1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Tadilat Günlükleri: Yapı-döküm
Tadilat Günlükleri: Yapı-döküm

Tadilat Günlükleri: Yapı-döküm

Yarım kalmış şiirlerle donatılmış bir çalışma masası seni tahrik eder “Gel de bitir işini!”

A+A-

 

Aycan Garip
[email protected]

 

Bu yazıda geçenler gerçek olaylardan esinlenip, yazarın kafasındaki kurgulanmıştır.

Yazılar…
Dergi yazıları…
Köşe yazıları…
Kenar kenar, sayfalarca süren makaleler...
Swarovski’ymişler gibi her yeri elipslerle donatılmış yazılar…
Harfler, kelimeler, cümleler…
Cübbeler…
Cüceler…
İsimler…
Adını söyleyemediğimiz isimler…
Yazarını bilmediğimiz özlü s
özler…
Okuyup da bir türlü anlayamadığımız sözler…
Referanslar – dikkat bu ç
ok önemli!
Ansızın ortaya çıkan bir ünlem...
Derrida, Foucault, Wittgenstein…
Hume, Heiddegger, Husserl…
Timur Selçuk, Huysuz Virjin, Teletubbies’in Lala’sı...
Akademik...Hahademik…
Bu?
Bu.
Bu...
Bu, o yazılardan...değil!

 

Bir Çarşamba günü.
Londra’nın kalabalık bir kafesinde teyzemle oturuyorum.

-Congratulations on finishing your Ph.D. You said you didn’t want to do it, but look it’s all over now.
-I guess…
-What will you do now? Have you thought about it?
-Umm...not really…
-Well, you can always teach at a university.
-I never really wanted to teach university students.
-Why not?
-All the students really care about is whether the stuff that you’re teaching that day is going to come up on the exam.
-…
-…

İkimiz de yarı boş (ya da bakış açısına göre, yarı dolu) fincanların içine dalıp gitmişiz.

-Are you sure you want to go back to Cyprus.
-No, I’m not.
-I get the feeling like they’d drive you crazy there. I mean, people in general. After living and studying abroad for so long, do you think you’ll be able to live the way you do here?
-I don’t think I will ever get to live the way I want. I don’t think it has to do with my geographic location.
-Well, there’s that too. You know what I mean though, right? At least you have a sense of freedom and control over your own life rather having to explain yourself to everyone.
-I guess...but I find myself doing that no matter the place or people I encounter. It feels like I’m always explaining myself and because I’m always explaining myself, I rarely get to question others about their choices. Not that they would have answers. I’m not sure if they’ve ever really given the questions I’ve never asked them any thought. I know I shouldn’t assume...or judge…
-I’m just saying...If you’ve had to invent a fictional situation with your auntie and write a conversation that didn’t take place in a language that differs from the one you started with to get a point across in a newspaper that doesn’t really deal with such situations, you may not be as pleased with the way things are going in your life. Also, according to this text, this conversation is happening before your move to Cyprus but in reality, you’re already there. It doesn’t really make sense.
-If it made sense, that wouldn’t make sense, considering it’s Cyprus.
-Fair enough.
-Nothing is fair, yet alone fair enough.

Bir Parşamba (?) günü:

Telefonun alarmı çalar. Saat 7:00. Alarmı susturursun, kıçını alarm saatine dönersin ve gözler yeniden kapanır. Az önceki rüyaya geri dönmek için inanılmaz bir çaba sarfedersin. Zafer başarısızlığındır. Gözler kapalı, beyin uyanık, az önceki rüyayı yeniden canlandırmaya çalışır kaldığı yerden devam ettiğine inandırmaya çalışırsın. Bir müddet buna devam edersin ta ki mutfaktan gelen bulaşıkların tıkırtısı sessizliği bölünceye kadar. Gözlerini açarsın. Artık pes etmişsindir. Anlamsızca yatakta beklersin. Vücudun ağır, kafan bulanıktır. Günlerden hangisi olduğunu hatırlamaya çalışırsın. Hatırlayamazsın, sinirlenirsin kendi kendine: sen bunu hatırlayamayacak insan mıydın? Çarşafı üstünden atarsın, ama bacaklarınla, istemsizce. “Uyandım, kalktım,” dersin kendi kendine ama hala yatay pozisyondasın. Sırtın tere bulanmış, göğüslerinin arasında bir damla sabah yürüyüşüne çıkmış. İşaret parmağınla ezersin onu, savunmasız bir karınca gibi. Tadına bakarsın, iftar sofrasının ilk lokması. Komodinin yanındaki yarım bardak ılık suya bakarsın. O, şu an cok uzakta. Erişilmez bir yerde. Kolunu kaldıracak ne güç var ne de istek. Camdan dışarı bakmak için kafanı yavaşça kaldırırsın, dünyadaki en zor görevmiş gibi. Gökyüzü masmavi, güneş parıl parıl. Camdan içeri sızan ışık ve ısı dışarı adım atmamak için bir sebep daha. Bakınırsın odana. Birşeyler ararsın fakat ne aradığını bilmezsin. Ne görmeyi umuyorsun? Kilitli bir sandık? Kadifeden bir elbise? Bir düzine kırmızı gül? İsimsiz bir zarf? Nedir aradığın, bulduğun ne? Sigara kokan kıyafetler yere yığılmış, dün geceden kalma küçük bir hatıra. Yarım kalmış şiirlerle donatılmış bir çalışma masası seni tahrik eder “Gel de bitir işini!” Bilgisayarını açarsın. Mürekkepin kokusunu özlersin. Kulakların kurşun kalemin kağıda sürttüğündeki sesi arzular. Dilin zarfın üzerindeki yapışkanın tadını unutmuş. Gözlerini ovuşturursun. Ekranın ışığından pişmiş gözler…Bir gün daha…bir kıbrıs günü daha.

