1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Suç, bağışlama ve yüzleşme…” 2
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Suç, bağışlama ve yüzleşme…” 2

A+A-

 

Esra Yalazan

Okuduğum en çarpıcı ‘yüzleşme’ metinlerinden biriydi doğrusu. Ezberi bozan, katliamlardan, soykırımlardan sonra geçen onca yıla rağmen (yaşasaydı bugünkülere bakıp tezinin doğrulandığını görecekti) kolektif suç anlayışının giderek daha çok sömürüldüğünü söylerken okuru da kendisini de güç bir sabır sınavından geçiriyor. Kolektif suç ve kolektif cezayı bir teraziye koymak hakikaten neredeyse imkansız çünkü.
Hınç duygusun neden beslediğini ve niye ondan kurtulmak istemediğini anlatması çarpıcıydı. Düz ve uzlaşmacı mantık, bize daima bundan kurtulmak gerektiğini söyler. Bu bakışı ancak hıncı ahlaki olarak lanetleyen, hastalık olarak tanımlayan psikolojiye karşı derinlemesine düşünüp savunabilen entelektüel bir ‘kurban’ değiştirebilir. Üstelik mümkünse kendine acıma tuzağına düşmeden. O hıncının görevinin suçluyu kendi canavarlığının hakikati içine çekmek olduğunu söylerken haksız değil. Derdi ikna etmek de değil ve yazdıklarını güçlü kılan bu müdanasız tavrı aslında.

‘Barbarlığın Yüzyılı’ ibaresi altında kaybolup gidecek’
Amery, Almanya’da veya başka ülkelerde yeni kuşakların kolektif suçlardan sorumlu tutulması gerektiğine inanmıyor ancak bize de çok tanıdık gelen düşüncesini olabildiğince açık ifade ediyor: “Ulusal geleneği, muteber görüldüğü yerde sahiplenirken, muhtemelen hayali ve kesinlikle savunmasız bir hasmı insanlık topluluğunun dışına attığı yerde, şerefsizliğin ta kendisi diye inkar etmek olmaz. Bundan böyle Hitler ve onun yaptıkları da Alman tarihinin ve Alman geleneğinin bir parçasıdır”.

Amery’nin, hıncına yüklediği anlamın gerçekleşmeyen Alman devriminin bir telafisi olarak görmesi fazla mı saf, bilmiyorum ama şunu biliyorum; Geçmişte yaşanan her neyse, üzeri örtülerek, zorla unutturularak, sahte bir yüzleşmeye tabii tutulduğunda ‘suç’ ve suçluluk duygusu azalmıyor tam tersine şiddetiyle artıyor. Dolayısıyla ‘suç, yüzleşme ve bağışlama’ gibi çok tüketilen kavramlardan bahsederken, başta bu meseleler hakkında düşünen, yazan insanların ve elbette bütün özgür vicdanların tekrar düşünmesi gerekiyor bana kalırsa.
Eski bir Alman subayının kitabından bir hatırlatma yaptıktan sonra tavrı neden hıncını koza içinde sakladığını da gösteriyor: “…’Orada SS komandoları evlere girmiş ve üst katlardaki pencerelerden, henüz yürüyemeyen bebekleri kaldırım taşlarının üzerlerine fırlatmışlardı’…Ama ileri uygarlık seviyesine ulaşmış bir halk tarafından, örgütsel bir mükemmeliyet ve neredeyse bilimsel bir kesinlikle milyonlarca insana karşı işlenmiş bir cinayet, esefle karşılanan ama kesinlikle benzersiz sayılmayan bir olay olarak, Türklerin Ermenilere uyguladığı kanlı tehcirin ya da sömürgeci Fransızlar tarafından gerçekleştirilen utanç verici şiddet eylemlerinin yerini alacak. Tüm bunlar toptancı bir ‘Barbarlığın Yüzyılı’ ibaresi altında kaybolup gidecek”.

‘Geçmişime, tarihe başkaldırıyorum’
Hans Meyer, ya da Fransızca tınılı ismiyle Jean Amery,  Almanca yazmaya devam etmiş ve anlaşılan o ki toplumun kendisine bakışının iyi olmadığı hissinden kurtulamamış. Ama baskıya, işkenceye, zulme maruz kalanların hakkını kendi dikenli ve mağrur lisanıyla sormaktan da hiç vazgeçmemiş. Ve 1978’de intihar ederek hayatına son vermiş.
Bugün yaşasaydı Ortadoğu’daki bu cehennemi iklime dair ne düşünür, ne söylerdi, nasıl yazardı bilinmez ama sanırım bu kitaba adını veren ‘Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme’ denemelerinin özü değişmezdi. Nitekim ölmeden önce, kitabın basılmasından on üç yıl sonra yeni baskıya yazdığı önsözde, kolektif suçlara dönüştürülmüş derin travmaların öyle üstün körü ‘yüzleşme ve barışma’ gösterileriyle mümkün olmayacağını sert bir dille hatırlatıyor: “…nihai aydınlık, sorunun çözülmesi; olayların bir uzlaşma sonucu tarihsel dosyalar arasına kaldırılması demek olurdu. Benim kitabım tam da bunun katkıda bulunulmasına önlemeyi hedefliyor. Çünkü hiçbir şey çözümlenmedi; hiçbir çatışma uzlaşmaya bağlanmadı; hatırlamak salt bir hatıraya dönüşmedi. Olan oldu. Ama bunun olmuş olması öyle kolayca kabullenilemez. Ben başkaldırıyorum: Geçmişime karşı; tarihe karşı, kavranılmaz olanı tarihsel olarak donduran ve böylelikle onu infial uyandırıcı bir biçimde çarpıtan günümüze karşı...Duygular mı? Benim bir itirazım yok onlara. Aydınlanmanın duygulardan arınmış olması gerektiği nerede yazıyor ki? Bana tam tersi doğru gibi geliyor”.

Onu uzlaşmaktan, bağışlamaktan uzak, iflah olmaz bir pesimist olarak algılayabilirsiniz ama acele etmeyin. Çarpıtılmamış sarih duygularla her şeye rağmen hıncı ve soğukkanlılığı koruyarak ‘kurban’ hikayesini sağlam bir duruş ve derin felsefi bir yaklaşımla aktaran birine kulak vermek lazım. Üstelik o insana ‘suçu, bağışlamayı, yüzleşmeyi’ suçlunun ve kurbanın hücrelerindeki dokuyla yeniden düşündürüyor. Kötülüğe dair sıradanlığın ötesine geçen yaklaşımıyla bizi bugün düştüğümüz tuzaklardan da koruyor.

O halde en başa dönüp cevabı muğlak o zor soruları tekrar yüksek sesle kendimize sorabiliriz. Ya da sorgulamaya kötülüğün de iyilik kadar gerçek olduğunu ve bağışlamanın ‘yargılamayan hakikat’ olduğunu kabul ederek başlayabiliriz. Duygularımız her koşulda baskın çıkan aklımıza ve düşünsel yeteneğimize rağmen bize kendi doğrumuzu gösteriyor aslında. Kefareti ödenmemiş suçu affedebilmenin, mücadeleyi ve suçu ortadan kaldırmadığını bilerek bağışlayabilmek en zor ve belki de en kıymetli olanı.

(Jean Amery/'Suç ve Kefaretin Ötesinde / Metis Yayınları-Çev. Cemal Ener)

(T24 – Esra YALAZAN – 18.2.2015)

Bu yazı toplam 2013 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar