1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. ‘Sözü Kurtarmak..!’
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

‘Sözü Kurtarmak..!’

A+A-

 

“İnsanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde, öncelikle sözü kurtarmalıdır.”

Jacques Ellul (“Sözün Düşüşü” kitabından)

 

 

İletişim uzmanları günümüzde iş ve ilişki ortamında sonuç almanın (hedefi on ikiden vurmanın) esaslarını belirlerken bilhassa kafa karıştırıcı olmamak, basitliğe ve sadeliğe özen göstermek gerektiği konusunda ısrarcıdırlar ve bunun gerekçesini de “fazla olan yanlıştır” ilkesi ile açıklarlar. Görüntünün/imajın öne çıktığı içinde yaşadığımız zamanlarda artık sözün fazlasına gerek yok.  Doğrusu ya, bugünün an’ın an’a eklendiği, an’da karşılığını bulan, bir an süresi kadar gerçek ve hızlı akan dünyasında hedefe ulaşmanın en kestirme yolu olarak bu önerme yanlış olmasa gerek. O bakımdan işi zora sürmenin âlemi yok; basitlemeler ve genellemeler, anlamayı da kolaylaştırıyor, çözümü de. Gündelik hayatımız da buna ayarlı değil mi zaten? En basit olanından en karmaşık olanına varana kadar tüm ilişkilerimizde kullandığımız, gereksiz fazlalıkları budanmış dil tam da bunu göstermiyor mu? Gerek konuşurken (sözel dil), gerekse artık hayatla ilişkimizi en çok oradan kurduğumuz, sosyal medya ortamında kullandığımız  yazı dili, yükten azade tüy misali hafiflikte. Konuşurken olduğu gibi yazarken de az sayıda sözcükle -üstelik o sözcüklerdeki kimi harfleri de ayıklıyarak- kelâmımızı anlatıyoruz ve bu da bize yetiyor.

Biz sıradan insanlar bunu yapıyoruz da, buna zemin teşkil edecek kertede etki gücü olan diğer alanlarda durum nasıl? Diyelim yazılı medyadaki köşelerinde, okuyucuları olduğumuz kalem erbabının tavrı ne âlemde?  Şaşırtıcı değil, büyük oranda oradaki yazı dili de ‘zamanın ruhu’na uygun. Nasıl mı? Artık her cümle bir paragraf. Fazla dolanmaya, sözü uzatmaya gerek yok. Az ve öz. Yazan için de okuyan için de büyük kolaylık. Elinde sadece çekiç olan her sorunu çivi görür derler ya, o hesap, elde çekiç çivi çakar gibi tek başlarına ve illa ki keskin ve de kesinlik ihtiva eden cümleler, aralarında boşluk bırakılarak alt alta diziliyor. Hele duyguları kaşıyan doz ve tonda da olursa, motivasyon ve manipülasyon gücünü de artıracağından, tadından yenmez. Ve nihayet üstüne slogan ya da özdeyiş tarzında fiyakalı ‘kalıp cümleler’ de oturtuldu mu, bingo.  Al sana her derde deva, her kilide anahtar, manifesto kıvamında bir yazı. Alan memnun satan memnun. Artık gelsin ‘tıklanma’ gitsin ‘like’; hem de mebzul miktarda. Ehh, rakamlar doğru söylediğine göre, işlem tamam demektir.

Hepsi bu kadar değil. Misal, çok yeni bir seçim süreci yaşadık. Seçimin, toplum/siyaset ölçeğinde, verili olan durumla olması hedeflenen arasındaki boşluğun doldurulması bakımından önemli bir ara durak olduğunu inkâr etmek mümkün mü? Bu bağlamda seçmek ve oy kullanmak özgürlüğün ve özne olmanın bir ifade ve icra biçimi. O halde siyasetin de buna zemin hazırlaması, özgürlüğün en somut karşılık bulduğu kamusal alanı genişletmesi, seçenekler sunması, farklı görüş ve düşüncelerin ortaya konmasına imkân sağlaması, tartışma ve eleştiri sürecini teşvik etmesi gerekmez mi? Siyaset ve demokrasi kültürü böyle böyle gelişmez mi? Bizde ne oldu/oluyor peki? Gördük/görüyoruz, siyaset (vasisinin katkıları ve onun isteğine uygun biçimde)  dar alana sıkıştırıldı/sıkıştırılıyor. Bu bağlamda “yana ya da karşısında olma” ikilemi belirleyici oldu, olmaya devam ediyor. Üstelik bu sadece siyasetle sınırlı kalmadı, bireysel-toplumsal kapsamda da karşılık buldu/buluyor. Söz burada da yoğunluğundan azade kılındı, çizilen ayrım hattı üzerinde karşılıklı saf tutanların birbirlerine yönelik nefret ve öfke aracı olmaktan öteye geçemedi/geçmiyor. Siyasi söylemler, hamasetten ibaret ‘kalıp cümleler’ halinde havada uçuştu; basitleştirme ve genelleştirme kolaylığı, sözün özgürleşmesi ve çoğullaşmasıyla doğru orantılı eleştirel yaklaşımların, doğurgan tartışmaların önünü kesti, kesmeye devam ediyor. 

