1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Tadilat Günlükleri: Garip Bir Yer’in İnşaası
Tadilat Günlükleri: Garip Bir Yer’in İnşaası

Tadilat Günlükleri: Garip Bir Yer’in İnşaası

Yol düz bir çizgi, zaman da ondan farksız. Giden zaman geri gelmez, geri gelmediği için gidilen yol da her gidildiğinde farklı bir yol olur, bir daha asla aynısı olmaz.

A+A-

Kıbrıs Garip

 

Bazen hayatımı benzini bitmiş, yolda son sürat ilerleyen bir arabaya benzetirim.

Ellerim dümeni tutmaz, araba kendiliğinden gider.

Arada bir inip yol kenarındaki manzarayı incelemek istemişimdir, mesela.

Ama araba gidiyordu, ayaklarım frene bassa da, araba kendi aklı varmışçasına ilerlemeye devam ediyordu. Manzara gitti. “Hoşçakal manzara,” derim içinden kendi kendime – ne yapsan, arabaya konuşmak saçma bir hareket – “başka sefere!” demek isterdim, ama başka seferi yok ki.

Yol düz bir çizgi, zaman da ondan farksız. Giden zaman geri gelmez, geri gelmediği için gidilen yol da her gidildiğinde farklı bir yol olur, bir daha asla aynısı olmaz.

Yol yorgunuyum. Çok uzaklarda, yolun sonunda bir duvar var, görüyorum. Aklımda görüyorum. Gün gelecek o duvara çakılacağım. Bu araba, bu frenleri tutmayan, beni dinlemeyen, aklında göre dümdüz giden bu araba, o duvara çarpacak. Fren gıcırtıları duyulacak ama bir yavaşlama olmayacak. Emniyet kemeriymiş, hava yastığıymış. Bitmiş bir meşrubat tenekesi ayağımın altında nasıl ezilirse...öyle. Halbuki, bugün iyiydim son anda böyle oldu, kağıt önüne geçince, kalemi elime alında.

Halbuki, daha kötü günler geçirmişliğim var.

...

“Oku,” dediler. “Çalış,” dediler. “Tiyatroyu, filmi, oyunculuğu, yazarlığı, sanatı iş olarak yapamazsın, hobi olarak yap,” dediler. Ben de kendimi tiyatroyu, filmi, oyunculuğu, yazarlığı, sanatı iş olarak yapan bir kitle arasında buldum. “Bundan ödenmeyeceksin, bunun bir getirisi yok, bütçe yok,” dediler. Ama ben benzinimi alkışla dolduramam ki. Hade, depo dolana kadar alkışlayım, alkışla dolsun depo. “Oyun yaz” dediler, ama “bütçe yok” da dediler. O yüzden iş ayrı, hobi ayrı, aile ayrı, sevgili ayrı, sevgilinden ayrılmak ayrı, kendine ayıramadığın vakti dert etmenin vakti ayrı. Bir gün, 24 saat. Peki o 24 saat içerisinde ‘sanat’ yapmak için ideal yeri ve zamanı bulmak?

Dostlar sağolsun, yatacak bir yerim var. Gerçi insanın her zaman için yatacak bir yeri olur. Yüz seksen derece yere paralel uzanıp kafanı bir yere dayadıktan sonra yatacak bir yerin olur. Yer, artı yatmak, eşittir yatacak yer. Aslında önemli olan yatacak yer değil, yaratacak bir yer bulmak. Ama hep uyumayarak kendini bu uçuruma sürükledin. O yüzden, dostlar sağolsun yaratacak yerim de var yatacak yerim de.

“Küçük bir koltuk var, rahat etmeyebilin,” derken sen endişeli bir şekilde, benim aklımdan geçen yatacağım yerin enime ve boyuma olan oranı değil de, yattığım zamanki aklımdan geçenlerdi. Son zamanlarda çok kötü kabuslar görmeye başladım. Bir zamanlar rüyamda, rüyada olup olmadığımı anlayabilirdim. O, eskindendi. Şimdi her gece ensem, saçım, başım ter içinde, nefes nefese uyanırken bulurum kendimi. Düşün ki her sabah güne öyle başlamak, telefonlarda ‘merhabalar efendim, iyi çalışmalar’ ve ‘peki bu kağıdın hamuru baskıyı arkasına yansıtır mı?’ gibi anlamsız konuşmalar yapmak. Oysa ki, beni her gün kabuslarımda sakız gibi çiğneyip, omurgamı peksemet gibi dişleri arasında kıtırtan devler var. Ara ara yolda giderken kabusları tekrar tekrar hatırlarım, yoldan çıkacak gibi olup yolun ucundan hemen yola geri dönerim. Az kaldıydı...ucuz kurtardın. Odaklan, dikkatli ol.

