1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Tabutlarla Gel(e)meyen Barış: Oğlunu Çatışmada Kaybetmiş Asker Annelerinin Deneyimleri
Tabutlarla Gel(e)meyen Barış: Oğlunu Çatışmada Kaybetmiş Asker Annelerinin Deneyimleri

Tabutlarla Gel(e)meyen Barış: Oğlunu Çatışmada Kaybetmiş Asker Annelerinin Deneyimleri

Tabutlarla Gel(e)meyen Barış: Oğlunu Çatışmada Kaybetmiş Asker Annelerinin Deneyimleri

A+A-


Esra GEDİK
[email protected] 

İnsan hayatının tabii bir sonucu olan ölüm olgusu, hem bireyler hem de toplumlar için son derece önemli olan bir olgudur. Zira savaş durumlarında insanı derinden etkileyen etkenlerden biri de ölüm gerçeğidir. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden günümüze uzanan yelpaze içinde insanlığın ölüme ilişkin düşüncelerine bakıldığında, ölüme bir anlam verme ve ölümün acısını dindirmek için ölümün bazı ritüel ve sembollerle şekillendirildiği görülmüştür.

İlahi dinler ile milliyetçi sistemlerde ise ölüm; söylemleri meşrulaştırma unsurlarından biri olmuştur. Bu yüzden tarih boyunca insan toplulukları sosyal hayatın devamı için, ölümün etkisini hafifletecek ya da unutturacak tören ve ritüeller oluşturmak durumunda kalmışlardır. Şehitlik kavramı da Türkiye ve İslam coğrafyasında sıklıkla kullanılan olgulardandır.

Türkiye’de şehitlik kavramı pek çok farklı ideolojik söylem tarafından kullanılan bir kavram: devrim şehitlerinden tutun silahlı çatışmada hayatını kaybeden askerlere, son dönem gezi şehitleri denmesinden, Soma’daki faciada ölen insanların “sivil” şehit ilan edilmesine kadar, çok yönlü bir kavram. 

Ancak kendi çalışmam çerçevesinde konuyu incelersem, şehitlik kavramı içerdiği milliyetçi ve dinsel vurgu nedeni ile pek çok olayı ve sorunu sorgulama dışında bıraktıran, insanların travmalarından doğan öfkelerini yatıştıran ve bu ölümlere “meşru” bir anlam katan bir kavram. Yaşanan ölümlerin nedenine ve nasıl gerçekleştiğine “kutsal” bir anlam kattığı için yaşanılan öfkenin toplumsal bir muhalefete dönüşmesini engelleyen bir kavram.

Şehitlik söylemi Türkiye’de yakınını kaybedenleri nasıl etkilemektedir? (1) Bu sorunun cevabını vermeden önce şehitlik söyleminin kaynaklarına bakmamız gerekir. Çalışmam kapsamında Türkiye’de şehitlik söylemini besleyen üç önemli kaynak olduğunu tartıştım: İslam anlayışı, milliyetçi söylem ve ataerkil dayanışma ağları.

Basitleştirirsek, şehit olmak bir Müslüman’ın elde edebileceği en yüksek mertebelerden biri ve cennete gitmekle ödüllendiriliyor. Bu nedenle ne oğlunu silahlı çatışmada kaybeden annelerden, ne son dönem Soma’da hayatını kaybeden madencilerin eşlerinden ya da yakınlarından “neden öldüler?” sorgulaması yapması beklenmiyor. Çünkü sorgulamaya girdikleri anda bu kutsal mertebeyi yargılayacaklar ve Tanrı’nın kendilerine verdiği bu mükâfatı da sorgulayacaklar. Yaşanan ölümlere bu tarz kutsal bir anlam yüklenmesi olaylara sebep olan unsurları da sorgu dışında bırakıyor, sonuçta yaşanan takdiri ilahi, nasip kısmet. Dahası Kur’an’daki ayetlere göre şehitler zaten ölü değil. Bu nedenle şehitlik kavramının kullanımı, kullananlar tarafından yaşananlara “meşru” bir zemin hazırlıyor. Örneğin, acı çeken, kahrolan anne, oğlunun tabutu üzerinde ağlar ve “vatan sağ olsun!” der. Bu sahne, savaş politikası için büyük önem taşır.

Türkiye’de devam eden silahlı çatışma ve yıllardır (Türk ve Kürt) her iki tarafta da gerçekleşen genç insanların ölümlerine bakıldığında, şehitlik kavramının İslam’daki anlamından uzaklaştırılıp söylemsel ideolojik bir kavram haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Söylemsel olarak şehitliğin ölümleri anlamlandırmak için kullanılması örneğin silahlı çatışmada değil de silahlı çatışmaya giderken araçla kaza yapan askerin de şehit sayılması bu olayın sorumlularını aramak, bulmak ve yargılamak gibi durumları imkansızlaştırıyor.

