SUSMANIN AĞIRLIĞI…
Çoğu kez susmanın bir şeyleri değiştireceğini sanırız.
Ama aslında değiştirmiyor…
Çoğu kez susmanın bir şeyleri değiştireceğini sanırız.
Ama aslında değiştirmiyor…
Belki bir süreliğine erteleyebiliyor olayları,
Belki biraz zaman kazandırabiliyor bizlere, yoluna koymak istediklerimiz hakkında…
Bazılarımız susmanın asaletten olduğunu söyler ve buna kendileri de inanır.
Susmak asaletten değildir, en azından şahsi görüşüm benim bu yöndedir.
Susuluyorsa, o an öyle hissedildiğindendir.
Susuluyorsa, bir sonraki adımı nasıl atacağını düşünmek içindir,
Susuluyorsa, incindiği içindir,
Susuluyorsa, noktayı koyduğu içindir…
Yazının içinden olduğumdan mıdır nedir, fazla konuşmayı sevmem.
Gereksiz ve boşu boşuna konuşmalarla vakit geçirmektense, sessizliğin sesini dinlemeyi,
Etrafta gelişen olayları izlemeyi severim.
Söz ağzımızdan çıktığı andan itibaren ne geri dönüşü vardır, ne de telafisi.
İnsanlar sadece konuşarak anlaşmıyor,
İnsanlar dokunarak da,
Bakışarak da anlaşabiliyor.
Hatta bazen empati bile yaparak anlaşabilirsiniz.
Biliyor musunuz?
Önemli olan konuşmak veya susmak değildir,
Önemli olan, nerede susmamız gerektiğini bilmemizdir.
Nerede konuşmamız gerektiğini anlayabilmektir.
Tıpkı gördüğümüz bir olayı, görmemezlikten gelmemiz gibi…
Konuşmak gerekirken, susmak…
Susmak gerekirken, konuşmak
Ve görmen gerekirken, görmemezlikten gelmen…
Bunun sonucunda, gittikçe çoğalan gece ışığının yolunu gözlemek.
Yapabildiğiniz sadece bu olur.
Kelimelere dökülemeyen duygular,
Sözlere bir türlü gelemeyen aşklar,
Tüm bunlar, içimizde fırtına estirse bile, bir fayda sağlayamadığını, yine gittikçe çoğalan kör düğümlerden, batmakta olan güneşi izlerken bir Kasım ayının akşamında kafanızdan geçirirsiniz.
Yanmakta olan ateşe bakarken, içinizde hiçbir hayıflanma yoksa
Dudağınızın kenarında masum bir gülümseme varsa,
Bilin ki söylemek istediklerinizi söylemişsinizdir,
Susmak gerektiğinde de susmuşsunuzdur.
Susmanın, her ne kadar bir şeyleri değiştirmeyeceğini yazımın başında belirtmiş olsam bile, aşağıda okuyacağınız gerçek bir hikâyede onun bazen gerçekleşmesinin mümkün görünmediği bir masalın en özel taşı olabileceğini göreceğiz.
Vakti zamanda okumuştum.
Ünlü bir heykeltıraşın otobiyografisi…
Ona âşık olan genç bir kadın ve yıllarca süren bir dostluk.
Kadın bir günden bir güne, duyguları hakkında en ufacık bir sır vermiyor. Bu konuda susuyor. Nedendir bilinmez.
Günün birinde, heykeltıraş hastalanıyor. Genç kadın çok üzülür. Ziyaretine gider. Yatakta yatmakta olan heykeltıraşın, elini avuçlarının içine alır.
Ona der ki “İyileşeceksin. Bu yataktan, bu odadan çıkacaksın. Yeniden atölyede birlikte çalışacağız. Bugün sana bir hediye vermeye geldim. Al onu. Hayatım senindir. Kendimi, yaşantımı kısaca her şeyimi, değer verdiğim bir insana sunmak, armağan etmek kadar, daha doğal ne olabilir ki?
Senin hastalanman, beni, kendimle ve seninle ilgili olarak, konuşmadığım ve ertelediğim bazı gerçeklerle yüz yüze gelmemi sağladı. O duygularımla yüzleşince, hemen sana gelmek istedim. Anladım ki susmanın değil artık konuşmanın vaktiydi.
Geç kalmaktan korktum” der.
Evet, sevgili okuyucularım, heykeltıraş iyileşir.
Yataktan çıkar. Odadan çıkar. Tekrar atölyede çalışmaya başlarlar.
O gün, o odada söylenen sözler unutulmaz.
İki dost, iki arkadaş gibi çalışmalarını sürdürürler.
Heykeltıraş, genç kadına her baktığında, o tutku ve sevgi dolu bakışları görür.
Ve yaşamının geri kalan kısmında, ismi Camelia olan sevgilisini sever, evli olmasın rağmen.
Kendine hayatını armağan edecek kadar seven, genç yaşına rağmen, buna cesaret eden kadına değer verir ve ölünceye dek yanından ayırmaz…
Yukarıdaki otobiyografiyi okuyalı uzun zaman oldu. Buna rağmen, ilk okuduğum günkü gibi, her satırını, her noktasını hatırlarım.
Etkilenmiştim…
Heykeltıraşın ismi Rodin’di.