Şu “Refah Devleti” dedikleri…
Şu “Refah Devleti” dedikleri…
Edagül Türker
[email protected]
Son zamanlarda ‘özelleştirme’ kelimesi hayatımızın her boşluğuna girer oldu. Halka ait olan ya da olması gereken kurumlar geleceği düşünmeden özelleştirilerek heba edilirken, devlet kavramını bir kez daha sorgular olduk. Devlet ne için ve kimin için vardır? Aslında bu sorgulama her daim aklımızdaydı. Özellikle de toplumda her türlü emeğinden faydalanılan biz kadınlar için devlet (eril bir yapı olarak ‘devlet baba’)nedir?
19. yüzyılla birlikte ortaya çıkan modern devlet sistemi Avrupa’nın siyasi tarihinin yönünü değiştirdi. Feodal sistemin terk edilip modern yönetime geçişle birlikte, devletin vatandaşlarıyla kurduğu ilişki her daim sorunlu olmuştu. Devletin bekasının her şeyin önünde olması gerektiği anlayışı benimsenmiş ve devlet politikaları bu doğrultuda şekillenmişti. Böyle bir devlet sisteminde her devlet yalnızca kendi çıkarı peşinde koşan, kendinden menkul ve gücünü kendinden alan bir birim olarak görülüyordu.(i) Feminist yazar Catharine A. Mackinnon’un deyişle devlet, politik olarak tanımlanan belli bir güç ve çıkar sahibidir.(ii) Peki, feminizm devleti nasıl tanımlamaktadır? Bu anlamda şu sorular zinciri art arda sorulabilir: Devlet gücü nedir? Devlet kimin için çalışır? Nereden kaynaklanır? Kadınlar yasayla nasıl tanışır? Kadınlar için yasa ne anlama gelir? Yasa, devletin ve eril iktidarın meşrulaştırılmasını nasıl sağlar? Yasalar kadınların konumuyla ilgili bir şey yapabilir mi? Devletin toplumsal cinsiyet hiyerarşisi içindeki rolü nedir? Devlet kadının ezilmişliği üzerine mi kurulmuştur? Tüm bu soruları tek bir kalemde toplarsak devlet kadınların bakış açısından nerededir?
Feminist teoride devlet erildir. Gerek kurumsal yapısı, gerek yönetici kadrosu, gerekse de yapılan yasalar bunu ortaya koymaktadır. Yani, kadınlara devlette yer yoktur. Varsa da belli bir çıkar ilişkisi üzerinden şekillenmektedir. Bu anlamda, günümüzde olmasını istediğimiz refah devleti anlayışı kadınlara hizmet etmekten çok erkeklerin iktidarını ve konumunu pekiştiriyor. Refah devleti kavramı İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmaya başlıyor. Savaş bitiminde neredeyse tüm dünya savaşın sonucu olarak ortaya çıkan yoksullukla baş başa kalmıştı. Henüz daha ‘Refah devlet’i (Welfare State) kavramı benimsenmese de ‘Savaş Devlet’i anlayışının toplumları bir yere götüremeyeceği aşikârdı. Yani savaş devleti anlayışı 1950’li yıllarla beraber popülerliğini yitirmeye başlamış, yerine toplumun huzuru için var olan(!) Refah devleti kavramı savaştan çıkmış birçok ülke tarafından benimsenmeye başlamıştı.
Refah devleti İkinci Dünya Savaşı sonrası deyim yerindeyse liberal demokrasi ile vaftiz edilerek birçok ülke tarafından uygulanmaya başlanıyor. Devlet kendi topraklarını büyütmekten ziyade artık toplumunun refahı ile de ilgilenmeye başlıyor. Devlet toplumun refah seviyesini (yaşam standardı, ekonomik eşitlik, sağlık politikaları…) artırmak için politikalar yapmakta, özellikle toplumdaki ‘dezavantajlı’ kesimin yaşam koşullarını yükseltmekle uğraşmaktadır. Zaten savaş sonrası refah devletine geçilmesinin de yegâne sebebi budur. Refah devleti politikaları savaştan yaralı çıkan toplumları iyileştirmek için reçete sunmaktaydı. Genel olarak refah devletini bu şekilde tanımlayabiliriz. Bu tanıma katılanlar olduğu gibi katılmayanlar da bulunmaktadır. Sosyal demokratlar refah devletinin tüm vatandaşlarının siyasi ve sosyal haklarını garanti altına aldığını savunurken, diğer yandan kimi teorisyenlere göre de refah devleti aslında hükümetlere hem gücü elinde tutacak yeni bir araç hem de işçi sınıfından vatandaşları kontrol edebilecek bir zemin hazırlamaktadır. Bu iki temel görüşte de refah devleti kavramı olumlu ve olumsuz olarak eleştirilmekte fakat her ikisinde de refah devletinin cinsiyetçi normlar üzerine kurulduğuna dair herhangi bir bakış olmadığı görülmektedir.
