SUSMA SUÇU
“Yakında kar yağacak,
Vay haline, yurdu olmayanın.”(1)
Üç sıra, peşi sıra, arkalı, sağlı sollu, aralarından su sızmayacak şekilde dizilmiş hazır kıta polisler. Hukukta emrin nereden geldiği önemlidir, üstün kim olduğu, hangi amaçla ne yapılacağı, nereye dikileceği, nereye oturulacağı. Lefkoşa’nın ortasında meclisin tam karşısında, adının başında “Cumhuriyet” yazan bir binanın hem de, bir grup polis kamu yolunu kesiyor. Azılı suçlular(!?) yürüyorlar, ellerinde kağıtlar var, cep telefonları, kameralar, üstelik basın çalışanları -ki aramızda kalsın onlar en tehlikelileri, çünkü devletler arası güzel ilişkileri bozuyorlar- eşlik ediyor bizim olağan şüpheli suçlulara.
Şimdi soracaksınız, olağan şüpheli de neyin nesi? Olağan şüpheli bizim buralarda muhalif eylemcilere derler, bunlar her daim suçlu olabildikleri için de suçludurlar işte.
Bir insan şüpheli ise nasıl suçlu olur? Yasaya bakınca herkes masumdur, “kitaba” bakınca suçlu işte, neyi sorguluyorsun?
“Buralı hukukun” cilvelerini bırakıp yaşanmış olayımıza dönelim. Bu caddede saatler önce trafiğin vızır vızır aktığı bir esnada, yine farklı düşünen insanlar açıklama yapmışlar ve sonra da dağılmışlardı. Şimdi ise sendika temsilcileri ve bu toplumun insanları, hatta yedi ceddi buralı insanlar, olağan şüpheli olduklarından, suçu önlemek için devletin polisi önlem alıyor. Devlet ciddiyetinde, hem de.
Olağan şüpheli suçlu adam başlıyor konuşmaya, yazdığını elçiye verecek, hayır veremezsin, şuradan yürüyeyim, hayır yürüyemezsin, asfalt yoldan değil kaldırımdan, ne münasebet, ama onlara izin verdiniz, onlara veririz size yok.
Anayasa dedikleri metinde hukukun üstünlüğü yazan yerde bir hata olmalı. Daktilo hatası mı, niyet bozukluğu mu, yoksa rejim körlüğü mü bilinmez. Bildiğimiz, işte Lefkoşa’nın orta yerinde, “Cumhuriyet”in karşısında, hukuk herkese eşit işlemiyor. Sıcaktan “devlet aklı”nın aklı karıştı diyeceğiz, o da değil, öyle olsa havada bulut yerine güneş olurdu, üniformalılar terlerdi.
Hayır, bu resmi olarak artık Kıbrıslıların, kendi yurtlarında süreklilik arzedecek şekilde yurtsuzlaştırılmasından başka bir şey değil. Kendi ülkesinde olağan şüpheli, taşlanacak bir kalem, sövülecek bir vekil, asılacak bir siyasi düşünce, sallandırılacak bir kimlik haline gelmesidir. Suç işleyenlerin korunması ve kollanması, en temel hak ve özgürlüklerini savunanların ise devlet eliyle haklarının çiğnenmesidir. Ve tüm bunlar olurken hep bir ağızdan, burundan, artık nereden ise, susmaktır!.
Hikâye anlatıcıları bilirler, durup dururken hem de bu kadar ciddi mesele varken, otopsiye yatan Kıbrıslıyı anlatmak, kafasını kuma gömen bürokratı betimlemek ya da yerin dibine batan rejimin içinde koşuşturan bir evrak taşıyıcısının kristalden kalesini yazmak zor olmaz. İstesek çok ciddi konular da yazarız da, buraya yakışmaz. Artık iki artı ikinin KKTC’nin doğum tarihine karşılık geldiği bir hukuki rejimde yaşıyoruz. Bu ülkeyi, yurdumuzu tarumar eden bir aklın içinde yozlaşıyoruz. Bu güzel ülkeye susarak, elbirliği ile yazık ediyoruz.
Susmak suçtur! Hayır, yasada değil. Vicdanda suçtur, dili olanın konuşmaması, eli olanın itiraz etmemesi, ayağı olanın yürümemesi gibi. Suçtur, böylesi koşullarda. Çünkü bütün büyük günahların sebebi susmaktır.
Bir insan susarsa, sonra toplum susmayı öğrenir. Kolektiflik haline gelen susma acziyeti, kolektif suçlar sonra da kolektif cezalar yaratır. Nazi Almanyası’na bakalım. Hukukun ayaklar altına alındığı, en temel insani değerlerin büyük bir tekinsizlikle öldürüldüğü o günlere. Jean Améry, işkenceden geçirildiği o günleri anlatırken haklı olarak şunu sorar: Halk ne olduğunu biliyordu. “Çünkü yakınlardaki bir imha kampından gelen yanık kokularını, tıpkı bizim gibi, onlar da alıyorlardı. Ve kimileri, daha bir gün önce ayıklama rampalarına getirilen kurbanların sırtlarından alınmış olan kıyafetleri giyiyorlardı” (2). Vahşetin çağrısı herkes içindir. Kulaklarınızı tıkayabilir, gözlerinizi kapatabilir ve dilinizi içeri çekebilirsiniz. İstediğiniz kadar çekin, eğer vicdan varsa, o “insanlık midesi” bulanacaktır. SS komandolarının evlere girip, üst katlardaki pencerelerden henüz yürüyemeyen bebekleri kaldırım taşlarının üzerine fırlattığı günleri yaşadı “insanlık tarihi”. Sonrasında bir bağışlama, affetme, geçmişle hesaplaşma kültürü gelişti. Adına uygarlık dediğimiz şey aslında, günahlarımızın toplamından başka bir şey değildir. Şimdi ise bizler o günlerin kanayan yaralarının izlerini, insan hakları mücadelesinin her tarafında buluyoruz. Her birini, tek tek toplayıp “hukuk” yapıyoruz. O yüzden bir hakkın ihlali, bütün hakların ihlalidir diyoruz. Eşit uygulanmayan yasalara ses çıkarılmadığı takdirde, yarın hiç kimse konuşmaya cesaret edecek gücü kendinde bulamayacak diyoruz. Gittikçe susan toplum, itiraz etme, karşı durma, çömelmeme ve biat etmeme haklarını kaybettiğinde, yok olmaya mahkumdur.
Çok karanlık ve kötücül bir tablo çizmeyelim. Elbet bir yerlerde birilerine hukuk işliyordur. Sana, bana, ona, buna işlemese de. İşler gibi görünse, yolları kapatsa, konuşmana izin vermese, verir gibi yapıp ucundan gösterse, eşit olmasa, olur gibi görünüp toplumu kandırsa, sonra da çıkıp hazır ol! da dursa da. Biz inancımızı kaybetmeyeceğiz elbet, sorgulayacak ve susmayacağız. Çünkü biliriz ki, Hegel haklı: “Minerva’nın baykuşu ancak alacakaranlık çöktüğünde kanatlarını açar.” Alacakaranlık çöktüğünde...
Uyarmış olalım, susmak suçtur, insanlık vicdanının anayasasında. Sonra tarih, sizi dut yemiş bülbül olduğunuz dönemler için mahkemeye çağırdığında üzülmeyiniz.
Çünkü, elbet bir gün sizi mahkemeye çağıracaklar ve soracaklar:
“Neden Sustun?”
1- Friedrich Nietzsche - “Yalnız” şiirinden.
2- Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, Metis Yayınları, Ocak 2015, s.101.