SU TABANCASIYLA SOYGUN…
“Asrın projesi” olarak lanse edilen ve tıpkı o ünlü küstah işgal marşına atıfta bulunurcasına “Girne’yi Anadolu’ya” bağlayacağı söylenen su projesinde yaşanan kriz, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs ile ilişkisinin kaba bir özeti aynı zamanda…
Tamam, aylardır Türkiye’nin meselelerine gömülmüş olabiliriz fakat Ada’da olup bitenlere kayıtsız kalabilmemiz de mümkün değil. Zira Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki iki engelden biri Kürt sorunu ise diğeri Kıbrıs sorunudur ve Kıbrıs sorunu dediğimiz şey, 40 yıldır Rumlarla bitmek bilmeyen müzakerelerden ibaret değildir. Bilakis, her ne kadar “Kıbrıs sorunu” diye adlandırılsa da, aslında işin adı “Türkiye sorunudur”: Kıbrıs’ın “Türkiye sorunu!”…
“KKTC Su Temin Projesi” olarak adlandırılan ve Anamur Dragos çayı üzerinde inşa edilen Alaköprü Barajında depolanarak toplam 106 km. lik bir boru hattıyla Kuzey Kıbrıs’taki Geçitköy Barajına aktarılacak olan proje ile Kıbrıs’a yılda 75 milyon metreküp su pompalanacak. Suyun yarısının içme ve kullanım amaçlı, yarısının ise tarım amaçlı olarak kullanılacağı açıklanan projenin 29 Ekim 2015’te hayata geçmesi bekleniyor.
Buraya kadar her şey, Kıbrıslılar ve Türkiyeliler için kulağa hoş geliyor. “Komşu, dost ve kardeş” iki ülkenin dayanışması, doğal kaynakların akılcı ortak kullanımıyla iki ülkeye ekonomik fayda sağlanması… Ama işin aslı tabii ki öyle değil. Kıbrıs’ı mücavir alanı olarak gören ve asla “karşılıklı eşitliğe ve yarara dayalı dostluk ilişkisi” kurmaya yanaşmayan Türkiye, su konusunu da saklamaya bile gerek duymadığı bir sömürgeci dayatmacılığın silahına dönüştürüyor. “Suyu veririm ama…”
Şimdi Türkiye’nin “suyu veririm ama…” diye başlayan bir cümle kurmasına bakıp da, milliyetçi hamaseti gıdıklayacak “Anavatan, yavruvatana su veriyor” sonucunu çıkarmasın kimse… Tabii ki su bedava değil. Türkiye, Kıbrıs’a verdiği suyu satacak. Üstelik bu, “ucuz bir su” da olmayacak.
“Ne var bunda? Türkiye bir yatırım yapıyor, tabii ki bunun bedava olmasını kimse bekleyemez” denebilir. Fakat mesele şu ki, Türkiye, Kıbrıs’ın Kuzeyine “satacağı” suyun “kimin dağıtacağına” da kendi karar vermek istiyor. Okuyucuya şöyle bir örnek versek taşlar yerine oturur belki: Örneğin Rusya’nın, Türkiye’ye doğalgaz satarken “satarım ama Türkiye’deki doğalgaz dağıtımını benim şirketim yapacak ve istediği fiyata satacak” demesi gibi bir şeyden söz ediyoruz… Türkiye, Rus doğalgazını Türkiye’de bir Rus şirketinin, istediği fiyattan dağıtmasını, hem doğalgaz satışından hem de dağıtımından cukkaladığı paraları olduğu gibi ülkesine götürmesini kabul eder mi?