Demokrasi teorisyenleri dahi refah devletinin patriarkal yapısını ya görmediler ya da görmemezlikten geldiler. Buradan yola çıkarak refah devleti ve sınıf tartışmaları yapılırken bu tartışmalar cinsiyet körü olmaktan kurtulamadı. Feminist yazar Carole Pateman refah devletinin patriarkal yapı içinde inşa edildiğini bunu da devletlerin yaptığı politikalar üzerinden bakarak anlayabileceğimizi söyler.
Refah devletinin temel çıkış noktası vatandaşlarının refahını artırmak olsa da kadınlarla kurduğu ilişki bir hayli sorunludur. Jane Lewis’in deyimiyle, kadınların refah devletiyle ilişkisi erkeklerinkinden daha karmaşıktır, kadınlar hem refah devletinin hizmetinden yararlanmakta hem de ücretli ya da ücretsiz refah sağlamaktadırlar. Bu ikircikli yapı refah devletinin ilk olarak ortaya çıktığı zamanlardan bu yana pek fazla değişmemiştir. Refah devletleri hem kadın-erkek rollerini hem de evlilik ve aile kurumunu güçlendirici politikalar yaparak toplumdaki ataerkini kurumsallaştırmışlardır.
1980’li yılların sonuna doğru refah devletleri, feminist hareketin sayesinde kadınları da göz önüne alan politikalar üretmeye başlamışlardır. Çünkü o dönemin ülke istatistiklerine baktığımız zaman toplumun bir kesiminin, yani kadın ve çocukların büyük yoksulluk içinde yaşadığı görülmektedir. Bu yüzden kadınlar refah devletinden ‘alıcı’ durumuna gelmişlerdir. Özellikle günümüzde sıkça duyduğumuz yoksulluğun kadınlaşması (feminization of poverty) aslında tam da refah devletlerinin izlediği politikalar sonucu ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra, vatandaşlık kavramı da eril bir anlayış üzerine inşa ediliyor. Günümüzde kadınlar uzun mücadeleler sonucu yasal vatandaşlık seviyesine ulaşsalar da eril anlayış refah devleti politikalarında görülmeye devam etmektedir. Kadının hala birey olarak görülmediği günümüzde yapılan politikalara yansımaktadır. Kadının kamusal alana katılımı yine erkekler dolayımıyla gerçekleşmektedir. Aynı zamanda refah devleti ortaya koyduğu politikalarla kadının günlük deneyimleri üzerinden kamusal – özel ayrımını yeniden üretmektedir. Bizzat devlet politikalarıyla erkeğin ailenin başı, kocası ve babası olduğu, yasal olarak karıları ve çocukları üzerinde güçlerini kullanma yetisi verilmektedir. Aynı zamanda erkek kamusal alanda ailenin temsilcisi olarak görülmektedir. Yani erkeklerin kapasitesi onların kamusal alanda temsilci ve ailenin başı olmaya yetiyorken kadınların kapasitesi sadece ev içinde olmaya yetmektedir! Bu anlamda Pateman, her şeyden önce kadınların tek taraflı olarak silahsızlaştırıldıklarını söylemektedir. Kadınlar bireysel güvenlik sistemlerinden mahrum bırakılmaktadır (fiziksel olarak). Örneğin son zamanlarda sıkça duyduğumuz kadının dayak yemesi karşısında kadınları koruyan, caydırıcı hiçbir düzenlemelerin yapılması ve bunları uygulamaya konması önemlidir.
Kıbrıs’ın kuzeyinde de durum iç açıcı olmamakla birlikte kadını korumayı ve desteklemeyi sağlayacak olan kurumlar uygulamaya konmamakta ve her geçen gün ev içi şiddete maruz kalan kadınların sayısı giderek artmakta. Bu anlamda, devletin ataerkil yapı üzerinden nasıl kurumsallaştırıldığını, kadınların bu yapı içerisinde nasıl ikincilleştirildiğini gözler önüne sererken bir kez daha şu soruyu soruyoruz: ‘Bizi koruyucularımızdan kim koruyacak?’ Devlet erkekler tarafından yönetildiğine göre bizi kısır bir döngüye sokmakta ve bu yüzden siyasette daha fazla feminist kadının olması için çaba sarf etmeye devam etmeliyiz! Bu sebeple, diğer 8 Martlarda olduğu gibi bu 8 Mart’ta da eşitlik için alanlarda olacağız! Yaşasın feminist mücadele!
(i) GianfrancoPoggi, Modern Devletin Gelişimi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 109.
(ii) Catharine A. Mackinon, Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 185.