Bir Perşembe Günü:

Sabahlarımı severim. Sabah derken, saat 7’den 8’den bahsetmiyorum. Güneşten evvel, ezandan önce. Şehir, fotoğraf gibiyken uyanmak ve bu durgunluğa şahit olmak güzeldir. Hele de bu durgunluğun içinde durgun olmak daha da güzeldir. Şehrin aynada yansıması olmak, hatta şehirle bir olmak.

O anda nefes almak da güzeldir. Hava temiz ve sessiz. O anda, sadece nefes almak. Nefes al. Nefes ver. Sadece bunu yapmak güzeldir. Bana da şahsen iyi gelir.

Fakat böyle uyanmak – şehirde – bir o kadar da zordur. Köşedeki bakkalın dükkan açma müziği olarak her sabah ‘HAAAAAK-TUUU’ diye yere tükürmesine uyanmak güzel değildir. ‘O.rospu çocuğu getirdin mi hellimlerimi? Heeeeeee. Unuttun, değil? Ağzına s.ştığımın!’ gibi söylemlere uyanmak da güzel değildir. Yığınla yol kenarına park etmiş arabalardan dolayı geçemeyen bir başka arabanın dünyadaki en önemli işmiş gibi ‘BİİİİİİİİİİİİİİİİP’ diye kornayı basılı tutması da hoş değildir. Yirmisekiz dakika boyunca yolu kesen arabanın sahibinin “İki dagga parkettim be sen da bekleyemedin bir beş saniye daha.Allaahallaaaa...” diye defansa geçmesiyle günün ‘hem suçlu hem güçlü’ ödülünün sahibi olması da alkış hakeden bir davranış değildir.

Mahalle(m)de dağıtmak istediğim daha bir sürü ödül var. Mesela, ‘en iyi çaktırmadan yere çöp atan’ ödülü. Bu insanlar genelde başka bir el-kol hareketiyle dikkat dağıtıp, beklenmedik bir ses çıkarıp izleyenleri şaşırtır, arada da, bir sihirbaz gibi çöpü elinden ‘kaçırıverir’. Ama o kağıt parçasının yavaş çekimde yere düşüşünü herkes yavaş çekimde izler. Benim tepkim buna ‘Pardon, birşey düşürdünüz!’ deyip, onlara ‘düşürdükleri’ çöpü geri vermek. ‘Yok, çöptür’ dedikleri anda da ‘O zaman çöpe atın, yere değil’ dediğimde içimden hep ‘Bugün o gün olabilir mi? Bir yabancıdan dayak yediğim gün?’ Henüz olmadı. Olduğunda, ‘yabancıdan dayak yeyen saftirik’ ödülünü kendime vereceyim.

Bir da ısrarla bana poşet kullanmadığımı bildiği halde, ve gerçek anlamda, iki adım ötede yaşadığımı bildiği halde bana bir yoğurt ya da bir ekmek için poşet vermek isteyenler bakkalar birliği var. Kendi aralarında çifte ödüle layık gördüğüm ‘Sen buralı değilsin!’ ve ‘Hee, yeni moda çıktı bu da!’ diyen, bir bakkal olarak ondan beklenilenin beş katı çaba gösteren azimliler topluluğu var. Bu insanlara da çifte ödülü layık görürüm.

Dereceye girememiş fakat mansiyon ödülü alanların kategorileriyse:

1. ‘Burası böyle, beğenmezsan gaç git’
2. ‘Senin Türkçe’n ne biçimdir ama?’
3. ‘Uu, senin canın bunlara sıkıldıysa sen çok çabuk yorulacan’
ve son olarak da,
4. ‘Burası Londra değil, Kıbrıs!’

Fakat bunlar hep hafif kalır, profesyonellerin yanında. Onlar, bu yarışların en iyi sporcuları. Onlar ne filozoflar, ne sosyologlar, ne psikologlar devirdiler. Onlar Kofi Annan’ı ağlatan, Dalai Lama’ya kapı çarptıran, Buddha’nın da saçlarının dökülmesine sebep olan yarışmacılar. Onlar: Lafanlamaz Lafazanlar!

Son 44 yıl içerisinde, gizli labaratuvarlarda yapılan deneyler ve araştırmalardan çıkan sonuçlar, Lafanlamaz Lafazanlar’ın (Latince: lafanlamas lafasani) biyolojik, fiziolojik, ve psikolojik özelliklerinden birkaçını tespit edebilmiştir:

1. ‘İki kulağın bir ağzın var. İki kere dinle, bir kere konuş’ özlü sözünün aksine, bir konuşma veya tartışma sırasında bilinçli bir şekilde beynin işitsel korteksini etkisiz hale getirerek, karşısındakinin konuşmaya devam etmesi veya sesini yükseltmesi durumunda kendi söylemek istediğini söyleyebilme özelliğine sahiptirler. Böylelikle varolan düşünceleri ve inançları dış etkenlerden etkilenmeden senelerce aynı şekilde kalır.

2. Beyinde bulunan, hafıza ile bağlantılı olan hipokampüs bölgesini de bilinçli olarak kontrol edebiliyorlar. Yeni deneyimleri ve bilgileri işlemeyerek de, bildiklerini ya da bildiklerini sandıkları şeylere yıllarca tutunabiliyor ve bu ‘bilgileri’ doğru varsayarak nesillere aktarabilme kapasitesine sahiptirler.

3. Ses telleri ve akciğerleri bir opera sanatçısından daha güçlü ve gelişmiştir. Oturdukları ve sessiz kaldıkları sürece enerji saklayabilen Lafanlamaz Lafazanlar, düşüncelerine ya da bildiklerine ters veya bildiklerinden daha değişik bir bilgi ile karşılaştıklarında seslerini 130-140 desibele kolaylıkla çıkartabiliyorlar. Yüksek ses, karşısında konuşanın söylediklerini örtbas etmekle beraber o insanın kullaklarını sağır edebilme potansiyeli de gösterdiği için, o kişiyi etkisiz hale getirir.

4. Sadece kendi gerçeklerini ve bildiklerini doğru kabul ederler. Yaşanılan bir dünya vardır, o da onların dünyasıdır.

5. Gerçekler, eylemler, insanlar, inançlar, bilgiler genelde bir ikilem üzerinden gider. Doğru-yanlış, iyi-kötü, öyle-böyle, helal-günah, siyah-beyaz, gece-gündüz, kadın-erkek, evli-bekar...Ekmek bir biçimdir. İnsan bir biçimdir. İyilik yapma, hayat kurma, ev kurma, iş yapma bir biçimdir. Molehiya bir şekil bişer. Her şey ya bir kutuya ya diğer kutuya girer. Girmezse, girdirteceksin. Çünkü kutunun sınırlarının dışında kaldığı sürece ne olduğunu anlayamazlar.

6. Duygusal olarak empati yapabilme kapasitesi yoktur. Yaptığını zanneder, ama yapmaz, çünkü yapamaz. Senin bir derdin varsa, onun on derdi vardır. Sen dertliysen, onun derdi seninkinden daha acıdır. Senin belin ağrıyorsa, onun sadece beli değil, belinin de beli ağrıyordur. Size ciddi anlamda rahatsız eden duygu ve düşünceleri alıp bir yarışa çevirirler. Derdinizi size unuttururlar bir yerde, ama bir yenisini ekleyerek. Böyle yaparak yardım ettiklerine inanırlar. Size de sessizce gülümseyip, teşekkür etmek kalır.

İşte beni yoran, beni hayattan bıktıran, başımda çıkan (görebildiğim) beş beyaz telin çalgıcıları...Komşular, trafikte beni kesenler, tadilatta olan evimin ustaları, arkadaşlarım, ailem, evinin önünden yürürken bana ansızın konuşmaya başlayanlar, mahallenin delisi...hepsi. Belki de, aslında, bir yerde, bir nebze, bir derece...Hepimiz!

Bir Cuma günü:

Usta eve girmiş bakınıyor. Yorgun ve de ilgisiz görünüyor. İlgisizliğini kötü birşey olarak görmüyorum. Belki içinden çok heyecanlıdır.
-Hangi odaydı yapacağımız?
-Banyo.
-Banyo…, der ve kapının içinde durup odayı sağdan sola, yukardan aşağıya tarar duvarları her an tırmanmaya başlaycakmış gibi bir hali var.
-Aycan HANIM, şimdi söyle bu odaya ne istiyorsun?
-...sadece Aycan dersanız yeterlidir. Hanımına gerek yok.
-Peki.
-İşte, fayanslar şunlar, seramikler bunlar, lavabo orda, küvet bu-
-KÜVET Mİ?
-...küvet. Evet.
-Küvet!
-Sorun olur?
-Yok, herkes duş kabini yaptırır, ondan sordum.
-Anladım...eerm...sonra tuvalet budur.
-NİYE BÖYLE ALDIN TUVALETİ?
-Çünkü...anlamadım?
-BU  TUVALET ARKA ÇIKIŞLI! SENİN GİDER BORUN YERDEN? DUVARLA TUVALETİN HAZNESİ ARASINDA BOŞLUK KALACAK? NAPACAZ?
-Eerm..düşündüm ki, deponun arkasına tuvalet kağıdı koymak için gizli bir dolapçık yapabilirim.
-Ha tamam o zaman sorun değil.
...
-Odanın ölçüleri var mı?
-Duvarlar 21 metrekare. Yer 6.
-Kim aldı ölçüleri?
-Ben aldım.
-Metron var mı?

Cebimdeki metroyu veririm. Yaklaşık bir 5 dakika ölçü alıp hesap yaptıktan sonra, bir sigara yakar, bir şey demeden.

-Noldu?
-21’e 6 metrekare.
-Ne istiyon şimdi bu odaya?
-Şöyle şöyle.
-Şöyle olmaz, böyle yapalım. Böyle daha iyi.
-....tamam.
-Peki burası?
-Düşündüm ki böyle böyle, bak burda fotoğrafı da v-.
-BÖYLE OLMAZ. YOKTUR BÖYLE. ŞÖYLE!
-.....Tamam.
-Peki bunu nerde isten?

Gerçekten cevap vermemin bir anlamı var mı bu noktada? Neysa, sonra sorduk da söylemedin durumu olmasın

-Burda.
-Burası yaramaz. Oraya koyacağız.
-....…
-Eşiniz niye yardım etmiyor size? O yapsın bu işleri Aycan HANIM.
-Eşim yok.
-Anladım.
-Başka sorunuz var mıydı?
-Yok.
-Ben içeri geçip bilgisayarda çalışacayım işlerim var. Benden birşey istermin?
-İki şey var: bir, çok konuşma. İki, bir sade gahve yap.

Bir kaç saat sonra sanayi bölgesindeki demircide:

-Abla, içeri ilk girdiğinde beni dövecen sandım. Öyle...ne bileyim...sinirli yürüdün.
-Sinirli değilim acelem var. Bir şey ararım.

Sessizlik.

-Ne aran?
-Arabahmet’deki eski aile evinin tadilatını yaparım. Ne istediğimi söylediğimde ustalar bana “Onu yapaman, o yaramaz, bu ülkede bunlar yok, sen anlaman” ve benzeri şeyler söyler. Benim istediğim, ‘istediğini söyle, yapacak bir yolunu bulalım” deycek olan birileri.
-E doğru yere gelmişsin abla.
-Bunu duymak güzel.

Ben etrafıma düşünceli düşünceli bakınırken, envayi çeşit demirlere bakıp “bunların hangisi banyo için uygundur, lavaboyu taşır, paslanmaz” diye düşünürken, ustanın beni incelediğini, benim demirlere baktığım şekilde bana baktığını hissederim.

-Abla, sen galiba yazar birşeysin.
-Neden?
-Öyle geldi bana.
-Peki.
-Nesin sen abla?

Sessizlik. Duraksama. Ah da aklımdan geçen esprilerden hangi birini seçip söyleyim? Üç saniyelik sessizliğin içinde geçen varoluşsal krizimin yükünü, şimdi, benim dünyamdan bir haber olan insana devretmem doğru olur muydu?

-Benden hiçbir şey olmadı, olacağını da sanmıyorum.

Lanet olsun! Az daha normal bir cevap verecektim halbuki.

Bir ‘azar azar ilerleyen tadilat işi’ günü:

Bu günlerin, hikayelerin devamı gelir.

Ama sanki sonu gelmez.

Burası böyle, burda işler böyle.

Beğenmezsan gaç git.

Biz alıştık, sen da alışacan.

Böyle devam edersan, çok çabuk yorulacan.

Bu yazı biter.

Ama ‘bu kafaların’?

--Sonu yok--

Bu haber toplam 2550 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 452. Sayısı

Gaile 452. Sayısı