışı yüzünden kurumun mali disiplininin yerine oturması mümkün olmadı. Devlet Bütçesi eksileni Türkiye’den alır, sigortalar da eksileni Devlet Bütçesi’nden alır anlayışı ile gelir-gider dengesi ve mali disiplin sağlanamadı. Bu durum ise, sorunların zamanında görülüp düzenlenmesi şansını kaybettirdi. Üstelik de Sosyal Sigortalar hep emekli maaşı ödeyebilme noktasına kilitlendiği için, Yasa’da öngörülen sağlık ve diğer sosyal güvenlik olgularının düzenli yerine getirilmesi güçleşti.
Bu konu çok önemlidir; çünkü CTPBG’nin büyük ortak olduğu dönemde, görevi aldıktan sonra, aktif-pasif dengesi bire-bir düzeyinde olan sigortalarda, bu oran bire-üçe yükseltildi. Ancak buna karşın (ki bu evrensel bir normdu) sigortaların açığı vardı. Üstelik esas sigortalıların emekliye çıkmaları artık aratacaktı ki bu günümüzde aratarak gerçekleşiyor. Sözü edilen kişiler, 25 yıl yatırım yapan ve yaşı 50’ye gelen gerçek sigortalılardır. İşte bu gerçeğe karşın UBP bu konuyu ele almadı. Fakat 19 Nisan seçimlerinde Sosyal Sigorta primlerini düşürme ve yabancı iş gücünü de sosyal güvenlik kapsamı dışına çıkarma sözü verilmişti. Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki, ne sendikal hareketimiz, ne esnaf ve iş çevreleri, ne de aydınlarımız ve siyasi güçlerimiz bu geliyorum diyen soruna dönük çözüm üretemedi. Üzülerek görmekteyim ki, Sendikal Hareketimiz ve işveren kuruluşlarımızın yetkilileri her gün radyo ve televizyonlarda konuşsa, gazetelerde bildiriler yayımlasalar da, maalesef konuyla ilgili, ne kendi aralarında, ne de ilgili Meclis Komitesi’nde somut çözüm önerileri üretmiyorlar. Bu ise siyaset alanının daralmasına ve bu kez de, sorunun çözüm sürecinde etkinliğin gelişememesine yol açmaktadır. Sonuçta, dominant olarak Türkiye Büyükelçiliği devreye girmektedir. Bu çok yanlıştır!
Kendimize Dair Alanları Boşaltma
Sorunu aşmaya dönük düşünce üretmemekle Hükümet, esas alandan kendini dışlamaktadır. Konuyla ilgili sivil toplumda sorunun aşılmasına dönük somut görüş üretmekten kaçınmakta, yani sivil toplumda kendini siyasi alanın dışına atarak yalnız protesto ile yetinmektedir. Böylece tepkilerle yetinip gerçekçi hedefler ve çözüm alternatifleri üretemediği ve bunu kitlelere mal edemediği için siyasi bir darlık yaratmaktadır. Ama aynı zamanda bir hedef doğrultusunda gelişmesi gereken demokratik hareketi ister istemez bizzat eylemsizliğin içine itmektedir. Çünkü gerçekçi, ulaşılabilir ve akıl ile ekonomik gerçeklere uygun öneriler oluşmadığı için, en geniş kitleler tüm çağrılara karşın hareket edememektedirler. Doğan boşluk ise Elçilik tarafından doldurulmaktadır. Çünkü alternatif düşünce diye sunulan, Elçiliğin ürettiği tezlerdir. Bu çok yanlıştır…
Ülkemizde gelişen aydın ve akademik bir çevre vardır. Onların da, bu konudaki sessizliği ve üretimsizliği manidardır. Bu durum hayret vericidir. Çünkü DAÜ’de belli bir dönem önce çalışanlar hariç, tüm Vakıf ve Özel Üniversitelerde çalışan öğretim üyeleri ve diğer çalışanlar da, sosyal sigortalıdır. Yani bu kesimlerin de kendi emeklilik günlerinin güvencesiyle ilgilidir tüm bu düzenlemeler. Peki, hem toplumsal olarak, hem de kendi özel güvenlikleri ile ilgili olan bu konuda, yani Sosyal Sigortaların sorunlarını aşma sürecinde, bu aydın ve akademik kesimler neden düşünce üretmekten geri kalmaktadırlar? Araştırmacı ve bilimsel yanları ile olaya katacakları katkı son derece anlamlı, itici ve motive edici bir unsur olabilir. Dolayısıyla meydan kime kalmıştır? Bugünkü Yasa değişikliğinin esas sahibi olan TC Büyükelçiliği’ne. İşte en büyük yanlışlık da buradadır!