Koltuk o kadar da küçük değildi bu arada. Genel olarak, yataklardan küçüktü, evet, ama arabamın koltuğundan daha geniş ve rahattı. Arabada yatmışlığım da olduydu o hafta. Hayatını 5 farklı çantanın içinde gelip götürürsen, anahtar o çantaların birine girip, evin kapısını kapadığında, senin durduğun tarafta değil de kapının yanlış tarafında, aynen senin farkettiğin andaki gibi, kafanı duvara dayadığın (veya vurduğun gibi) o da bir yanağını duvara dayamış vaziyette olacak. Durumu farkettiğinde, bunu düzeltmek için çok geç olmuş olacak. Sabah’ın 2:30’unda, hele hafta içi, zili çalıp herkesin uykusunun içine etme hakkını sana kim vermiş? Telefonunun pili de öldü. Sürükle çantalarını geri arabaya, yatır ön koltuğu, paltonla örtün, uyu şimdi, dolunay yüzünü döve döve, uyu hade.

Titreyerek uyandım uykumdan, saat daha 4 olmamış. Ayaklarım donup, bacaklarımdan kopacak sandım bir ara. Ev orada, içine girilmez. Girebilirdim, istesem ama kendimi eve girmeye layık görmedim. Eşşek (bilinçli iki ‘ş’) olacaksan cezasını çekeceksin. “Uyusaydın, dinlenseydin, kapıyı çekmeden anahtarların üstünde mi diye bir kontrol etseydin.” Artık, sol ayağımı kaybettiğime inandığım an kendi kendime “Bir gün bu anı hatırlayıp güleceksin” dedim kendi kendime. Henüz gülmedim. Belki 3. yazıya.

Ezanı duyunca artık dayanamadım. Kalkıp evin kapısına gittim ve zili çaldım. Zili çalmamla babamın kapıyı açması bir oldu.

“Babam?”
“Do….nu….yo...rum.”
“Ne çalmadın kapıyı?”
“Uyan...dırmak….isteme...dim.”
“Ne aramadın?”
“Pilim...mbitti.”
“Deli olma, gızım!”
“Oldu….art..ık….yata...camşi..mdi”
“Tamam.”
“Senn..nuyanıktınn?
“Anahtarı kapının üstünde görmeyince baktım kapı kilitliylsa.”
“Hoo...tamam...burdaydım...”
"Babam, çal kapıyı gelecek sefere olursa...”
“Bence...gelecek sefere...olmasın.”
“E, yani. Telefonunu şarja dak!”
“Yatacam şimdi.”
“Şarja dak, öyle yat.”
“Tamam. Good morning.”
“Good morning, babam.”

Koltuk, tamam. Koltuk, güzel. Bir oda ve bir koltuk. Bu oda, koltuğun odası. Bu oda, koltuk ile bağlantılı aktiviteler odası. Fakat bu matraksiyon(*)kapsamında bu oda, uyku odası. Mutfak, kahve ve yemek saklama odası. Mutfak ve antre arasındaki adacık, yemek yeri, cam önündeki çalışma masası dikiş alanı, duvar önündeki çalışma masası bilgisayar bazlı aktiviteler alanı, ve son olarak orta alan yürürken düşünme ve kendi kendine konuşma alanı. Orta alan, dünden bugüne tutulan bütün günlüklerin açtığı zaman tünelinin alanı. Orta alan, kenara itilmiş duygu ve düşüncelerin üst üste binip, artık duramayacağı yere gelince kurumuş kum kaleleri gibi yanlardan azar azar aka aka kafandan aşağı boşalması alanı. Orta alan, kendine ait bir evin bitmesini beklerken yaşadığın her saniyenin ve sana aslında hiçbir yere sığamadığını, sığınamadığını, ait olmadığını hatırladığın alandır, dolunay yüzünü döve döve.

Ne ilginçtir, bu oyunculuk matraksiyonları çok önceden başladı. İlk günlüklerimi yazmaya başladığım zamanlardan. Aralık 1994. 6 yaşındaydım. Yazıyordum:

“Ölmek istiyorum. Ama bazen istemiyorum. Çünkü hayatı kaçırmamak istemiyorum.”