Şehit olmak yalnızca dinen kutsanan bir olay değil; aynı zamanda sosyal bir saygınlık kazandırıyor. Silahlı eyleme dayanan grupların bu uğurda ölenleri yüceltmesi (örneğin şehitlik mertebesine erişme), arkadan gelenlere "Boşa ölmüyorsun. Ölümünün bir değeri var" mesajı verme amacını taşır. Artı dinsel kaynağı dışında, “şehit olmak” bir dava uğruna hayatını kaybetmek de ve sonrasında kazanılan sosyal statünün ve hakların, yaşanan kayıpların acısının sesini kıstığı bir gerçek. Gerek toplumsal, gerekse dini açıdan şehitlik geride kalanlara özel bir konum ve bir takım ayrıcalıklar sağlıyor. Şehitler üst düzey askeri ve resmi yetkililerin katıldığı devlet töreniyle gömülmekte, yollara, parkalara ve okullara adları verilmekte, ailelere şehit aylığı bağlanmakta, diğer erkek kardeşlere askerlik yapmaktan muaf olma hakkı tanındığı gibi, devlet tarafından çeşitli iş olanakları sağlanmakta. Gerek ölen askerlerin sosyal sınıflarına bakıldığında gerek Soma’daki işçilerin sınıfsal konumlarına bakıldığında, şehitliğin ekonomik bir fayda sağladığı görülüyor. Vaat edilen sosyal haklar ve ayrıcalıklar, dinen kutsal sayılmasının yanında geride kalanların yaşamlarını görece daha rahat geçirmeleri demek. Artı şehit sayılan kişi genelde evi geçindiren, eve ekmek getiren kişi olduğu için, ölümünden sonra yaşanan ya da yaşanacak ekonomik kaybın da bir nebze olsun telafisi demek. Tabi ki yanlış anlaşılmasın ama devletin sosyal politikaları ile düzenlenmesi gereken durumların sadece bazı ölümlere, bazı durumlarda (özellikle devletin sorumlu olduğu durumlarda) şehitlik kavramı ile geçici çözümler üretildiğini vurguluyorum. Zaten sosyal refah devleti gereği olması gereken sosyal hakların, belli durumlarda belli şartlar altında yaşananları sorgulama dışı bırakmasına neden olacak şekilde şehit sayılan kişilerin yakınlarına verildiğini anlatmaya çalışıyorum.

Bu nedenle geride kalan yakınları, özellikle şehit anneleri, şehit düşen kişiye layık bir yaşam sürdürmek için uğraşmaktadırlar. Ona göre davranıp, ona göre belirli insanlarla konuşup görüşmeye dikkat ediyorlar. Ancak tüm bu ödünler, şehidinin anısına leke düşürmemek için verilen uğraşlar yaşadıkları acıyı dindirmeye yetmediği gibi, bir anlamda bu insanların daha önce sahip oldukları görece özgürlüklerini kaybetmelerine de neden oluyor. Çünkü edinilen bu yeni saygın statü sınırlıyor onları. Bu nedenle girdikleri yeni çevre, edindikleri bu yeni sosyal kimliğin sorumlulukları, bu kadınların savaş, Kürt sorunu gibi konuları anlamlandırmalarında etkili oluyor. Kadınların anlatılardan da gördüğümüz gibi, bu yeni sosyal kimlik -“şehit annesi”- bu kadınların oğullarının ölümlerinden sonraki hayatlarını anlamlandırmada etkili ve önemli bir yer teşkil etmekte. Şöyle ki, oğullarının ölümü ardından bu kadınlar,  oğullarının ölümünü tüm ayrıntıları ile öğrenmek isterler ve bu nedenle de daha önce ilgilenmedikleri “savaş,” “Kürt sorunu” gibi konularla da ilgilenirler; ancak bu konular temelde şehitlik söylemi çerçevesinde şekillenir.

Üçüncü ve son olarak, bu anneler ataerkil dayanışma ağlarının etkisi altında kalıyorlar (2). Ne zaman ki barış için bir şans doğsa, kadınlar genellikle, bu süreç içerisinde “kurban” söylemiyle var edilmektedir. Barış görüşmeleri çoğunlukla erkekler tarafından gerçekleştirilmektedir; diğer bir deyişle, savaşan tarafların etkin güçleri tarafından. Son zamanlarda Kürt Açılımı ile başlayan tartışmalara baktığımızda bu “kurban” söyleminin etkilerini açıkça görebiliriz. Yapılan açıklamaların çoğu bu süreçten kadınların, özellikle annelerin nasıl mağdur olduğuna dair. Recep Tayyip Erdoğan her ne kadar bir beyanında “Anneliğin ideolojisi yoktur” demişse de, yapılan tartışmalara baktığımızda MHP, CHP, HDP vb. muhalefet ya da iktidar partileri (ideolojik) söylemlerini ''anne mağduriyeti'' üzerinden yapmaktadır.

Yaşanılan süreçte de şahit olduğumuz gibi, kimi annelerin gözyaşından, kimi de şehit analarının haklarının helal olmayacağından bahsetti. Diyarbakır’da anneler buluştu ancak buluşan anneler adına konuşan ve “barış” isteyen savaşın etkin gücü erkeklerdi. Kadınlar barış görüşmeleri sürecinde gene belirleyici olarak kabul edilmemiş ve bu aşamada dahi, barış çabalarının temel aktörü olamamış, savaş propagandalarını olumsuz etkilemeyecek konumda tutulmuşlardır.

Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, şehit annesi olma saygınlığını ve bu saygınlığın getirdiği olanakları evdeki erkekler (babalar, baba yoksa geride kalan oğullar) kullanıyor. Dahası olan biten hakkında bu anneleri bilgilendiren evdeki, ordudaki, dernekteki erkekler. Son olarak, yaşananlarla ilgili konuşma hakkı ise yine evdeki ve dernekteki erkeklere ait. Bu dayanışma ağları altında bu anneler kendilerini süreçlere etki edebilecek aktif bireyler olarak görmüyorlar. Yukarıda da anlattığım gibi, milliyetçilik ve din ölümü meşrulaştırıyor. Ölümün dini ve milliyetçi söylemler ile meşrulaştırılması ise bu annelerin oğullarının ölümünü sorgulamasını engelliyor. Bundan sonra olan olaylara da oğullarının şehitliği anlam vermektedir. Bu kadınları evlat kaybeden diğer kadınlardan ayıran da oğullarının hem Allah katında hem de toplum için “şehit” olarak kutsanmalarıdır. Oğullarının ölümünden sonra, daha önce pek çok kişi için “görünmez”lerken oğullarının şehitliği ile toplum için ve yaşadıkları sosyal çevreler için “görünür” ve “önemli” bir konuma gelirler. Daha önceden “sıradan” insanlar iken, bu olayla belki de hayatlarında ilk defa kamusal alanda görünür olma, tanınma ve yer alma hakkı onlara sağlanmaktadır. Tabi burada üzerinde durulması gereken özellikle geride kalan anneler ve eşler açısından bu hakkı bir birey, bir kadın olarak değil annelik/eş kimliğine bağlı kalarak yapıyor olmalarıdır. Yani oğulları/kocaları aracılığı ile ilk kez kamusal alanda gerçek anlamda var olmaktadırlar, ancak bu sadece mağduriyetini anlatmakla sınırlı kalıyor.

Sonuçta haklarında birçok şey söylenmesine rağmen kendi anlatıları görünmez kalıyor. Bu görünmezlik nedeni ile de muhalif ya da feminist politikalara ve/veya söylemlere entegre olamıyorlar. Şehit annelerinin kendilerini ve algılarını içerisinde şekillendirdiği dini ve milliyetçi söylemlerin dışında pek çok diğer kuruluş ve örgütler de bu kadınlarla iletişimde olmalıdır. Örneğin, savaş karşıtı, anti-militarist ve kadın örgütleri. Esas olarak çözüm sürecine milliyetçilik, militarizm ve ataerki eleştirisi üzerinden dâhil olacak feminist bir kadın hareketi gerekmektedir. Anneliğin milliyetçiliğe ve militarizme eklemlenmiş yapısını sorunlaştıracak ve kadınlara, kendilerini kuşatan ataerkil ağları görebilmeye olanak sağlayacak kanallar açacak bir kadın hareketi gerekmektedir. Buradan güçlü bir tepkinin yükselmesi, anneliği kuran resmi söylemlerin ve anneleri kuşatan ataerkil ağların etkisini zayıflatabilir. Ancak o koşullarda çocuklarını kaybeden kadınların ortak çalışmaları olasılık dâhiline girebilir.

Şehit anneleri sadece var olan Türk milliyetçiliğinin bir sembolü olarak bir kenarda bırakılamayacak kadar farklı boyutları olan bir konu; ölümün hiyerarşisinin olması, her şehidin aynı uygulamalara tabi olmaması, Sünni şehit anneleri, Alevi şehit anneleri, Kürt şehit anneleri, er şehit anneleri, subay şehit anneleri, şehitliğin ekonomik ve sınıfsal boyutu, şehit eşliği, vb. Bu konuları çalışmak aslında sadece var olan silahlı çatışmanın unsurlarını değil Türkiye’deki sosyal yapının boyutlarını da görünür kılacaktır.

(1) Ayrıntılı bir çalışma için bknz: Gedik, Esra (2014), “Ölüm” ve “Şehitlik” ile Yeniden Kurulan Hayatlar: Oğlunu Silahlı Çatışmada Kaybeden Asker Anneleri, Şükran K./ Bir “Şehit Annesi” Hikayesi, içinde Öl Dediler Öldüm: Türkiye’de Şehitlik Mitleri, Serdar Değirmencioğlu (der.) İletişim Yayınları.
(2) Ayrıntılı bir çalışma için bknz: Esra Gedik, “Türkiye’de Şehit Annelerinin Ve Şehit Babalarının Siyasi Katılıma Farklı Bakış Açıları” içinde Toplum ve Bilim, Sayı 120, ss. 91-108.

Bu haber toplam 1552 defa okunmuştur
Gaile 299. Sayısı

Gaile 299. Sayısı