Her fırsatta “bağımsız” bir devlet olduğu vurgusu yapılan KKTC’ye satılan suyun kim tarafından dağıtılacağına bile karar verme hakkı tanınmayan “bağımsız” KKTC yurttaşlarının, “Anavatan” tarafından 2 kez soyulmasından söz ediyoruz burada…
Hem pahalı su satın alarak, “asrın projesine yapılan yatırımı” Türkiye’ye peyderpey geri ödeyeceksiniz, hem de satın aldığınız su, bir Türkiye firması tarafından dağıtılacağı için, bu suyun gelirinden de size tek kuruş kalmayacak… Ha, sıkı pazarlık ederseniz belki “Anavatanın” lütfuna mazhar olursunuz da kurulacak bir konsorsiyumda bir Kıbrıslı Türk şirkete küçük bir pay verilebilir… O da “çok homurdanırsanız”…
Sadece su mu? KKTC ile ilişkisinde, “vermiş” gibi yaptığı her şeyi misliyle geri ödetmekte ustalaştı Türkiye… “Asrın projeleri” asrın sihirli kavramı özelleştirme ile itelendiği için ve tabii özelleştirmenin “Türkçesi” her koşulda dev Türk şirketleri anlamına geldiği için de; sudan elektriğe, telekomünikasyon hizmetlerinden liman işletmelerine, altyapıdan turizme kadar her şey ama her şey aslında tek cümleyle özetlenebilir: “Su tabancasıyla soygun!”
Kıbrıs’a döşenen 106 km. lik borunun sadece “sudan sebeplerle” döşenemeyecek kadar önemli bir yatırım olduğu muhakkak… Bu yatırım, Türkiye’ye “1 koyup 3 almaktan” çok daha fazlasını getirirken, Kıbrıslılara da “3 verip 1 almaktan” fazlasını vermek anlamına geliyor. Tahmin edeceğiniz üzere, “kibarca” ifade etmeye çalıştığım bu hattın, zaman içerisinde “ne tür sürprizler” taşıyacağını Kıbrıslılar hayli pahalı bedeller ödeyerek görecekler.
TC bürokratlarının “Kıbrıslı Türklerin geleceğini planladıkları bu gibi projelerle” hayli heyecanlandırdığı zamanın başbakanına “Allah taksiratınızı affetsin” dediğimizde, anlatmaya çalıştığımız şey, Türkiye’nin 40 yılda yapamadığı en ağır sömürgeci hamlelerini son birkaç yılda yapmasına izin verilmesindeki garabetti…
Özelleştirme, bir ekonomik kalkınma programının bileşeni olarak tartışılamaz mı? Elbette tartışılabilir. Ama bunu tartışacak olan; neyi, nasıl ve ne kadar özelleştireceğine karar verecek mekanizmanın Kıbrıslı Türk kurumlar olmasını istemek ve sağlamak Kıbrıslı Türklerin işi. Tabii ki Kıbrıslı Türkler, önümüzdeki 50 yıl boyunca su, elektrik, telekomünikasyon gibi temel hizmetlerinin “sorunsuz” biçimde çözülmesini isteyebilir ve bunu bir soygun düzeni içerisinde gerçekleşmesini sineye çekebilirler… Bu onların vereceği bir karar… Fakat kimsenin kimseyi kandırmadığı, gerçeklerin “anavatan” hamasetiyle boğuntuya getirilmediği bir tartışma ortamında olması kaydıyla…
50 bin askerle sürdürülen işgal, “çözüm umutlarının arttığı” bir dönemde yerini askeri işgalden beşbeter bir ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel istilaya bırakmaya hazırlanırken, bu sürecin yerli aktörleri ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, gelecekte hayırla yâd edilmeyecekler… Kıbrıslı Türkler ile “Anavatan” arasındaki “manevi göbek kordonu” asrın projesiyle fiziki varlık kazanırken, “varlığını Türkiye’nin varlığına armağan edecek” Kıbrıslı Türkler “işbirliğinin” ancak karşılıklı eşitliğe dayalı, adil ve ölçülebilir ortak yararlar dahilinde iyi bir şey olduğunu, aksi koşullarda işbirlikçiliğin sözlükteki diğer anlamlarına başvurmak için hayli geç kalacaklarını hatırlatmak bize düşmez elbette… Ne de olsa biz, dış kapının mandalıyız…