Şimdi, cümle tam olmamış, dert tam olarak anlatılamamış. Anlatılmak istenilen duygu çok basit aslında, ama dilbilgisi karışık. Daha o dersi almamışım, belli. Ama anlamışsınızdır çocuğun derdini. Kimsenin haberi yok tabii bunlardan. Günlük kilitli. Ben daha da kilitli. O kadar kilitli ki, ben yaşamak istediğim herşeyi aklımda, hayal dünyamda yaşamaya alışmışım. Dış dünya ile bir alakam yoktu, olmasını da istemezdim. Düşün! Mesela:

“Hoş geldin nenem! Naparsınız, naptınız okulda?”
“Kendimi öldürmek istedim.”
“Uh! Neçin nenem?”
“Bilmem. Ama bugün isterim, yarın istemeyebilirim.”
“E iyi o zaman. Bak, zeytinli yaptım, ye da geçecek.”
“Heeey!”
“Aferin gızım, hep hanım ol. Hanımlar gendilerini öldürmez, e mi? Hade hanım gızım. Ölmek istemen sen, yemek isten. Açsın da aklın garıştı. Hade, ye zeytinli!”
“Tamam nene!”
(rahmetli dedemin sesiynan)
Bizim zamanımızda yoktu Wikipedia, iPhone…
Bakalım, nedir ne değildir kafamızın içinde olup biten.
Kırıp açıp bakmayı da düşündüm, çocuk aklıynan.
Müzik vardı, açıp dinlerdin geçerdi, ilaç gibi.
Ya da defteri açardın yazardın, geçerdi, bir süreliğine.
Ya da boya alırdın, resim yapardın.
Ya da dolabı açardın, geyerdin çıkarırdın, geyerdin çıkarırdın.
E ya! Biz böyle atlattık dengesizliklerimizi, uçlarda gezinmelerimizi.
Yoksa çoktan atladıydık.

Bu ne savaştan oldu, ne camiiye ya da kilseye gitmedi diye oldu, ne sınırın bu tarafındakiler ya da öbür tarafındakilerden dolayı oldu. Bazısı böyledir, kimsenin da suçu değildir. Ha şimdi başlatmayın beni. illa ki birinde suç bulacaksınız. İşte kimisi da böyledir, deyip da geçmesini bilecen. HAAAAYT! (elindeki hurma yaprağıynan bir arıyı daha ıskalar terasta otururken) HAH! Bak kerataya gaçtı bize. Hıııh,hıııh,hııh (öyle gülerdi).

O dolabın içinde kaybolurdum, kıyafetlerin kumaiların arasında. Yok ki çok vardı, ama onu öyle katlayıp, bunu burdan kesip ansızın bambaşka biri olurdum. Bir gecede bir sürü hayat yaşardım, bir sürü insan olurdum. Sanki en kısa zamanda herşeyi yaşamam, herşeyi yapmam lazımmış gibi. Belli olmaz, yarın ölmeye karar verebilirdim.

Tabii bu dolapın içine saklanmalar, odanın içine kapanmalar, müziğin içinde kaybolmalar, iç dünyamın nüfusunun 1 olduğu günler kendime ait bir odam olduktan sonra oldu. Nimet mi, lanet mi bilemedim.

24 yıl sonra, aynı yerde, aynı durumda. Kılıktan kılığa girip, binbir hayatı bir beden içinde tek bir hayatta yaşamaya çalışma maratonu devam ediyordu. Ara vermeden, mola vermeden, dinlenmeden. Yap, yetiş, bacakların seni taşırken, ellerin tutarken. Kalçam artık daha sık tutulmaya başladı, gözlerimin altı iyice karardı, göğüslerim sarkmaya başladı, ya da bana öyle gelir. Uzun zamandır aynaya bakmadım, neyin nerde olduğunu çok da hatırlamam dürüst olmak gerekirse.

En son sık, siyah saçlarımın arasında benimle gün ışığında saklambaç oynayan beyaz tellere takılıp kaldıydım. Moralimi bozduğundan değil, kaç tane olduklarını görüp, bilmek istediydim. İnsanın aynada kendi yüzünü ve vücudunu görecek vakti olmadığında bir yerde birşeylerin yanlış gittiği anlamına gelir. Aynaya bakınca kendi yüzünü, gözünü, bedenini tanıyamıyorsan ya da komadan uyanmışçasına ‘BU KİM?’ tepkisi arada sırada yansımanızı selamlıyorsa, kendinize kendinizle bir randevu verin.

Beş dakika, otuz dakika, beş saat, otuz gün. Ne vermeye razıysanız, alın alabileceğinizi. Şu anki sen geçip gitti bile. Yok oldu.

Ben yedi günlük bir orta alan randevusu verdim kendime. Garip bir yerdi. Hiç bu kadar küçük bir alanda, bu kadar çok yürüdüğümü hatırlamam. Başım dönüp, midem bulanıncaya kadar aynı on adımı, “OM” dermişçesine, kendi etramıda atıp, kendi kendime saatlerce konuştum. Konuştum, kaydettim, ağladım, güldüm, sinirlendim, ağladım...çoğunlukla ağladım. Baya ağladım. Uyurken ağladım. Uyanıp ağladım. Arabada ağladım. Markette ağladım. Ağladım işte. Meğerlim duygusal kabızlığım varmış. Meğerlim, ilacı kendinle vakit geçirmekmiş. Duygusal ishal oldu sonra, bir başladı mı durduramadım.

Ağlamaktan ne birşey yazabildim, ne de konuştuklarımdan birşeyler hatırladım ‘oyun’ günü. İnsanlara oyun değil, dedim ama anlatamadım. Hayattan kesit, dedim, yine olmadı. Tiyatro halbuki hep olmayan bir durumu gerçekmişçesine oynayıp, seyirciyi ve izleyiciyi onun bir kurgu olduğunu unutturmak. Bense, gerçeği sergilemek istedim, ‘EN’lerden uzak, ‘İLK’lerden uzak. Gerçek. Nötr. Olduğu gibi. Ben, ‘seyirci’, yer ve zaman  birleşince olacak olan oldu. Seyirci, seyirciliğini yitirdi. Oyun oldu ama yine günün sonunda. Bir şekilde kendini ağlattı, oldu. Ben zaten ağlıyordum ama, size orası denk gelmiş sadece. Yoksa ben hep ağlarım, siz görmezsiniz. Saçım uzun, ayakkabılarım da çok renkli ondandır, dikkat dağıdır.

Garip bir yerden girip, garip bir yere çıktım, ama gel gör ki benim kendime ait evim hala daha hazır değil. Ne ilginçtir ki ölümden korkan ben eşşek, belki de ömrümün geriye kalanını geçireceğim ve içinde öleceğim evi süslüyorum, üstüne üstlük, buraya taşınmak için can atıyorum..  Sanki bundan sonra bana ait olan tek alan bu olacakmış gibi. O yüzden, bütün renkler olsun içinde. Nuh’un Gemisi misal, herşeyden iki tane olsun dünyadaki, ne olduğu farketmeksizin. Kapatayım perdeleri, açayım müziği, hangi şarkı beni o anda daha iyi anlatacak şarkıları darmadağın edeyim, açayım dolabı elbise kussun üstüme, geceler gündüzün içine erisin. Uyumak yok artık, yaşayacak çok hayatım var daha. Çünkü bana belli olmaz, yarın vazgeçebilirim.

Yoğun bir gün geçirdim. Her gün kendimnan biraz vakit geçirmek için kendimi giderek daha erken uyanırken buldum. Belki onun için yaşlı insanlar daha az uyur, kendileriyle olan son günleri uyanık geçirsinler diye. Belki ben erken yaşlandım. Belki bu kötü bir şey değil. Markette durdum, çiçek lahanası almak için. Kocaman ve bembeyaz çiçek lahanaları. Kimse takdir etmez çiçek lahanasını, adında ‘çiçek’ olmasına rağmen. Halbuki az pişmiş da güzel, sarmısaklı yoğurtnan da güzel, grillde da güzel, köriynan da güzel, pilavı da güzel...değerini bilemedik bir çiçek lahanasının. Ancak da yahni, herşeyi yahnilediğimiz gibi. Bembeyaz çiçek lahanaları. Şimdi gün batımında dağların yamaçlarını öpen bulutlar gibi. Yağmur dindi, gökkuşağı çıktı çıkacak. Ama dağların içinden renkler belirdi. Gün batımının ateş renkleri, taşlara vurunca pembeleşti, kızardı yamaçlar (‘yanak’ demeycem, herkes yaptı o benzetmeyi aklında). Daha önce Nisan’da görmediğimiz kadar yeşil da vardı. Adını bilmediğim, gözümün anlamadığı bir sürü renk. Zaten anlamaktan vazgeçtim bir süre sonra.

Sadece, baktım.
Nefes aldım.
Geriye bir iki adım attım park yerinde.
Durdum.
Çiçek lahanalarını yere koyup, el çantamı arabanın ön tekerleğine dayadım.
Dağa baktım.
Gökyüzüne baktım.
Elektrik telinde oturan iki güvercine baktım.
Arabanın camından kendi yansımama baktım.
Yansımam oldum.
Kendime, etrafıma yüzümde bir tebessümle, çocuk gibi bakınırken, baktım.
İçimdeki altı yaşındaki çocuğu tanıdım.
Ağladım.

 

* Matraksiyon: Macera ve aksiyon kelimelerinin evlenip, çocuk yapıp daha sonra anlaşamayıp ayrılmalarından geriye kalan aslında toplumun sandığı kadar da sorunlu olmayan, hatta kendince çok mutlu, sağlıklı ama zaman zaman sağı solu belli olmayan bir kelime.

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2242 defa okunmuştur
Gaile 463. Sayısı

Gaile 463. Sayısı