1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Suriye’nin Cumartesi Anneleri...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Suriye’nin Cumartesi Anneleri...”

A+A-

Malek DAĞISTANİ/SERBESTİYET

Esad’ın devrilmesinden sonra gözler Suriye’nin kötü şöhretli hapishanelerine çevrildi. 90’lı yıllarda Suriye’de siyasi mahkumların yattığı hapishaneye bir radyo sokulmuştu. 10 yıldır ailelerinden haber alamayan Hasan ve Hüseyin kardeşler annelerine gizli bir mesaj gönderdiler. Çocuklar, annelerinden henüz telefonun yaygın olmadığı yıllarda yurtdışına çalışmaya ve okumaya gitmiş Suriyelilerin aileleriyle haberleşmesi için Şam Radyosu’nda her Cumartesi gecesi yayınlanmaya başlanan ve artık kimsenin dinlemediği “Dünyadaki Çocuklarımız” programına telefonla bağlanmasını istediler. 
Kesin bir karara varmak zor olsa da, o büyük icadı bulanların Hasan ve Hüseyin kardeşler olduklarına herkes hemfikir.
Bu iki Humuslu genç kardeş, 1980’lerin ilk yıllarında tutuklanan başka birçok insan gibi, çocuk yaşlarda tutuklanmış ve tutuklu yıllarının büyük kısmını Tedmur (Palmyra) Hapishanesi’nde geçirdikten sonra, 1980’lerin sonuna doğru başkent Şam’a yakın Sednaya Hapishanesi’ne getirimişlerdi.
Bu uzun yıllar boyunca akrabaları bir kere olsun onları ziyaret edememeleri bir yana, ne onlardan bir haber alabilmiş, ne de Hasan ve Hüseyin kardeşlerden akrabalarına bir haber ulaşabilmişti. Kısacası çocuklarının hayatta olup olmadıklarını bile bilmiyorlardı.

HASAN VE HÜSEYİN KARDEŞLERİN GİZLİ MEKTUBU... 
Her şeye rağmen Sednaya Hapishanesi’ndeki olanaklar, Tedmur cehennemindeki şartlarla kıyaslanamayacak kadar iyi sayılabilirdi. Burda iki kardeş, her ay ziyaretleri olan bazı İslamcı tutuklularla dostluklar kurdular. Aynı dönemde birkaç tutuklu hapishaneye gizlice birkaç radyo sokabilmişlerdi.
İki kardeş, ziyaretleri açık olan bir arkadaşlarıyla gizlice ailelerine bir mektup yolladılar, mektupta onlara hayatta olduklarını ve Sednaya Hapishanesi’nde bulunduklarını yazdılar.

“DÜNYADAKİ ÇOCUKLARIMIZ” PROGRAMI... 
Mektuplarının sonuna da bir not düştüler: Annelerinden, devlete ait Şam (Dimeşq) Radyosu’nda yayınlanan ‘Dünyadaki Çocuklarımız’ programına telefonla katılmasını rica ettiler.
Zaten başka radyo kanalı olmayan Suriye’de bir zamanlar, yurtdışındaki Suriyelilerle iletişime geçmek de pek kolay değildi.
Özellikle 1950’lerde, 1960’larda iş aramak ve yeni bir hayat kurmak umuduyla yurtdışına çıkanlarla Suriye’deki akrabaları arasında iletişim zorlukları nedeniyle bağlar kopmuş, yeniden iletişime geçmek isteyenler Suriye’nin yegane radyo istasyonunda yayımlanan o haftalık progama telefonla bağlanarak iki yönde sesli mesajlar iletebiliyorlardı.
1990’lara geldiğimizde artık her evde bir televizyon olmasına rağmen radyo hala işlevini kaybetmemiş, telefonla iletişim kolaylaşsa da o radyo programı hala yayınlanıyor, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşayanlar arasında ‘antik’ görülse bile bir köprü kuruyordu.
Program her Cumartesi  gece saat 10.30’da yayınlanıyordu. Hasan ve Hüseyin kardeşler her hafta o saatte, hapiste kimsenin açmadığı Şam Radyosu’nu açıyor ve annelerinin sesini duymayı bekliyorlardı.

