Takım elbiseli köleler
Köle deyince aklınıza ne geliyor? Kaburgaları sayılan, zayıf, ha öldü ha ölecek tutsaklar. Muhtemelen boğazlarında veya ayaklarında zincirler de olması muhtemeldir. Hatta sırtlarında da kırbaç izleri. Peki medeniyet değişiyor, imparatorluklar değişiyor da
Köle deyince aklınıza ne geliyor? Kaburgaları sayılan, zayıf, ha öldü ha ölecek tutsaklar. Muhtemelen boğazlarında veya ayaklarında zincirler de olması muhtemeldir. Hatta sırtlarında da kırbaç izleri. Peki medeniyet değişiyor, imparatorluklar değişiyor da bu kölelik dediğimiz kurum hiç mi değişmedi? Muhakkak ki değişti. Kölelik de çağa ayak uydurdu kuşkusuz. Son dönemde kapitalizmin daha pahalı ürünleri de alabilecek profilde geniş tüketici kitlelerine ihtiyaç duyduğu yaygın şekilde konuşuluyor. Sistem tanklara taş atan çocuklardan çok, son model telefonlar satın alabilen çocuklardan daha çok kazanç elde ediyor. Bu yüzden artık kapitalizm “Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” bir işçi sınıfı istemiyor ve herkesin belli bir hayat standardı olmasına müsaade ediyor. Sistemin kar maksimizasyonu için çalışanlar yine olabildiğince düşük ücretlerle çalıştırılmalı ancak aldıkları o ücreti de yine pahalı ürünler satın alarak ya da krediler çekip bir ömür boyu borç ödeyerek elden çıkarmalılar. Peki bu para akışının içinde kim köle, kim efendi? Kim daha varlıklı, kim daha fakir?
SU MU ALTIN MI?
Varlıklı olmak ne demektir? Mısır Prensi ( Prince of Egypt) filminin müzikleri arasında yer alan bir parça geçen gün kulağıma takıldı. Parçanın ismi “Cennetin Gözlerinden Bakın” çok ilginç sözleri var. “ Hayatınızın değerini neye göre ölçersiniz? Ya da hayatları neye göre değerlendirirsiniz?” diye vurucu bir soru soruyor şarkı ve akabinde çok da ilginç cevaplar veriyor: “Büyük bir çölün ortasında altınlardan oluşan bir tepe, çölde bulunacak serin ve temiz su kadar kıymetli değildir. Kaybolmuş bir koyun için, çoban çocuk tüm krallardan daha yücedir. Tüm malını mülkünü kaybeden adam değersiz midir? Yoksa bu yeni bir başlangıç mıdır? Bir
kişinin kıymetini nasıl ölçersiniz? Parasıyla mı gücüyle mi? Ne kadar kazandığıyla mı yoksa ne kadar verdiği ile mi?” diye devam ediyor şarkı ve ben de melodisi de son derece güzel olduğundan tekrar tekrar dinliyorum. Özellikle çöl ortamında suyun altına karşı kurduğu bariz üstünlük bizi “varlıklı” olmanın anlamına ilişkin yeniden düşünmeye sevk ediyor. Varlıklı olmak çöl örneğinde olduğu gibi mevcut koşullarda kıt olana sahip olmak ise, mesele bambaşka bir boyut kazanıyor çünkü her bireyin hayat içerisinde yaptığı tercihler aslında neye bol bol, neye daha az miktarda sahip olacağını belirliyor. Peki varlıklı olmayı kıt olan üzerinden kurgulayacak olursak, günümüz kapitalizminde en çok kıtlığı çekilen şey nedir? Zaman. Sistem artık çalışan kesimlerin de belli bir hayat standardına sahip olması konusunda merhametli olurken, zaman konusunda acımasızlığını muhafaza etmektedir. Şık takım elbiseleri ile ellerinde laptop çantalarıyla her gün serbest piyasanın taleplerine arz etmek için seferber olan milyonlarca insan, zamanlarını, başka bir deyişle hayatlarını verdikleri işlerinin karşılığında 1-2 alışverişte harcamak için maaşlarını alıyorlar. “Kendine zaman ayırmak” tüm ütopyaların ötesinde başka bir zamana erteleniyor. Alınan ücret ne olursa olsun, ihtiyaçlar sınırsızca çeşitlendiriliyor. Enteresan olan sadece kısıtlı bütçelerle hayatlarını idame ettirmeye çalışan insanlar değil, milyon dolarlık şirket sahipleri de zaman fakiri olarak yaşayabiliyor. Oradaki mesele de serbest piyasanın acımasız rekabet koşulları. Siz bir hamleyi önce yapmazsanız rakibiniz yapıyor, pazar payını sizinkini de alarak genişletiyor. Yıllarca cep telefonu piyasasının lideri olan Nokia şirketine bakın mesela. Apple şirketinin i-phone atılımıyla birlikte pazarın büyük bölümünü ele geçirmesiyle birlikte dağ gibi Nokia kan kaybediyor. Öte yandan bir bakıyorsunuz başarılı olarak varsaydığınız Apple'ın CEO'su Steve Jobs da genç sayılabilecek bir yaşta kanser olup ölüyor. Sistemin çarkları o kadar keskin ki sadece ölümüne tüketmek yok, aynı zamanda mevcut talebe de ölümüne arz etmek var.
ARZ VE TALEP
Geçenlerde bir arkadaş dedi ki: “Geçen gün Ahmet'i gördüm sana çok selamı var...” “ Hangi Ahmet?” diye sordum. Arkadaşım anlattı ama yine hangi Ahmet olduğunu anlamayınca ikinci soruyu sordum: “ Nerde çalışıyordu o?” oldu. Yukarıda yazdıklarımı da düşününce kendime kızdım. Bir adamın kim olduğunu anımsamak için neden nerde ve nasıl dinlendiğini sormuyoruz sanki? “ Hangi Ahmet? Nerde çalışıyordu o?” demek yerine “ Hangi Ahmet? Hobisi neydi onun?” demiyoruz mesela. Dememe sebebimiz de muhtemelen Ahmet'in herhangi bir hobiye ayıracak zamanı olmayışından kaynaklanıyor. Ahmet işçiyse çalıştığı işyeri tarafından fazlasıyla sömürüldüğü için vakti yok, Ahmet patronsa, daha fazla kazanma hırsı ve pazar payını koruma güdüsü yüzünden vakti yok. Neticede zaman yoksunu bir kalabalık, arz ve talebin buluşması için canla başla uğraşıyor. Arz ve talep her durumda bir şekilde buluşuyor ama bu zamansız kalabalık hayalleriyle buluşamıyor... Geride ne kalıyor? “Serbest Piyasa” için kurulan tapınaklar, “Ekonomik Akıl” için yakılan tütsüler... Tütüdün her ikisini da başlarına bir şey gelmesin... Ne bulursanız özelleştirin ki talep arzla daha hızlı ve daha vahşi şekilde buluşsun... “Alternatifin var mı?” diye soranlara da verilecek cevabımız vardır: Daha fazla yaşam hakkı...