Sovyetler Birliği ve Kıbrıs: 1974’te Ne Oldu?
Sovyetler Birliği ve Kıbrıs: 1974’te Ne Oldu?
İlksoy Aslım
[email protected]
Giriş
Kıbrıs’ta daha önce üzerinde pek fazla tartışılmayan bir konu olan Sovyetler Birliği-Kıbrıs ilişkileri, Rus Büyükelçiliğinin yaptığı bir açıklamanın ardından geçtiğimiz Ağustos ayında tartışılmaya başlandı. Rus Büyükelçiliğinden yapılan açıklamada Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis’in danışmalarından olan Makarios Drusiotis’in yazdığı “İstila ve Büyük Güçler” kitabına yönelik ciddi eleştirilerde bulunuldu ve bu “diplomatik bir krize” neden oldu. Bu yazıda bir yandan Rus Büyükelçiliğinin bir yazara yönelik tavrı sorgulanırken, diğer yandan da 1974 Temmuzunda yaşanan olaylarda Sovyetler Birliği’nin (SSCB) rolü anlatılmaya çalışılmaktadır.
Krizin Gelişimi
Giriş kısmında da belirtildiği gibi, “diplomatik kriz”, Makarios Drusiotis’in yazdığı kitaba Rus Büyükelçiliğinin ağır eleştiriler getirmesiyle başladı ve yazarın Cumhurbaşkanı tarafından görevinden alınmasıyla sona erdi! Konu, Güney’de yoğun bir şekilde tartışılırken (takip edebildiğim kadarıyla), Kuzey’de sadece Kıbrıs gazetesi tarafından gündeme getirildi. 29 Ağustos tarihli sayısında Kıbrıs, olayı, “Anastasiadis’in danışmanlarından gazeteci yazar Drusiotis’in yazdığı kitap, Rum-Rus ilişkilerinde siyasi kriz yarattı: 1974’teki olaylardan Eski Sovyetler Birliği’ne sorumluluk yüklüyor” şeklinde sayfalarına taşıdı. Kıbrıs, Simerini gazetesine dayanarak verdiği haberde Rusya Büyükelçiliğinin Drusiotis’i, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve NATO’yu Kıbrıs olaylarındaki rolünden “beraat ettirmeye” çalışmakla suçladığını yazdı. Gazete, Kıbrıs Cumhuriyeti Başkanı Nikos Anastasidis’in “Drusiotis’in görüşleri beni bağlamaz’ şeklindeki açıklamasını sayfalarına taşırken, Drusiotis’in ‘Yabancı bir ülke büyükelçisinin, 40 yıl önce cereyan eden tarihi olaylarla ilgili bir araştırmanın sonuçlarına itiraz ediyor diye, misafir olduğu ülkenin herhangi bir vatandaşına karşı aşağılayıcı nitelemelerle şahsen saldırması doğru değildir’ sözlerini okuyucularına aktarıldı. Drusiotis’in geçmişte yaşananların “bugünkü gelişmelerle ilişkilendirilmesinin talihsiz” olduğu sözleri de gazetede yer aldı.
Rus-Sovyet Bağlatısı ve Yapılan Eleştirinin Boyutu
Bilindiği gibi Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliğinin “devamı” olarak kabul edilmektedir. 1991 yılında Sovyetler Birliği yıkılınca Rusya Federasyonu onun Birleşmiş Milletlerdeki pozisyonunu devralmıştı. Bununla birlikte Rusya Federasyonu günümüzde Sovyetler Birliğinden çok farklı değerlere sahiptir ve farklı bir sistemi savunmaktadır. Sadece bu nedenden dolayı bile Büyükelçiliğin Drusiotis’i, “1974 olaylarından Sovyetler Birliği’ne sorumluluk yükleyerek (...) ABD ve NATO’yu Kıbrıs olaylarındaki rolünden beraat ettirmeye” çalışmakla suçlamasını anlayabilmek kolay değildir. Bunun yanında, hem Sovyetler Birliği’nin hem de Rusya Federasyonunun Kıbrıs Cumhuriyeti ile dostça ilişkiler içinde olduklarını yadsıyamayız. Ancak anlaşılmaz olan nokta Rusya Federasyonunun Sovyetler Birliği’ne “yüklenilen kusur” nedeniyle O’nun şerefini koruma yükümlülüğünü kendinde görmesidir. Ayrıca Sovyetler Birliği, Kıbrıs’la dostça ilişkiler geliştirdiği halde hiç bir zaman onunla müttefik olmadığını unutmamak gerekir.
Tarihin kimler tarafından yazılmaması gerektiği konusunda da Rusya Federasyonunun önerileri bulunmaktadır. Örneğin, “bilimsel yazmadığı veya alt düzeyde yazdığı” gerekçesiyle Drusiotis, Büyükelçilik tarafından eleştirilmektedir. Drusiotis’in yazdığı son kitap henüz Türkçeye veya İngilizceye çevrilmediği için onun Sovyet-ABD ilişkilerini nasıl anlattığını bilemiyorum. Ancak Drusiotis’in Türkçe ve İngilizceye çevirilen tüm kitaplarını okuyan biri olarak onun iyi bir yazar olduğunu söyleyebirim. Eğer Drusiotis’in eleştirilecek bir yönü varsa, eleştirilerin Rus Büyükelçiliği tarafından değil, konunun uzmanlarınca yapılması daha uygun olmaz mı? Büyükelçiliğin, Rus dış politikasına uygun olmadığı düşündüğü bir kitap konusunda bilimsellik tartışmasına girmesi hoş bir davranış olarak değerlendilebilir mi?
Savaş Sonrasında İki Süper Gücün İlişkisi
Kıbrıs’ta yaşananlar olayların çok yönlü nedenleri olduğu ve hem dış hem de iç etkenlere dayandığı genel olarak kabul görmektedir. Konumuz gereği iç nedenleri bir kenara bırakıp dış aktörlerin rollerine odaklanmak daha faydalı olabilir.
İkinci Dünya Savaşında müttefik olan ABD ve SSCB’nin 1947 yılından sonra iki ayrı dünyanın/sistemin liderleri olarak birbirleriyle çatıştıkları bilinmektedir. Sovyetler Birliğinin yıkılmasına kadar devam eden ve Soğuk Savaş olarak bilinen bu süreç iniş ve çıkışları bağrında taşımıştı. Örneğin 1960’ların sonuna kadar genellikle “sert” bir süreç yaşanırken 1970’lerin başında “Détente” ile birlikte yaklaşık on yıllık bir yumuşama dönemine girilmişti. Soğuk Savaş, iki süper gücün ekonomik, askeri, politik, kısaca hayatın her alanında karşı karşıya gelmesi demekti ve tarafların müttefikleri de aynı politikayı izlemek zorundaydı.
Doğu Akdeniz’de jeostratejik öneme sahip olan Kıbrıs adası da, Soğuk Savaş mücadelesinin sürdürüldüğü yerlerden biri oldu. Soğuk Savaş kutuplaşması çerçevesinde ABD’nin (önce Birleşik Krallık) nüfuz alanında olan Kıbrıs’ın sorunları NATO ittifakı içinde çözülmeli ve Sovyetler Birliğinin konuya karışması engellenmeliydi. Bu anlayış çerçevesinde hareket eden ABD, sorunu NATO üyeleri arasında çözmeye ve ittifak üyeleri arasındaki olası bir çatışmayı engellemeye çalıştı. ABD’ye göre, ada ile ilgili bir problem, komünizme karşı oluşturulan birleşik cephenin çökmesine sebep olabilirdi. NATO’nun Doğu Akdeniz’deki bütünsel varlığı yaşamsaldı ve Kıbrıs’a garantör olan NATO üyelerinin davranışları da buna uygun olmalıydı.
ABD, Kıbrıs’ta cumhuriyet kurulurken dört hedef belirlemişti: Kıbrıs, politik istikrara sahip anti-komünist bir ülke olmalı; Britanya’nın adadaki askeri tesisleri Batı’nın hizmetine açık olmalı; ABD’nin Kıbrıs’taki dinleme tesisleri sürekli ve engelsiz bir şekilde kullanabilmeli; Kıbrıs’ın ekonomik gelişimi ve politik kurumları Batı modeline uygun olmalı ve Çin-Sovyet blokuyla üst düzeyde ekonomik ilişki kurmamalıydı. Buna karşı Sovyet politikası ABD’nin hedeflerine ulaşmasını engellemek şeklinde oluştu. ABD’nin “kızıl papaz” dediği Makarios’la iyi ilişkilere sahip olmaya çalıştı ve komünist AKEL’i de bu politikaya uygun davranmaya teşvik etti. Bu, SSCB’nin sadece komünistlerle değil, “emperyalizme karşı olan güçlerle” işbirliği yapma politikasıyla uyum taşımaktaydı. AKEL’in Kıbrıs’taki “bağımsız” hareketlerinin kısıtlanması ve adada bir tehlike yaratmayacağının belli olmasıyla ABD, 1964 yılında desteklediği Enosis polikalarından uzaklaştı. Öte yandan, 1964 Sovyet-Türkiye uzlaşması (rapprochement) sonrasında SSCB de Türkiye ile Kıbrıs arasında daha dengeli bir politika izlemeye başladı. 1968 sonunda Kıbrıs’ta yaşanan “yerel détente” ile birlikte ABD’in de Makarios’la ilişkilerini “mükemmel” seviyeye çıkardığı ABD arşivlerinde açıkça yer almaktadır. Görüldüğü gibi, hem ABD hem de SSCB diğer tarafın zayıf yanlarından faydalanmaya çalışmaktaydılar.
Détente Döneminde İki Süper Gücün İlişkisi
1970’te başlayan İkinci “Détente”, ABD ile Sovyetler Birliği ilişkilerini önemli ölçüde değiştirdi. ABD ve Sovyet yöneticileri nükleer terör tehditinin yıkıcı etkisini azaltmak için dünyada gelişmekte olan “karşılıklı bağımlılık”a uygun bir politika izleme konusunda anlaştılar. Bu süreçte taraflar birbirlerinin çıkarlarını tatmin etmek zorundaydılar. Çünkü karşılıklı bağımlılık gereği ABD ile SSCB arasındaki dengenin korunması yaşamsal önem kazanmıştı. Kıbrıs’ta Makarios-Grivas çatışması yaşanırken, global düzeyde ABD ve SSCB arasındaki yumuşama son hızla sürmekte ve taraflar Arap-İsrail sorununu çözmeyi ortak çıkarları olarak görmekteydiler. Bu süreçte, ABD Dışişleri Bakanlığında hazırlanan 6 Mayıs 1974 tarihli raporda ilk kez Kıbrıs’taki olası çatışmanın Sovyetlerle gelişen ilişkileri sarsarak Arap-İsrail sorununa olumsuz etkide bulunacağı varsayılıyordu. ABD ve SSCB’nin süreç içinde görüş birliğine vardıkları Kıbrıs’ın bağımsızlığının korunması politikası muhafaza edilmeliydi. Aslında SSCB açısından başından beri mevcut olan bu politikaya ABD, 1964 yılında desteklemeye başladığı Enosis düşüncesinden vazgeçmesiyle ulaşabilmişti. Önce Makarios’un 1968 yılında başlattığı yumuşama politikası ve hemen sonrasında SSCB ile yaşanan “Détente” ABD politikasının bu şekilde şekillenmesine neden olmuştu.
Sonuç Yerine
Kısacık bir yazıda SSCB-ABD ilişkilerini anlatabilmenin zorluğu nedeniyle, pek çok arşiv bilgisinin yer alacağı, daha uzun bir yazı için okura söz verirken, 1974 olaylarını özetlemeye çalışayım.
Yukarıda anlatıldığı gibi, 1974 yılında hem ABD hem de SSCB Kıbrıs Cumhuriyetinin yıkılmasına karşıydılar. Bu arada ABD’nin, hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin askeri müdahalelerine karşı çıkamamasının nedenlerinin en büyüğünün global düzeyde gerçekleşmekte olan “Détente”ın “anavatanlar”a sağladığı kısmi özerk olduğu özellikle vurgulanmalıdır. “Anavatanlar” Kıbrıs’a peşisıra askeri olarak müdahale ederken, ABD ve SSCB kendi hareketlerini kordine ederek müdahalelerin sonuçlarını kontrol altına almaya çalışmışlardı. Ama bu kordinasyonun amacı hiçbir zaman Yunanistan’ın askeri darbesine destek vererek Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkmasına zemin hazırlamak değildi. Aksine ABD ve SSCB, Kıbrıs Cumhuriyeti ve onun anayasasının ortadan kaldırılmasının engellenmesi temelinde bir eşgüdüm sağlamışlardı. 15 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleşen iki telefon görüşmesine bakmak bile tarafların arasındaki ilişkinin niteliğini anlamayı kolaylaştırmaktadır. ABD, Sovyetlerin yıllarca adanın bağımsızlığını savunduğunu, Yunanistan ile Türkiye’nin ada üzerindeki etkisini artırmalarına karşı çıktığını biliyordu ve buna karşı bir politika “détente”ın ruhuna aykırıydı. Kissinger, SSCB’nin Washington Büyükelçisi Anatoly Dobrynin ile 15 Temmuz’da yaptığı telefon görüşmeleri tarafların bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin yaşatılması için birlikte çalışma kararının teyidinden başka birşey değildi. Kissinger konuşmalarında Büyükelçi ile sürekli bilgi paylaşacağını söylemekte ve ABD’nin Kıbrıs’ta tek yönlü bir çıkarının olmadığı konusunda Dobrynin’i bilgilendirmekteydi. Bu ikna ediş elbette ki “açıkgöz” Kissinger’in “saf” Dobrynin’i kandırması şeklinde anlaşılamaz. Böylesi bir kavrayış, yıllarca Washington’da Sovyet politikalarını yürüten Büyükelçiyi hafife almak anlamına gelecektir.