GERÇEKLEŞEN BİR MUCİZE GİBİ... 
Böylece aradan aylar geçti, sonra bir Cumartesi gecesi o mucize gerçekleşti.
Programı yöneten spiker Hasan ve Hüseyin’in annesine, mesajını kime iletmek istediğini sordu. Anne de Romanya’da üniversitede öğrenci olan iki çocuğuna olacağını söyler. Bunu takip eden dakikalarda Şam Radyosu dinleyicileri, bu programın tarihindeki en tuhaf mesajı duydular:
“Merhaba canım çocuklarım… Merhaba sevgili çocuklarım… Sizi çok özledim…” diye başlayan anne hıçkırıkla ağlamaya başladı.
Spiker kız onu yatıştırmaya çalıştı, devam etmesini söyledi. Anne hıçkırıklarını zor kontrol ederek sözlerine devam etti.
Mesajında ne spikerin, ne de radyo dinleyenlerin anlaması mümkün olmayacak çelişkiler vardı. Mesela mesajına başlamadan önce iki çocuğunun Romanya’ya bir yıl önce gittiklerini söylemişti, devamında ise ‘aile fertlerinin haberleri’ çerçevesinde kız kardeşlerinin evlenip 3 çocuk sahibi olduğunu, bu çocukların tek tek adlarını da vererek anlattı, küçük erkek kardeşlerinin de üniversiteyi bitirdiğini söyledi.
Bunlar gibi zaman açısından birçok tutarsızlık kimsenin dikkatini çekmedi.
Annenin sesli mesajı bitti, iki çocuğu da onu dinlerken gözyaşlarına boğulmuştu. Bunlar hüzün gözyaşları oldukları kadar, aynı zamanda mutluluk ve hasret gözyaşlarıydı.

YENİ BİR ÇAĞIN BAŞLANGICI GİBİ...
Ve bu olay hapishanede yeni bir çağın başlangıcı gibiydi.
10 yıl kadar süre akrabalarıyla hiçbir iletişim olanağı olmayan, dünyayla aralarına kalın bir duvar örülmüş olan siyasi tutuklulara bir tür ışık penceresi açılmış gibiydi.
Aynı anda radyo programı için de yeni bir çığır açılmış gibiydi, aradan bir kaç hafta geçmeden, program vaktinin tümü Sednaya mahpuslarının aileleri tarafından işgal edildi.
O soğuk ve uzun gecelerde, Cumartesi gecesi saat on buçukta hemen hemen hapishanenin bütün koğuşlarında kutsal bir sessizlik hakim oluyordu. Ailesine haber göndermiş olan her mahpus bir sonraki mesajın kendisine olması için sessizce dua ediyordu. O gerginlik anlarında gerçek üstü bir duygu karmaşası hüküm sürer, gözyaşları kahkahalara karışırdı. Gözyaşlarının nedeni açıkken kahkahalara yol açan şey ise mesajların içindeki acayip tutarsızlıklardı.

“SENİ ÇOK ÖZLEDİM CANIM OĞLUM...”
O günlerde Cumartesi geceleri haftanın en önemli geceleriydi. Acaba dünyada bir annenin çocuğuna ‘Seni özledim canım’ demek için bu kadar hileye başvurmak zorunda kaldığı başka bir ülke var mı, diye soruyorduk birbirimize.
O programda Cumartesi geceleri en çok tekrarlanan, 5 sözcükten oluşan ‘seni çok özledim canım oğlum’ cümlesiydi, on yıl kadar önce kucağından alınarak cehenneme götürülmüş olan çocuğunun duyup duymadığını bilmeden söylenen cümle.
Normal hayat şartlarında çok sıradan olan, annelerin pek anlam yüklemeden söyleyebilecekleri bu cümle, Sednaya Hapishanesi’nde, 1990’lı yıllarda Cumartesi geceleri, yüzlerce mahpusu ağlatabiliyordu, belki hapishane duvarlarını bile.
Spiker kızın hakkını da yememek gerekir, açıklanması zor bir sabırla, o Cumartesi annelerinin ağlamalarını dinler, mesajlarındaki tutarsızlıkları sormaz, en önemlisi de bu annelerin hepsinin çocukları üniversitelerde okuyor diye sevinmeleri gerekirken neden ağladıklarını anlamasa da sorgulamazdı.
Ziyaretleri açık olan bazı mahpusların eşleri de bazen radyo programına bağlanarak onları sevdiklerini dile getirdikleri zaman, mahpus eşlerini zor durumda bırakıyorlardı. Çünkü bu yaptıklarıyla ziyaret hakkı olmayan mahpusların program zamanından payına düşecek fırsatı ellerinden almış oluyorlardı.

ÇOCUKLAR GİBİ AĞLIYORDUK... 
Ama mahpuslar için en zor durum şuydu: programda çocuğu hala Tedmur Hapishanesi’nde olan bir annenin ilettiği mesajlarda dile getirdiği duygularının oğluna ulaşmayacağını biliyorduk. Daha da beteri mesaj ileten annenin oğlunun yıllar önce idam edildiğini ya da Tedmur’da 1980 yılının haziran ayında gerçekleşen katliamda öldürüldüğünü bilmeyerek ona seslenmesi bizi çileden çıkarıyor, çocuklar gibi ağlıyorduk.
Pazar günü sabahlarında, koğuş kapıları açılınca, dün gece sesli mesajlar alan mahpuslar tebrik yağmuruna tutuluyor, mesaj bekleyen ve alamayanlar ise mahpuslara has sabırla gelecek haftayı bekliyorlardı.
Bütün bunlar doksanlı yılların başında yaşandı. Bu hikayeler ne kadar acı ve çile içerseler de, bugün Suriye'de ortadan kaybolan/kaybettirilen on binlerce insan, yine binlerce insanın işkence altında öldürülmesinin, bunların yayımlanan fotoğrafların arasında çocuklarınınkini arayan ailelerin trajedileriyle kıyaslandığında katlanılabilir acılar olduklarını göreceğiz.

(Malek Dağıstani: Suriyeli gazeteci – yazar. 1980’ler ve 1990’lar arasında siyasi tutuklu olarak yıllarca hapishanede yatmış olup, 2012’den bu yana İstanbul'da yaşıyor.)     

 

sayfa-17-oncelikli-resim.jpg

sayfa-17-suriyeli-kayiplar-icin-yurtdisinda-bir-eylem.jpg

Suriyeli kayıplar için yurtdışında bir eylem...

sayfa-17-kayiplarini-arayan-suriyeli-bir-kadin.jpg

Kayıplarını arayan Suriyeli bir kadın...

 

(SERBESTİYET – Malek DAĞISTANİ - Çeviren: Bekir Sıdkı – 9.12.2024)


“Amasya ve Gümüşhacıköy’de Ermeniler’den kim kaldı?...”

Murat Ezer/AGOS

(AGOS’tan not: Fotoğrafçı ve belgesel yapımcısı Murat Ezer yine yollara düştü. Bu kez Amasya ve Gümüşhacıköy'de son kalan Ermenilerle görüştü. Hüzünlü ama insana yine de direnç veren hikâyelerle geri döndü, izlenimlerini Agos için yazdı...)

24 Aralık 2024 Salı günü 20 kiloluk çantamı sırtladım. Çarşamba sabahı 07.00’de şehzadeler şehri Amasya’ya ayak bastım.
Bu seyahatim plansız ve zaruri gelişti. Yozgat’ta yaşayan bir arkadaşımdan Amasya’da yaşayan son Ermeni ayakkabı tamircisi Rapayel daydayın (dayının) yakın zamanda ameliyat olduğunu, eşinin de birçok rahatsızlığı olduğunu, tek katlı, odun-kömür sobalı bir evde yaşadıklarını haber aldım. Facebook sayfamdan yaptığım duyuruya 19 iyi yürekli insan destek verdi. Eşim Janet ve benim de topladığım kıyafet ve ayakkabılarla yola koyuldum.
73 yaşındaki çalışkan, gururlu, mütevazı Rapayel dayday beni meydandan aldı, evlerine misafir oldum. Yöresel ürünlerle hazırlanmış kahvaltımızı üç gözlü kuzine sobasının o hiçbir yerde bulamadığım sıcaklığında yaptık. Eşi ve kendisine emanetleri teslim ettim. Çok duygulandılar ve mutlu oldular. Tüm güzel yürekli insanlara teşekkür ve dua ettiler. Dolan gözlerinden yaş bir türlü akmıyordu.
Ağzından kelimeler akıverdi: "Bak evlat, son kömürler buradakiler, tam zamanında geldin, bir gece misafirim olacaksın, seni bırakmam". Üst kattaki tek göz oda tarih kokuyordu. Odanın içinde yerde mermer banyo (düz bir mermer taş), mutfak, yatak odası, kiler, dolaplar... Tavan komple ağaç gövdesi, yer, pencere çerçeveleri tahta, bir metrelik kabloyla sarkıtılmış tek bir ampul.
Başımı yastığa koyunca tavana odaklandım, 1850 Amasya’sının Ermeni halkının yaşantısını gördüm, ağaç işçiliği ve zanaatta ne kadar maharetli olduklarını anladım.
Sabah kahvaltısı ben uyanmadan hazırlanmıştı. Hem hüzünlü hem mutlu Rapayel dayday ve eşine veda ettim.
Şehrin 3 kilometre dışında, yolu İmam Hatip Lisesi’nin içinden geçen Amasya Ermeni Mezarlığı’na gittim. Yaklaşık 150 mezar taşı barındıran, bazı mezarların çöktüğü, kesilen ağaçların atıldığı, bakımsız, kapısı açık, arkası orman, etrafı tellerle çevrilmiş yaklaşık 300 metreye 300 metre bir alan. Fotoğraf ve video çektim...

GÜMÜŞHACIKÖY VE ŞAHAN MİNASER...
...  Amasya’dan Gümüşhacıköy kazasına ulaştığımda saat 17.00 olmuş, hava kararmıştı. 2018 ve 2019’da iki kez gelmiştim, kitap ve belgesel çalışmaları için. Aklıma ilk gelen tarihi çarşının göbeğinde, saat kulesinin arkasındaki Şahan Giyim Manifatura’ya, yani Şahan Minaser ahpariğime gitmekti. Gördüğüm manzaraya önce inanmak istemedim, sonra kendi kendime "Yok ya, yeni bir dükkana taşınmıştır" dedim. İçerisi bomboştu. 2018’de geldiğimde top top, rengarenk kumaşlar, havlular, nevresim takımları, manifatura malzemeleri ile dolu, cıvıl cıvıldı. İçeride kadınların izdiham yarattığı ve bazen kapının dışında kuyrukların olduğu dükkândan eser kalmamış. Hava kuru soğuktu, bitişiğinde köy kahvesi vardı, ısınmak ve dükkân hakkında havadis almak için oturdum.

“ŞAHAN USTA GİDERSE, BURALARIN BEREKETİ KALMAZ...”
Kısa boylu, gür bıyıklı Satılmış Usta'ya vaziyeti anlattım ve sordum. Kısık ve titrek bir sesle “Dükkânı kapatıyor, üç misli kira istemiş mal sahibi. Şahan Usta giderse buradaki esnaf iş yapamaz, bu bölgenin bereketi, tadı tuzu kalmaz. Çok beyefendi, dürüst, mütevazıdır. Şahan Usta veresiye verir, kimseyi üzmez, yardımsever, her gelene çay kahve ısmarlayan mükemmel bir insandır” diyor. Hemen bir anısını anlatıyor: “Yola, İstanbul’a gideceğim dedim, paran yoksa vereyim Satılmış gardaş, ne zaman elin rahatlarsa verirsin dedi. Gardaş gardaşa söylemez bu devirde.”
40 senesi iç bedestende, 20 senesi şimdiki dükkânda 60 senelik bir tarihi var Şahan Giyim’in. Son Ermeni esnaf Şahan Minaser ahparig tarih sayfalarındaki yerini alıyordu. Babası manifaturacı, dedesi kuyumcu üç kuşak yaklaşık 140 sene esnaflık etmişler Gümüşhacıköy halkına. Şahan ahpariği ellerim titreyerek aradım, durumu izah ettim, o da “Yarın 09.30’da dükkânda olacağım, gel. Sakın öğle yemeği yeme, buranın meşhur sırık kebabından yedirteceğim sana” dedi. Tam dediği saatte dükkâna gittiğimde hüzün, acı ve az da olsa mutluluk sarmalı sardı beni. 76 yaşındaki Şahan ahpariğin de istirahate, kendine ve maması 96 yaşındaki nur yüzlü, tarih abidesi Zabel tantiğe de vakit ayırması gerektiğini düşündüm. Hüzün ve acı sarmalı ise artık Ermeni esnafın olmaması ve kira sebebiyle 140 senelik tarihi devrin kapanmasıydı.

BOŞ DÜKKANDA YANKILANAN SESLER...
Çaylar kahveler devamlı tazeleniyordu, boş dükkânda sesler yankılanıyordu. Şahan ahpariğin çocukluk arkadaşları Ali, Hüseyin, Osman, Satılmış, ismini unuttuğum arkadaşları geldiler. Çay kahve ikramları, sıcak muhabbet, şakalaşmalar. Hüseyin abinin şu sözlerini anmaya değer: "Ya arkadaş herkes parasıyla mal alamazken Şahan Ustam bir telefonuyla dükkanına mal yığıyordu."
Öğle 12.30’da Gümüşhacıköy çarşısının merkezindeki meşhur, tek sırık kebapçısına götürdü beni Şahan ahparig.
Kebabın lezzeti damağımdan gitmemişken öksüz evlat gibi duran, sadece camda Şahan Giyim yazan içinde üç sandalye, bir masa, pos cihazı ve sehpa olan tarihe yenik düşen dükkânda çaylarımızı yudumluyor Şahan ahparig ve çocukluk arkadaşları ile muhabbetimize devam ediyorduk. Bu arada gözüme kendi el yazısıyla tuttuğu (doktor reçetesi gibi) alacak defteri ilişti. İstemeyerek de olsa bu defterde ne kadar alacak olduğunu sordum. Anlamlı bir gülümsemeyle şu cevabı verdi: “Yeğpayr (kardeş) 100 bin lira alacağım var, bugün dört kişi geldi, daha ayın 26’sı değil mi? Ocak’ın 1-2sine kadar buradayım, gelirler, gelirler. Gümüşhacıköy’de herkes birbirini iyi tanır, kasabamızın nüfusu ancak 16 bin var. Zihniyeti kötü olandan çek, senet, imza alsan ne olur ne yazar. Ticarette her zaman yüzde 10 fire olur, yüzde 10 unutacaksın, ona baştan katlanacaksın yeğpayr. Haa bu arada söyleyeyim Zabel mamama söyledim geldiğini, seni bekliyor.”

MERZİFON VE ANTİKACI MEHMET USTA...
Yeni yıla üç gün kalmıştı. Dönmem gerekiyordu. 29 Aralık 2024 sabahı 10.00’da Gümüşhacıköy- Merzifon minibüsüyle yarım saat sonra Merzifon Otogarı’na vardım. Facebook’ta tanıştığım, ilk kez göreceğim antikacı Mehmet Usta beni karşıladı ve tüm gün gezdirdi. Her gün çevresindeki her kedi, köpek, kuşa mama ve evden artan yemekleri dağıtıyor. O gün bu tarifsiz hazzı, mutluluğu beraber tattık. "Ömrümün son nefesine kadar bu dostlarımızı yalnız bırakmayacağım" diyor Mehmet usta.
Mehmet Usta'nın evinin altındaki antikacı dükkanında tanıtım çekimleri yaptım. 30 sene köy, mahalle, kaza gezip biriktirdiği antika eşyalar sizi tarihte yolculuğa çıkarıyor ve düşündürüyor. Ermenilerden kalma bakır eşyalar, ahşap beşik, kömürlü ütüler, elle çalışan dikiş makineleri, çıkrık ip sarma makinesi, çömlekler, vazolar, süs eşyaları, ilk kez gördüğüm birçok eşya.
Bazılarının üzerinde imal eden ustanın Ermenice ismi ve tarih yazıyordu. Bana da Ermeni bir ustanın yaptığı sapı tahta ucu işlemeli bakır bir kaşık hediye etti.
Saati 16.30 yapmıştık, "Hanım yemek yapmış, bekliyor" dedi, "Yemeğe yerim yok ama annenizle tanışmayı çok isterim" dedim. 2024 yılında bile Anadolu insanının sıcaklığı, misafirperverliği insana mutluluk veriyor. Nur yüzlü, sevecen, bilgili Fatma anne, 96 yaşında. Sohbet ettik, video ve fotoğraflar çektim, otobüs vakti de yaklaştı. Mehmet Usta ve ailesiyle vedalaştım, çantamı sırtladım.
Tüm gün benimle ilgilenen Merzifonlu antikacı Mehmet Usta'ya ve ailesine, Gümüşhacıköy’de benimle ilgilenen Şahan Minaser ahparig ve maması Zabel tantiğe, çarşı esnafına, Amasya’da misafirleri olduğum Rapayel dayday ve eşine çok teşekkür ederim, sağ olsunlar.

sayfa-16-antikaci-mehmet-usta.jpg

Antikacı Mehmet Usta...

sayfa-16-sahan-minaser-bosalttigi-dukkanin-onunde.jpg

Şahan Minaser, boşalttığı dükkanın önünde...

(AGOS – Murat EZER – 17.2.2025)
 

Bu yazı toplam 564 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar