Talat: Kıbrıs Türkü görülmemiş şekilde hiçleştirilmektedir
Kıbrıslı Türk liderlerden, 2’nci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, son dönemde Türkiye’nin izlediği siyasetle Kıbrıs Türkünün görülmemiş şekilde hiçleştirildiğini söyledi.
Kıbrıslı Türk liderlerden, 2’nci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, son dönemde Türkiye’nin izlediği siyasetle Kıbrıs Türkünün görülmemiş şekilde hiçleştirildiğini söyledi.
Talat, Kıbrıs’taki gelişmelere yönelik geniş bir değerlendirme yaptı. Gecikmeden doğru siyasete dönülmesi gerektiğini ifade eden Talat, Kıbrıslı Türklerin dünyalı olmasının sadece Türkiye’nin desteği ile sağlanamayacağını anımsattı.
Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’nin geçmişte iğneyle kuyu kazarak elde ettiği tüm kazanımların da kaybedilme riski olduğunu anlatan Talat, “Federal çözüm yama değil eşit olmaktır” dedi.
İşte Talat’ın değerlendirmesi:
20 Temmuz’da adamıza geleceğini açıklayan TC Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve arkadaşlarıyla gerek Annan planı sürecinde gerekse daha sonraları birlikte geliştirdiğimiz, dünyanın da kabul edebileceği Federal yapıda, sürdürülebilir, Doğu Akdeniz’i bir barış ve işbirliği havzasına dönüştüreceğine inandığımız yapı konusundaki çabalarımız, hala çok yeni ve hatırlardadır.
KKTC ve TC işbirliği ile yürütülen politikalarımız son 18 yıla damgasını vurmuştur.
Ancak, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçiminden itibaren yürütülen ne olduğu belirsiz egemen eşitliğe dayalı çözüm politikası, barışçı ve yaşayabilir bir çözüm düşleyen, bu uğurda emek harcayan, mücadele eden ve adamızın güzel, savaşsız ve mutlu bir geleceği olmasını isteyen herkesi umutsuzluğa itiyor.
Bu durum, konu ile ilgili olarak yıllarca uğraş vermiş ve hem ülkemizde, hem tarihsel bağlarımız olan “dünyaya açılan penceremiz” Türkiye’de, hem de Birleşmiş Milletler ve birçok dünya ülkesinde yıllarca Kıbrıslı Türklerin de dünyalı olma hakkını arayan bir lider olarak beni de rahatsız etmektedir.
Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde Türkiye Dışişleri Bakanının ziyareti, zaten bir süredir gözlemlediğimiz ilkelleşen Kıbrıs politikasına tuz biber ekti.
Hatta Kıbrıs politikasını öyle bir noktaya taşıdı ki, 2002/2004 öncesinin de gerisine gitme kuvvetle muhtemel hale geldi.
O ikinci sınıf dış politika dönemlerine doğru hızla ilerliyoruz diye düşünüyorum.
Sayın Erdoğan 20 Temmuz ziyareti ile yurdumuzdan dünyaya yeni mesajlar vereceğini bizzat kendisi açıkladı.
Dünyaya meydan okunursa
Bu açıklamaların beklendiği gibi dünyaya meydan okuyan açıklamalar olması halinde durum daha da kötüleşecektir…
Demek ki bundan sonrasında bugüne kadar kazandıklarımızı birer ikişer elden çıkarmaya başlıyoruz.
Önce, elbette imajımızı kaybedeceğiz. Kıbrıs sorununun çözümü süreçlerinde Kıbrıslı Türklerin olumlu tutumunu olumsuza dönüştüreceğiz. Üstelik de bunu Türkiye’nin zorlamasıyla yapıyor olacağız.
Seçime karıştılar, kışkırttılar
Hepimizin gözü önünde gerçekleşti. Türkiye yetkilileri, Cumhurbaşkanlığı seçimine var gücüyle karışarak Kıbrıs’ta bölünmeyi ve iç kavgayı kışkırtan yaklaşımlarla, kendi istediği Cumhurbaşkanını seçtirmekle kalmamış, istemediği bir parti başkanının seçilmesini dahi engellemiş ve bu yolla KKTC Başbakanını da belirlemiştir…
Bir zamanlar sınır dışı edilen Kıbrıslı Türk öğrencileri ya da pasaportu geri alınan Özker Özgür olayını hatırlatırcasına iki vatandaşımızın, Ali Bizden ve Ahmet Cavit An’ın Türkiye’ye sokulmaması, Türkiye ile ilişkilerimizi zehirlemekte ve o “dünyaya açılan penceremizi” maalesef kapatma yoluna sokmaktadır.
İhaleler Ankara’da
Hemen hemen bütün altyapı yatırımları Türkiye’de açılan ihalelerle yapılmakta ve bu altyapıların ilerleyişi bile Büyükelçilikçe veya doğrudan Cumhurbaşkanı Yardımcılığınca duyurularak Kıbrıs Türkü görülmemiş şekilde hiçleştirilmektedir.
Pandemi hastanesi ve yeni Devlet hastanesinin yapımında yasalarımızın ve kurumlarımızın dikkate alınmaması Kıbrıs Türkünün tarihi boyunca yaşanmamıştır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi gereksiz şekilde yaşanan diyalogsuzluk ve kavga ortamı bugüne böyle yansımakta ve tarihin en kötü TC-KKTC ilişkilerini şekillendirmektedir.
“Karar alma süreçlerine topyekun dönüş”
Bir büyükelçilik görevlisinin bakanlar kurulunda oturduğu ve ayırt edici kararı verdiği yıllar artık geride kalmış olmalıdır.
Ama yaşananlar KKTC ilanı ile vazgeçilen bu uygulamanın bu kez hayatın her alanındaki karar alma süreçlerine topyekun bir dönüş olarak yeniden doğmakta olduğunu göstermektedir. Bu noktada bu duruma izin veren iktidarın rolünü de unutmamak gerekir.
Aslında böyle bir ilişkiyi reddetmesi gereken ve eğer bize böyle davranarak bu destekleri verecekseniz, “istemiyoruz” demesi gereken iktidar tam tersine ne denirse yaparak ve günde bilmem kaç vakit şükran çekerek bu çarpık ilişki biçimini yerleşik hale getirmektedir.
Bir yandan dünyanın gözü önünde yaşanan bu çarpıklıklar, diğer yandan ortaya atılan iki devletli politika, düşünülen ayrı devletin tıynetini de elbette ortaya koymaktadır.
“Kaybedeceklerimize devam edeyim… “
Geçmiştekinden farklı olarak, Türkiye’nin zorlamasıyla çözümsüzlük yeniden ana politikamız haline geliyor. 2002/2004’ten itibaren ortaya koyduğumuz politika ve eylemlerle kazandığımız çözüm yanlısı görünümün en baştaki getirisi, tanınmayan bir devletin yasama organının yaptığı TMK yasası (Anayasanın 159’uncu Maddesinin (1)’inci Fıkrasının (b) Bendi Kapsamına Giren Taşınmaz Malların Tazmini, Takası ve İadesi Yasası) ile ilgili olarak AİHM’in verdiği karar olmuştur.
AİHM tanımadığı bir devletin parlamentosu tarafından yapılan söz konusu yasayı uluslararası hukuka uygun bulmuştur…
Ama bu kolay olmamıştır.
Önce referandumda bizim ve Türkiye’nin tutumu değerlendirilmiştir. Referandumun arkasından, o günün Başbakanı olarak Strasburg’da AKPM Genel Sekreteri Schwimmer ve AİHM başkanı Luzius Wildhaber ile Haziran 2004’te görüşerek çözüme evet diyen tarafın artık cezalandırılmaması gerektiğini; Rum tarafının hem çözümü reddedip hem de kuzeydeki mallarının, kullanım kayıplarını da içerecek şekilde, iade taleplerinin haksız olacağını anlatmıştım…
Sonrasında AKPM’ye bağlı insan hakları komisyonu ve Türkiye’nin Strasburg daimi temsilciliği ile yürüttüğümüz çalışmalarla AİHM’in iç hukuk yolu olarak kabul edebileceği TMK yasasını hazırlamaya başladık.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin “Xenides-Arestis v. Turkey “ davası da Aralık 2005’te sonuçlandı ve bize AİHM’in kabul edebileceği yasanın nasıl olması gerektiğinin ana hatlarını verdi.
Böylece AİHM’nin kabul edebileceği Kıbrıslı Rumların kuzeyde bıraktıkları malları için etkin iç hukuk yolunu yaratmış olduk. Yasa uygulandı. Zamanın AİHM Başkanı Jean-Paul Costa ile de 2008 Ekiminde Strasburg’da görüştük, izlenimlerini aldık.
Yasamız AİHM tarafından test edildi ve mahkeme 2010 yılında yasayı uluslararası hukuka uygun buldu…
Bunları anlatmamın nedeni o noktaya gelinceye kadar iğneyle kuyu kazdığımızı bilince taşımak içindir. Biz ve o günün Türkiye yetkilileri çok çaba ortaya koyduk ve başardık.
Kazanımlar bizimle de sınırlı kalmamıştır. Bizim ve Türkiye’nin yarattığı olumlu imaj ekonomik olarak bize birkaç yıl üst üste yüzde onun üstünde bir büyüme kazandırmış, Türkiye ekonomisinin de sıçrayarak büyümesine yol açmıştır. 1951-1952, 1954-1955 ve 1961 geçici BMGK üyeliklerinden sonra Türkiye bu olumlu imajla ancak 54 yıl sonra 2009-2010 yıllarında yeniden BMGK’ne üye olabilmiştir…
Yani, Kıbrıs sorunu başladıktan sonra BMGK Türkiye’ye kapanmış, ancak barışçı rüştünü ispatladıktan sonra, 2009’da geçici üyelik yeniden nasip olabilmiştir. O günün Türkiye yetkililerinin açıklamaları okunursa yaşanan sevincin boyutları daha iyi anlaşılır. (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye-bmgk-gecici-uyesi-oldu-16350)
Aynı havanın devamı olarak bugünkü Dışişleri Bakanı Sayın Mevlut Çavuşoğlu da 2009-2010 Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanı olan ilk (ve son) Türk parlamenter olmuştur. O dönemde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ziyaretinde Kıbrıs’a Larnaka’dan gelmiş ve KKTC’ye Ledra Palace kapısından geçmişti…
Böyle olmaz
Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorun olduğuna ve diğer devletlerin desteğini aradığımıza göre bunu meydan okuyarak elde edemeyiz.
Bunun en tipik örneği Kosova’dır.
Kosova yarım yamalak bağımsızlığını dünyaya meydan okuyarak değil, en azından batı dünyası ile uyum içinde kazanabilmiştir. Biz ise bütün dünyaya meydan okuyarak hak arıyoruz.
Dünyanın tanıdığı ülke olan Türkiye’nin davranışlarını ise hiç taklit etmemeliyiz.
Çünkü biz henüz izolasyon altındayız ve ancak barışçı politikalarla adım atabiliriz. Yoksa dünyanın tanıdığı Rum tarafının bilmem kaç oktav üstünde ses çıkararak bir yere varamayız…
Bu gerçeği Türkiye bilemeyebilir, ona da biz anlatmalıyız. Onun -dünyayla ilişkilerini yıpratan- özgüvenini taklit ederek hareket edersek daha çok uzun yıllar hüsranla yaşarız.
Bugün bu imajımızı ve kazanımlarımızı kimsenin yıkma hakkı yoktur. Hele de iğne ile kazılan kuyunun hoyratça davranışlarla kapatılmasına izin vermemeliyiz.
Bu gerçekleri dikkate alırsak BMGK kararlarına karşı durarak, BMGS’ne talimat verir gibi 1984 kararını değiştirmesini isteyerek, kısacası gerçeklerin tamamen dışında hareket ederek bir sonuca varamayız.
Türkiye’nin istediği adayın Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için öne sürülen Maraş açılımı, her ne kadar özel mülke dokunmadan hareket ediyoruz denilse de BM ve dünyanın sinir uçlarıyla oynamaya adaydır.
Kısacası yeni olarak nitelenen bu çok eski politika çıkmaz yoldur.
Dünyanın kabul edemeyeceği bu yoldan geç olmadan dönmek ve Kıbrıs sorununun çözümü için Rum tarafını zorlayacak uluslararası desteği kazanmak zorundayız.
Hemen her gün onu bunu protesto ederek, kınayarak dış siyaset yürütülemez.
Yine, Kıbrıslı Türklerin dünyalı olması sadece Türkiye’nin desteği ile olamaz.
Türkiye BMGK’nin veto hakkı da olan daimi üyesi olsa bile uluslararası ilişki tek bir ülkeyle olmaz, böyle bir ilişki uluslararası ilişki sayılamaz. Böyle bir ilişki hele yeterli basiret gösterilemezse şu andaki ilişki biçimine dönüşür…
Uluslararası destek görebilecek en iyi çözüm şekli BMGK kararlarında tarifi yapılan çözüm şeklidir. Yani federasyondur. Federasyon Rum tarafına yama olmak değil Rum tarafıyla eşit olmaktır… Ortaya atılan diğer alternatifler sadece abesle uğraş olacaktır...
Gecikmeden doğru siyasete dönülmelidir. İğneyle kuyu kazarak geldiğimiz bu noktada maceraya atılmanın hiç gereği yoktur.