TAHTA KAFALI !..
İki satır bir şey yazayım diyorum; çaat, içi kırılıyor.
Kalemtraş kütleşiyor… Çabalar boşuna.
Bizim “tahta kafalı” kurşun kalemin “yazmama inadı” tutmuş; kağıda değmeden “çaaat”…
Sorun kurşunkalemde mi; (zımpara gibi ürperen) kağıtta mı; hırsla bastıran bende mi, bilemiyorum.
Tam havaya girmişim; güzel şeyler yazacağım, nereden çıktıysa, elime gelen bu “uğursuz” kalemde bir naz, bir niyaz; ikide bir “çaaat!”
Çekmeceden (dedemden hatıra) küçük Lapta çakısını çıkarıyorum; avucumdan bir çığlık kopuyor: “imdaaat, katil vaaar!”
Sinirden ne yapacağımı bilemiyorum, “gebertecem olan seni tahta kafalı” diye başlıyorum yontmaya…
-Kırk yılda güzel, umutlu bir yazı yazmaya çalışıyorum, senin da inadın tuttu. O kadar güzel kalemler varken, sen nereden çıktın karşıma?
“Ben senin vicdanınım” diye dikleniyor kalem, terleyen avucumda…
-Hadi ordan, vicdan mı kaldı, bu globalleşen dünyada!.. Başka derdim kalmadı da senin le mi uğraşacağım? Şimdi güzel bir TÜKENMEZ kalem bulurum; sen de yallah çöpe..
-Dünyayı çöplüğe çevirmişsiniz zaten; çöp kovası daha temizdir eminim. Yıllardır başucunda saklayıp durdun beni. Birlikte bir çok kötülüğe, haksızlığa göğüs gerdik; şimdi ne değişti de bana haksızlık yapıyorsun? Tükenmez kalemin adı kadar güçlü ve sonsuz olduğunu mu düşünüyorsun?
- Yıllarca, senin gibi bir tahta kafalıyı baş tacı edende zaten kabahat. Vicdanmış, Pööh!.. Vicdan öleli çok oldu canım! Ben senin, adın kadar güçlü ve öldürücü olduğunu sanarak saklamıştım seni. Yoksa ne güzel dolmakalemlerim, tükenmezlerim vardı… “
-Farkında değilsin ama, hızla beni de tüketiyorsun. O cicili bicili dolmakalemlerin mürekkep dağıttığında; yatağa uzanmış yatarken, dik tutmadığın için yazmaktan vazgeçen tükenmezlerin tutukluk yaptığında, imdadına yetişen ben değil miydim?
Kalemin boyu kısaldıkça kısalıyor, benim öfkem de öyle… Onu hoyratça yontmak yerine okşamaya başlıyorum farkında olmadan. Dağılan hırsımı o da sezmiş olmalı ki; öldürücü darbeyi o vuruyor bana:
-Bunca yıl, (giderek artan) kötülüklere direndim; dürüstlüğün, erdemin, özgürlüğün, barışın, adaletin, eşitliğin sözlerini kazıdım beyaz kağıtlara; sen hep yanında taşıdın beni… Okuduğun kitapların / dergilerin içinde solup duran ne çok izimiz var… Yıllarca senin 11. Parmağın oldum… Canımın sıkkın olduğu günlerde bana, “takma kafana böyle küçük şeyleri, sen Donkişot’un kırılmaz mızrağısın” diye övgüler düzer; “Yalan, dolan yazmadığım için burnumun uzayacağına hep kısaldığını” söyler espriler yapardın… “Bir gün gelir de, bir diktatörün emriyle yüksek bir kürsüde seni ikiye bölmeye kalkarsa birileri, karşısında beni bulacak emin ol…”diye yüreklendirirdin. Şimdi ne değişti ki, bana böyle davranıyorsun?
Kan ter içinde uyanıyorum.
Beynimde ağrılı bir zonklama, “kurşun kalemimi nereye kaldırdın? Yoksa, onu da mı birilerine verdin?” diye öfkeli öfkeli söyleniyorum eşime…
Endişeli gözlerle bakıyor bana; elinde tansiyon aleti “gece o kadar abur cubur yersen, böyle kabuslar görür, tansiyonun fırlar işte” diye, bir fırça da o atıyor…
Çabucak giyinip kliniğe koşuyorum; kurşun kalemim masanın üstünde sakince duruyor…
Ben o kadar sakin değilim ama…
Bilgisayarı açmaya çalışırken bir fısıltı duyuyorum: “Tahta kafalı sensin!..”