Suda Güç Politikası…
Türkiye’den gelen su konusu Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasında tartışmalı gündem olmaya devam ediyor. Konuyu iki taraftan da irdelemekte gerek…
21. yüzyılın dünya ekonomisinde ve dolayısıyla uluslararası siyasetinde su en güçlü silah olacak. Su kaynaklarına sahip olmak ve yönetmek, ulusların kendi coğrafyasındaki egemenliği ve başka coğrafyalar üzerinde de etkili olabilmesi için kritik öneme sahiptir. Özünde ve bugün için Kuzey Kıbrıs, genelinde ve uzun vadede ise Kıbrıs adası için, şu anda Türkiye’den gelen su konusunda yaşanan tartışmalı gündemin kaynak odağı budur;
Türkiye tarafı, Kuzey Kıbrıs’a ulaştırdığı suyunun Türkiyeli kalmasında ve dolayısıyla doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye tarafından yönetilmesinde ısrarcı; bunu mümkün kılmak için de devletten devlete, yani ‘uluslararası’ sayılacak bir antlaşma yapmak istiyor… Bunun nedeni de, Kıbrıs sorunu çözülünce antlaşma devam edecek, dolayısıyla da Türkiyelileşmiş su yönetimini sürdürerek, federal Kıbrıs’ta Türkiye’nin önemli ve etkili bir varlığı olacak. Bu arada da su yönetimi AKP yandaşı ve AKP hükümetince mali olarak hormonlanmış bir şirkete verilince, Türkiye hükümeti attığı taş ile ikinci kuşu da vurmuş olacak. Kıbrıs sorunu çözülmezse de aynı hedef herhangi bir kazaya uğramadan Kuzey Kıbrıs’ta devam edecek. Bu hedefe varmayı mümkün kılmak için de görünürde “Kıbrıslı Türkler yönetemez” mazeretine, antlaşma imzalanmazsa da mali desteği vermeme tehdidine sığınılıyor…
Kuzey Kıbrıs tarafına gelince… Hükümetin küçük ortağı UBP, Türkiye’ye ‘Şükran – İtaat – Biat’ kültürüne sahip bir parti ve bu kültürü kullanarak hükümeti “Türkiye versin, ben dağıtayım ve nemalanayım” makamı olarak kullanıyor. Dolayısıyla ve aslında bu konunun tartışma alanında UBP, makine mühendisliği tanımlamasıyla, ‘avare dişli’ elemanıdır. Hükümeti kuran büyük ortak CTP’ye gelince, ideolojisi ve ilkelerinin sentezi olan ve kurultayda onaylanan manifestosundan sapmasına olanak yok; manifestosunda da 21. yüzyılın en güçlü silahı olan suyu özelleştirilemeyecek stratejik mal ver hizmet ürünlerinden biri olarak kaydetmiştir. CTP Parti Meclisi’nin kararı da bundan kaynaklanıyor; başka bir kurultayla bu değişmedikçe, Parti yönetiminin ve / veya hükümetin su konusunda Türkiye tarafının istediğini kabul etmesi olası değildir, velev ki siyasi risklerini ve sonuçlarını kabullenmeyi göze alsınlar…
Şimdi yapılması gereken, tarafların bu iki duruşunun veri tabanı ile bilimsel stratejik planlamadır… Yani “Neredeyiz – Nereye gitmek istiyoruz – oraya nasıl varacağız?” sorularının cevaplarını kullanarak bir plan çıkarmak gerekiyor. Belli ki, projenin başından beri Türkiye tarafının böyle bir planlaması vardı; hiçbir stratejik planlaması olmayan Kuzey Kıbrıs tarafının hazırlıksızlığını da iyi kullanarak istediği hedefe ulaşmak için kriz bile yarattı… Planları olmayan Kuzey Kıbrıs tarafı, doğal olarak krizi de yönetemedi, planları olan Türkiye tarafı krizde ne yapacağına dair ön planlama da yaptığı için hedefine soğukkanlı bir şekilde adım adım ilerliyor… Kuzey Kıbrıs tarafının bu aşamada olsun bir stratejik planlama yapması artık kaçınılmaz... Şu andaki durum bu…
“Nereye gitmek istiyoruz?” sorusunun cevabını CTP Parti Meclisi vermiş, hedef o… “Neredeyiz?” sorusunun cevabı da belli: “kaostayız, su yönetimini Türkiye ‘Türkiyelileştirmek’te ısrarcı, kabulü mümkün değil, bu da Türkiye ile ilişkileri geriyor, Türkiye mali yardımları kesmekle tehdit ediyor, CTP’nin hükümetten gitmemesi gerek çünkü giderse ‘Şükran – itaat – biat’ geleneğindeki sağ partilerin hükümeti Ercan Uçak Alanı gibi suyu de ‘Türkiyelileştirme’yi kabul edecek, CTP ile benzer düşünen ve onun gibi “şükran – itaat – biyat” kültürü olmayan sivil toplum örgütleri hareketlenmektedir, Kıbrıs sorunu görüşme süreci de çözüm yönünde olumlu ilerlemektedir”.
Şimdi işin esas püf noktası, “hedefe nasıl gideceğiz?” sorusunun cevabında… Stratejik ve taktik hareketlerin planlanması gerek… Türkiye tarafının stratejik planının “güç politikası”na dayandığı görülüyor; gücünü hoyratça ve tehditle kullanmakta çekinmiyor. Dolayısıyla Kuzey Kıbrıs tarafı da planını güç politikasına dayandırmalıdır. “Etimiz ne – budumuz ne?!” diyerek teslim olunabilir veya Türkiye tarafının en yumuşak karnı üzerinde güç politikası geliştirilebilir. Ve Türkiye tarafının en yumuşak karnı da Kıbrıs sorunu çözüm süreci ile ilgilidir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta çözüm isteyip istemediği fantezi bir sorudur, Türkiye’nin Kıbrıs’ta kendi çıkarlarının da gözetildiği ve sağlandığı bir çözüme ihtiyacı vardır ve bunun gerçekleşmesi Türkiye’ye yeni ufuklar açacaktır. Hele ki, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki siyasi – ekonomik – askeri konjenktüre bakıldığında, Kıbrıs’ta çözüm ile birlikte Türkiye’nin yakalayabileceği fırsatlar çok cezbedicidir. Dolayısıyla, Kıbrıs sorununun çözülmesi ihtiyacı Türkiye’nin karnının en zayıf noktasıdır.
Güç politikası ise, güç politikası… İlk adım… Su yönetimi konusunda Kuzey Kıbrıs ve Türkiye tarafları arasında yapılacak antlaşma ‘uluslararası’ sayılamayacak bir nitelikte olmalıdır. İkinci adım… Çözüm sonrasında Kıbrıslı Türklerin can ve mal güvenliği için önlemler alınmalı ama bu önlemler Türkiye’nin de etkin ve fiili taraf olması koşulu aranmadan, başka çözümlemelerle de sağlanmasında CTP’nin de dahil olduğu tüm barış güçlerinin bir sıkıntısı olmayacağı kamuoyu ve Cumhurbaşkanı Akıncı ile paylaşılmalıdır. Yani, garanti sistemi başka bir seçenekle değişebilir… Üçüncü adım… Çözümle birlikte, Kıbrıs’ın kıyıdaş ülkelerle olan mevcut MEB sınırları korunmalıdır…
Güç politikası, uluslararası siyasette bir araçtır ama şantaj için kullanılmamalı… Göze göz – dişe diş olmamalı… Ama eğer Türkiye tarafı, dozu kaçırıp da, su yönetiminin Türkiyelileşmesi için Kıbrıslı Türklerin en yumuşak karnı olan mali yardımları ‘güç politikası unsuru’ olarak kullanmakta çekinmiyorsa, Kıbrıs Türk tarafı da su yönetiminin Kıbrıs Türk tarafında olması için ‘güç politikası unsuru’ olarak Türkiye tarafının en yumuşak karnını denemekte çekinceli olmamalıdır. İnce ayar sadece Kıbrıs Türk tarafının ödevi olmamalı…
Umut edilir ki, işler bu noktaya taşınmasın…