Suzan Kısaoğlu: Özgürlüğün sahipleri mi var?
Onaylamak ve onay almak. Takdir kazanmak, önemli bir birey olmak, bir şeyler başardığını somut bir dönütle duyumsama güdüsü... Ahlak ve değer yargılarını yontup biçim katmak ve içine yerleşmek. Yeni yaşam düzeninin, değişen ekonomik düzenle birlikte büyüyen rekabet ortamının içimizde beslediği güdüler. Bunlar, çoğunluğa uyum sağlamaya iten, çoğulluğu normal kılan, ‘diğerleri’ diye bir kavram yaratan ve onları ötekileştiren, doğal olmayan, yapay güdüler. Bunlar tehlikeliler.
Tehlikeliler çünkü ruhsal bir üniforma yaratma eğilimi göstermekteler. Doğru hissetmek için tekdüzeleşen toplumun arasında tekdüzeleşmek... Darwin’in o meşhur ‘uyum sağlayabilen hayatta kalır’ teoremi gibi; Charles Darwin evrime bu cümleyle dikkat çekmişti. Görülen o ki, zihnimiz de, hücrelerin doğal seleksiyona adapte olma çabası gösterdiği gibi, yaşamak için, çoğul zihinsel kavrayış her neyse ona adapte olma eğiliminde. Ve çağımızda, çoğul zihinsel kavrayış neo-liberalizmi fark etmeden benimsemiş durumda. Sosyolog Zygmunt Bauman, ‘hiç bu kadar özgür, hiç bu kadar aciz olmamıştık’ cümlesiyle tam olarak neo-liberal düzenin inşa ettiği bu yeni yaşam anlayışının güdülerimizi ne kadar yapaylaştırıp acizleştirdiğini açıklamakta. Ne kadar köleleştiğimizi...
Neo-liberal düzen, yani yeni özgürlükçü politika... Buradaki özgürlük kelimesinin işaret ettiği nokta bizde, ya da en azından bende uyandırdığı o güzel yaşamsal bağımsızlıktan oldukça uzak bir kavram. Buradaki özgürlük, ekonomiye bahşedilen bir özgürlük. Bireye değil. Üretim ve tüketim ilişkisine. Ki bu da dünya nezdinde kapitalizme kan kazandırmakta.
Buna izin veriyoruz.
İnançlı veya inançsız insanlar olarak hepimiz onun bir parçası haline geldiğimizi yadsımayıp gevşeyen hayatımıza adapte olurken piyasanın özgürleşmesine izin veriyor, dahası sonuçlarından haz duyuyoruz. Koltuklar büyüyor, yükseliyor ve biz bir nebze de olsa o koltuklara yaklaşabildiğimizi hissedebildiğimiz her an, takdir ve tatmin ilişkisinin gerçekleştiği her an, o ruhsal üniformayı giyiyor ve şişirilmiş sahte bir tat alarak onur duyusuna ulaştığımızı sanıyoruz. Benzeşebilmenin verdiği o duygu...
Plastik bir onur.
Makine gücü makineden bir yaşam alanı inşa ediyor ve biz, yeşilin, gökyüzünün, renklerin ve sevginin, yaşama ait, doğal olan ne varsa onun özgürlüğünü çalıp kapitale veriyoruz.
Tüm bu sisteme, her şeye inanabiliyoruz. Her şeyi benimseyip özümsüyoruz da bir sevgiye inanamıyoruz ya ben en çok buna şaşırıyorum.
Tüm bu adaptasyon sürecinden sonra çoğunluğa ‘normal’ sıfatını yakıştırıp azınlık olarak gördüğümüzü yadırgayıp yok etme güdümüne gidiyoruz ya ben buna anlam veremiyorum.
Ahlaksal değer yargıları yaratıp, tinsel veya başka türlü inanışlarla o yaratılan değer yargıları huzurunda bireyleri kalıplara sokma eğilimine gidiyoruz. Çünkü biz o kalıplarla mutlu olabildik, o kalıplarla ötekileşmedik.
O kalıplar doğruyu işaret etmekteler(!) Üstelik aynı kalıplar, dünyanın bir yerinde on dört yaşındaki çocuğu eşcinsel olduğu için idam edebiliyor ve kimse buna itiraz edemiyorken, bazı yerlerinde homofobinin nabzını yükseltip çoğunlukla denk duygulara sahip olmadığı için bireylerin şiddet görmesine, intihara sürüklenmesine ve bir şekilde yaşamdan silinmesine sebep olabiliyor.
Ne hiç bir çoğulluk, ne de hiç bir olgu, cana zarar veren bu kalıpları doğru kılamaz! Ve siz, bir canın, kabul ettiğiniz türe benzemediğini iddia ettiğiniz için bu şekilde zulümlerle yüz yüze gelmesini hiç bir tanrısal inanış veya ahlaksal normla açıklayamazsınız!
Bireyleri ötekileştirmek nefret suçudur. Tıpkı diğer her türlü ötekileştirme türünde olduğu gibi, cinsel yönelimlerinden dolayı, üstelik böyle bir biyolojik nedensellikle, bireylere nefret duygusu beslemek ve yaşamsal özgürlüklerini kısıtlamak suçtur. Homofobi, yaşam biçimimizi şekillendiren bizi benzeşebildiğimiz zaman mutlu kılan bu sistemin yarattığı bir olgudur. Doğal içgüdülerimizde olmayan, öğrenilen bir nefret duygusudur. Onu siz yarattınız, siz yok edebilirsiniz. Özgürlüğü yanlış, yapay maddeden oluşmuş şeylere vermek yerine, sevgiye, doğanın doğurduğu güdülere vererek... Nefreti yok edebilir, özgürlüğün anlamını kavrayabilirsiniz. Bir düzen yaratmak için ihtiyacınız olan ahlak anlayışı yaşamsal özgürlükleri kısıtlamak değildir. Böyle düzen değil, tutsak zihinli bir düzensizlik sağlanır. Bunu artık görmelisiniz.
Ne tür bir meşguliyetsizlik insanların neyi, kimi sevmeyi, onunla nasıl yaşamayı seçtiğini düşünüp bundan irite olacak kadar aklınızı yormaya sebep oluyor, şaşırıyorum. Garipseyip yadırgamanız gereken elimizden alınan hürlüğün bizi getirdiği bu noktadır. Üzerine düşünmeniz gereken uğruna emeğimizi tükettiğimiz bu sistemin bize giydirdiği rahatsız edici, hastalıklı kalıplardır. Mutlu olmak için onayına bağımlı kılındığımız bu kalıpları kırmak bir ütopya değildir. Aksine, bu kalıpları kırmak, doğal olanı, renkleri selamlamaktır.
Birilerinin özgürlüğünün başka birilerinin tutsaklığına sebep olduğu bir ortamda nefes almaktayız. Özgürlüğün sahiplerinin olduğu, onun güçlünün elinde olduğu bir ortamda. Gücün bireye değil maddeye ait olduğu bir ortamda.
Oysa gerçek özgürlük bireyin elinde olan özgürlüktür. Ve böylesi bir özgürlük, yasalardan önce zihinlerde sağlanır, öğrenmelisiniz.