Sorun Bizimse, Çözüm Dinamiği de Biz Olmalıyız!
Bu sorun bizim sorunumuzudur. Öyleyse bu sorunun çözümü için öncelikle bu konuda düşünce, önlem veya bizden kaynaklanan bir düşünce fırtınasının üreteceği bir değer olmalıdır. Bunu ele alırken yalnız bugünü kurtarmak değil, daha iyiye, toplumsal ortak bir senteze nasıl ulaşabiliriz? Sosyal Sigortalar yalnız bir sınıfı veya zümreyi ilgilendirmiyor; toplumu oluşturan tüm kesimleri doğrudan ilgilendiriyor. İşte bu nedenledir ki, bu sorunun aşılma süreci, yalnız resmi hükümet çevrelerince değil, tüm toplumun ortak çalışmasıyla olabilir. İşte bu alan, toplumun farklı kesimlerinin iş ve düşünce ortaklığı yaratacağı ciddi bir zemin olmalıdır. Bu alanın içinde Sosyal Sigortaların sıkıntısının aşılması için üretilecek düşünce ve değerler toplamı siyaseti etkileyebilmeli ve demokratik katılımın önünü açmalıdır.
Ama ne acıdır ki, bu sorunda sivil toplum yalnızca tepkisellik göstermektedir; aydın ve akademik çevreler ise oldukça duyarsızdır. Hükümet ise havlu atmış beklemektedir. Dahası, belli sivil toplum örgütlerinde çok yanlış bir düşünce vardır. “Hükümetsen çaresini sen bulacaksın”, kolaycı anlayışı ile sivil toplumun çözüm inisiyatifinin gelişmesi çok zordur ve bu durum askıya alma tavrını beraberinde getirmektedir. Sonuçta da, demokratik mücadele alanı etkisizleşmektedir. Ülke koşullarında bu durum, dönüp dolaşıp sorunun çözümü aşamasında dominant bir Türkiye’nin varlığını görünür kılmaktadır. Çok ilginçtir ki, KKTC’ye önerilenler Türkiye’de sosyal sigortalara dönük getirilen açılımların tam tersidir. Yani kendi elimizle ikinci sınıf bir demokrasi ve sosyal güvenlik olgusuna çanak tutmaktayız.
Siyasi yaşamı ve toplum yapısını tepeden düzenleme olgusu artık tarihe kavuşmuştur. Tepeden inme reformlarla ya da devrim modelleri ile toplumu değiştirme mühendisliği tarihe kavuşmuştur. Toplumun dinamik güçlerinin geliştireceği sıçramaları ve her sıçramadan sonra oluşan yeni ilişki ve çelişkileri değerlendirerek, gelişme ve ilerleme yolunda, çok yönlü ve sürekli devrimci bir dinamizmle devam etmek durumundayız. Daha iyi, daha demokratik, insani, barışçı bir toplum yapısını, insanlığın daha adil ve güzel bir toplum idealine ulaşmasının sentezini, sosyalizmde gören güçler, bu dinamiğin esas taşıyıcısı olmalıdır.
Çok önemli bir konu olan Sosyal Sigortaları siyasi güçler, sivil toplumun tüm unsurları, aydınlar ve herkes ele almalı ve somut önerilerle inisiyatif geliştirmelidir. Bunu başkalarının aklına ve girişimine bırakmak ve sonra da dayatma diye haykırmak memlekete sahip çıkma olgusuna vurulmuş bir balyozdur! Eğer hükmeden sorunu çözmek için düşünce üretemiyor ve adım atamıyorsa, buna itirazı olan da kendini yalnız protest tavırlarla şekillendiriyor ve sorunun aşılmasına dönük, görüş ve öneri üretmek yolundan kaçıyorsa; kendi elimizle siyaset alanına dışarıdakileri/dayatmaları davet etmiş oluruz. Sigortaların nasıl çıkmazdan kurtulacağını neden tartışmayalım? Bizim sorunumuza dönük bu düşünce üretme kısırlığı neden? Kanımca bugün bize sunulan sözde değişiklikler Sosyal Sigortaları çıkmazdan kurtaramaz. Zira bize sunulanlar haklarımızın gaspıdır ve kısır mali tedbirlerdir. Ayrıca da geçicidir! Alternatif(ler) hazırlamak, “Bu Memleket Bizim” diyenlerin asli görevi değil mi?