Madem ki başladık, pergelin hareketli ayağının çapını genişleterek devam edelim. Sözün kendinden soyunduğu, sığ sularda gezindiği bu dönemde, onun bereketli yatağı düşünce/edebiyat dünyası ne âlemde acaba? Müjdeler olsun, artık öyle tuğla gibi, yükü ağır, zahmeti fazla, çözümlenmesi zor kitap sayfaları arasında çile çekmeye son. Buna hiç gerek yok! Siz yeter ki ne istediğinizi söyleyin, piyasada ( bugünün temel değer ölçütü piyasa olduğuna göre) karşılığını veren mutlaka bulunur.  Reçete hazır! ‘On soruda başarı’; ‘on bir soruda zenginlik’; ‘on iki soruda bilgelik’; ‘on üç soruda kendini tanı’..’on dört soruda…..ilh..’ Hem soru, hem cevap; hangi konuda isterseniz. Ne eksik, ne fazla, kalıp halinde. Öyle kapsamlı felsefedir, düşünmedir, çoklu okumadır, anlama çabasıdır, eleştiridir, diyalogtur, bunlar fildişi kulede kendi çalıp kendi söyleyen, kendini beğenmiş entelektüelin zırvalamaları; inanmayın. Edebiyatın niceliğine değil niteliğine parmak basan, ‘has edebiyat’ diyerek kendi çaresiz yalnızlığına kıymet biçen, okunmamayı, anlaşılmamayı marifet sayan, bununla avunan, muhteris ama kifayetsiz yazarın palavralarına da kanmayın sakın. Sonuçta hangisinin yazdığı eser, ‘yüz bin’ barajının, bırakın üzerine çıkmak, yanından geçebiliyor ki!? Halep ordaysa arşın burada,  rakamlar ortada, kimin ne kadar sattığı meydanda.

Ancak bütün bunlar olurken akla şu soru da geliyor: İyi de hep böyle mi(iydi)? Alain de Botton, Marcel Proust’u ve asıl onun, bir edebiyat şaheseri olan, devasa yedi ciltlik romanı ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi incelediği “Proust Nasıl Yaşamınızı Değiştirebilir” kitabında; bir milyon ikiyüz elli bin kelimeden oluşan bu nehir romanın, insanda nasıl farklı duygu ve düşünce katmanları yarattığını örnekleriyle ortaya koyar. Kimi zaman tahammülü zor uzun cümlelerden oluşan ancak son kertede müthiş bir dil serüvenine dönüşen bu eserinde Proust, yitip giden bir zamana doğru yolculuk yaparken; hem savrularak akıp giden bu zamana uzak ışıklar düşürür ve hem de okuyucunun o geçmişin içinden geleceğe yönelik  kimi sonuçlar çıkarmasına katkıda bulunur. Bu zorlu serüveni (okur için de zorlu bir serüvendir bu) kâh edebi bir derinlik, kâh bir dil-anlatım ustalığı olarak yerine getirir.

Şimdi buraya dikkat lütfen, romanını yazarken taşıdığı hassasiyetler ve inceden inceye hesapladığı ayrıntılar bir yana, iş başındayken Proust’un en çok önem verdiği şey ise, anlatmak istediklerini en doğru sözcüklerle anlatmaya çalışmak ve bu bağlamda sadece yüzeysel klişeler kullanmak yerine -bu yüzeysel klişeler (kimi) doğru düşünceler ifade ediyor olsalar da-; dünyayı nasıl algıladığını yansıtabilecek, ona genişlik ve çok boyutluluk katacak, anlatım zenginliğini ve derinliğini sağlayacak sözcüklerle ördüğü özgün dili ve uslûbu sergilemektir. Bu nedenledir ki ‘cümle kalıpları’ ya da ‘kalıp cümleler’ Proust’ta dehşetli rahatsızlıklar yaratmaktadır; klişeleşmiş bu kalıpların, doğru yazılıyor olsalar ve (kimi) doğruları ifade ediyor olsalar da son kertede ‘kötü ifadenin birer örneği olduklarında’ ısrar etmektedir. ”Örneğin” diyor Alain de Botton “çok yağmur yağdığı zaman  ‘sicim gibi yağmur yağıyor’, hava soğuk olduğu zaman ‘kanarya soğuğu var’, sağır biriyle karşılaştıklarında ‘sepet gibi sağır’ demekten başka bir tepki vermeyen -hep bu klişeleri dile getiren- insanlar onu deli etmektedir..” Proust bu konuda o kadar  hassastır ki, bir romancı arkadaşının yazdığı eserini eleştirirken onun “ay, solgun ışığıyla geceyi aydınlatıyor” cümlesini çok sıradan ve çağrışımları eksik bir cümle olarak değerlendirerek kıyasıya eleştirir ve kendisi, “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin ilk cildinde ay’la ilgili şunları yazar: “Bazen öğleden sonra beyaz bir ay ufak bir bulut gibi gizlice, gösterişsiz bir edayla gökyüzüne sokulur; henüz ‘sahneye çıkma’ sırası gelmeyen, bu yüzden bir süre oyuncu arkadaşlarını izlemek için günlük giysileriyle biraz ‘öne ilerleyen’ ama ilgiyi üstüne çekmek istemediğinden yine de sahne arkasında kalan bir aktristi hatırlatır insana bu haliyle.”

Basitliğin ve sadeliğin öncelendiği, “fazla olanın yanlış” kabul edildiği, bu bağlamda sözün ziyadesiyle kesintiye uğradığı günümüzde,  Proust’un binlerce sayfalık “Kayıp Zamanın İzinde’ roman dizisini -ya da benzerlerini- bugünün imaj/görüntü ağırlıklı, dijital hız ayarındaki dünyasında kaç kişi okumaya tahammül eder; ya da ‘hazır reçete’ kestirmeciliği ve kolaylığı dururken bilinci zorlayan düşünce metinlerinin çilesine kimler dayanır; veya “yana ya da karşısında” ayrımında şekillenen, zihniyeti ve söylemi bununla sınırlı kalan siyasetin duvarları nasıl aşılır?  (Şüphesiz burada bugüne dair bir tablo ortaya konurken ve sorular sorulurken, ‘az olan kötü fazla olan iyi’ gibi niceliksel bir çıkarsamada bulunmak ve bunu doğru bir önerme olarak sunmak gibi bir gaflet söz konusu değildir; aksine niceliğin değil niteliğin esas olduğuna vurgu yapmak, bugün yitirilenin tam da bu olduğuna işaret etmektir.)

‘Sözü kurtarmak’ diyerek başladık, “sözün düşüşü”nü dert edinen Fransız filozof, anarşist teolog Jaques Ellul ile bitirelim. Ellul bir bakıma bugünün dünyasını resmeden muhteşem çalışması “Sözün Düşüşü” (bu düşüşün hikâyesini anlattığı) kitabında (Paradigma Yayınları), bunun en başta gerçeklik zafiyetine yol açtığını işaret ederek  “insanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde öncelikle sözü kurtarmalıdır” der. Hazretin söyledikleri kulağa küpe olsun, ‘söz’ başlangıçtır. Sözün niteliği dilin niteliği; dilin niteliği, düşüncenin niteliği; düşüncenin niteliği bilincin niteliği; bilincin niteliği ise anlamın/anlamanın niteliğidir. Hayat basitleştirmelere ve sadeleştirmelere (hazır reçetelere) sığamayacak kadar karmaşıktır. Bu büyük serüvenin kılcal damarlarına kadar nüfuz edebilmek ve onu çözümlemek, daha açık bir ifadeyle hakikate ulaşmak için zahmet, çaba, fedakârlık gerektirdiği kadar, onu kuşatacak söze de ihtiyaç vardır.

‘Sözün kurtulması/kurtarılması’ zorunluluğu da işte bu yüzdendir.

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 1947 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar