Tanınmamış Devletler de Uluslararası Hukukla Bağlı Mıdır?
Tanınmamış devletlerin insan haklarının gerekliliklerini sağlamaya ve kamu yönetiminde evrensel standartları yakalamaya doğrudan nasıl zorlanacağı sorunu henüz çözümlenmemiştir.
Dr. Mustafa Erçakıca*
[email protected]
Hukukun her alanında düşüncelerinden faydalanılan bir filozof olan Hans Kelsen’e göre devletle hukuk arasında hiçbir ayırım yoktur; devlet ve norm, aynıdır. Devlet ile hukuk arasında bir ayrım olmadığı gibi, devlet ile toplum arasında da bulunmamaktadır. Toplum, normatif bir sosyal bilim konusudur ve aslında insanların karşılıklı davranışlarının normatif bir düzenidir. Toplumlar, insanların karşılıklı davranışlarını belirleyen normatif bir düzenin aracılığıyla kurulurlar. Dolayısıyla toplum, hukuktan ve devletten ibaret olan bir düzenden başka bir yerde mevcut olamaz. Topluma, hukuka ve devlete ilişkin düşünceleri bu şekilde özetlenebilecek olan Kelsen, hukukun varlığını grundnorm ile açıklar. Grundnorm aslında varsayımsal bir kavram olup, hukuk sisteminin temelini oluşturan normu, düzeni veya kuralı ifade etmektedir.
Kelsen, monist bakış açısından yola çıkarak, hukuk disiplinlerinin tamamının tek bir normdan kaynaklandığını, bunun da grundnorm olduğunu savunmaktadır. Grundnorm, kendisinden sonra gelen hukuk kurallarını, kendisine uygun oldukları sürece geçerli kılan bir üst normdur. Bu durumda, Kelsen’i esas alan yaklaşıma göre, farklı hukuk disiplinleri aslında birbirlerinden ayrı değildir; hepsi bir bütün olarak grundnorm altında var olan hukuk alanlarıdır. Bu anlamda uluslararası hukuk ulusal hukukların üstündedir ve devletleri bağlamaktadır. Ona göre uluslararası hukuk, geçerliliğini grundnormdan alan, temelde uluslararası toplumun kabul görmüş süjelerinin ilişkilerini düzenleyen bir hukuk disiplini olarak kabul edilmelidir. Peki, hukuk grundnorm kaynaklıysa ve devletleri bağlamaktaysa, devlet olduğu tartışmalı olan veya kabul edilmeyen oluşumlar açısından durum ne olacaktır? Onların da bununla bağlı olduğu kabul edilmeli midir?
De facto devlet, sözde devlet veya uluslararası hukukta ağırlıklı olarak tercih edilen şekliyle tanınmamış devlet olarak anılan oluşumların uluslararası hukukla ne ölçüde bağlı oldukları durumu, oldukça tartışmalıdır. Tanınmamış devletlerin de uluslararası hukukla bağlı olup olmadığına ilişkin soruya cevap vermek zordur. Günümüzde uluslararası hukuk, süjelerinin ilişkilerini düzenlemektedir. Uluslararası hukukun günümüzdeki süjeleri ise devletler, uluslararası örgütler ve uluslararası insan hakları hukuku (ve uluslararası ceza hukuku) kapsamıyla sınırlı olmak şartıyla, insanlardır.
Uluslararası hukuk, süjeleri arasındaki ilişkileri düzenlerken aslında bireylerin insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmesine ilişkin standartlar da yaratmaktadır. Örneğin uluslararası çevre hukuku, devletlerin çevresel konuları ele alışını ve buna ilişkin sorunların çözümüne ilişkin faaliyetlerini düzenlerken, uluslararası deniz hukuku, devletlerin denizdeki, deniz yatağındaki ve deniz altındaki aktivitelerinin hukuki zeminini sağlamaktadır. Tabii ki uluslararası hukukun uluslararası ilişkilerin yönetilmesinde belirli bir hukuki çerçeve ve barışçıl düzen yaratmayı amaçlayan alanları, bunlarla sınırlı değildir. Uluslararası hukukun, insanlara doğrudan dokunan ve onların yaşamlarının kalitesinin arttırılmasını devletlere dayatan, uluslararası insan hakları hukuku gibi önemli bir alanı vardır. Uluslararası hukukun diğer bütün alanları da insanlara ve insan yaşamına dokunmaktadır; ancak onları doğrudan ilgilendiren, bu nedenle de daha fazla gelişmesi ve bu sayede de insanları uluslararası hukukun en güçlü süjesi olan devletler karşısında koruması beklenen alanı, uluslararası insan hakları hukukudur.
Belirtildiği gibi, tanınmamış devletlerin uluslararası hukuk süjeliklerinin kapsamı oldukça tartışmalıdır. Konuyla ilgili 1933 tarihli Montevideo Sözleşmesi, devlet olma unsurları ilk maddesinde sayarken, tanınmaya değinmemiştir. Bu da anılan sözleşme kapsamında tanınmanın devlet olma açısından kurucu bir etkiye değil, açıklayıcı bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Montevideo Sözleşmesi’nin birinci maddesine göre devlet olmak için gerekli unsurlar sürekli bir nüfus, sınırları belirlenmiş bir ülke, hükümet ve diğer devletlerle ilişkiye girme kapasitesi olarak ifade edilmiştir. Anılan bu sözleşmenin üçüncü maddesi, bir devletin siyasi varlığının tanınmasından bağımsız olduğunu da açıkça ortaya koymuştur. Maddenin devamında bir devletin, tanınmasından bağımsız olarak, varlığını ve bütünlüğünü savunma hakkının bulunduğu açıkça ortaya konmuştur. İlgili maddeye göre devlet, kendisinin korunmasını ve refahını sağlamak için gerekli ve uygun gördüğü örgütlenmeyi gerçekleştirme, hizmetlerini sürdürme, yargısal mekanizmalarının yetkilerini kullanmasını sağlama haklarına sahiptir ve bunlar için gerekli sınırlama, uluslararası hukuk kurallarının ötesinde değildir. O halde, devletin tanınmaması noktasında şu hususu da dikkate almak gerekmektedir: Diğer devletler tarafından tanınmayan bir devlet, uluslararası hukukun kapsama alanı dışında değildir. Örneğin bu devletlerin de diğer uluslararası hukuk süjelerine yönelik kuvvet kullanma yasağıyla bağlı oldukları kabul edilmektedir, ayrıca bu tür devletlerin ülkeleri de sahipsiz toprak parçası muamelesi görmemektedir.
Tanınmamış devletlerin de uluslararası hukuktan kaynaklı birtakım yükümlülükleri ve hakları olduğu Montevideo Sözleşmesi tarafından böylece ortaya konduktan sonra, insanların yaşamını, haklarını ve yaşam kalitesini yakından ilgilendiren uluslararası insan hakları hukuku kapsamında da konuyu tartışmakta fayda vardır. Tanınmamış devletlerin ülkesinde de insanlar yaşamakta, çalışmakta, eğitim almakta, hukuki ilişkiler geliştirmektedir. Bütün bunları yaparken de, uluslararası insan hakları hukukunun kendilerine sağladığı hak ve özgürlüklerin korunması gerekmektedir.
Uluslararası hukukun bugün var olan temel sorunlarından birisi, devletleri kendi rızaları olmadan yargılayabilecek sürekli görev yapan bir uluslararası yargı organının henüz olmamasıdır. Uluslararası Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Birliği Adalet Divanı gibi devletleri yargılamaya muktedir olan en önemli yargısal makamlar bile, sadece kendilerinin yargı yetkisini kabul eden veya kendilerini kuran uluslararası örgüte üye olan devletlerin uluslararası hukuk ihlallerini yargılayabilmektedir. Bu da, uluslararası hukukun tanınmamış devletlere yönelik birtakım haklar ve yükümlülükler kabul etmiş olmasına rağmen, onların dolaylı olarak uluslararası denetimin dışında kalması gibi bir sonuç doğurmaktadır. Çünkü devletler, diğer devletlerle olan uyuşmazlıklarının bir uluslararası yargı organı önünde görülmesine rıza gösterirken, karşı tarafı devlet olarak, yani uluslararası hukuk süjesi olarak kabul ettiğini de göstermektedir. Bir oluşumu devlet olarak tanımama politikasını benimseyen uluslararası hukuk süjeleri, tanımadıkları bu oluşum ile olan sorunlarının bir uluslararası yargı organı önünde görülmesine rıza göstermemeye özen göstermektedir. Aksi takdirde, anılan oluşumu zımni şekilde devlet olarak tanımış olacaktır. Bu nedenle de, tanınmamış devletler üzerindeki uluslararası hukuk denetimi sorunlu hale gelmektedir. O halde, tanınmamış devletlerin, özellikle de insan haklarına ilişkin konularda, uluslararası hukukun denetiminden bağışık oldukları gibi bir durumun ortaya çıktığı mı kabul edilmelidir?
Yukarıdaki sorunun cevabı, hem evet, hem de hayırdır. Öncelikle, günümüzde tanınmamış devletlerin ülkelerinde gerçekleşen insan hakkı ihlallerinin, başka devletler tarafından gerçekleştirilmiş olduğunun kabul edildiği görülmektedir. Bu başka devlet, tanınmamış devletin yakın ilişki içerisinde olduğu ve genellikle tanınmamış devlet ülkesinde etkin/etkili otoriteyi kullandığı varsayılan devlet olmaktadır. Böylece anılan ihlallerde yargılamanın bir tarafı tanınmamış devlet değil, diğer devlet olmakta ve zımni bir tanıma gerçekleşmemektedir. Tanınmamış devletlerin ulusal hukuk mekanizmaları ise, tanınmamış devletin değil, onun ülkesi üzerinde etkin otoriteyi kullandığı varsayılan devletin ulusal hukuk mekanizmaları olarak kabul edilmektedir. Durum Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti örneğinde de bu şekilde ilerlemiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki insan hakkı ihlallerinin Türkiye tarafından gerçekleştirildiğini, etkin kontrolün de onun tarafından sağlandığını kabul etmiştir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yargısal makamları ve Taşınmaz Mal Komisyonu da, Türkiye’nin kanun yolları olarak değerlendirilmiştir. En çok kullanılan örnek Kıbrıs örneği olsa da, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti ve Rusya örneği açısından da durum benzerdir. Bu durum, tanınmamış devletlerin uluslararası insan hakları hukukuyla bağlı olduğunu açıklamaya çalışan ilk yöntemdir.
Tanınmamış devletlerin insan haklarına ilişkin uluslararası hukuk kurallarıyla bağlı olacağı sonucuna ulaşmaya çalışan ikinci yöntem ise, tanınmamış devletlerin kendilerini uluslararası topluma kabul ettirme ve bir gün tanınma elde edebilme umuduna dayandırılmaktadır. Buna göre, tanınmamış devletler, aslında kendilerini uluslararası toplumun bir parçası olarak kabul ettirme çabası içerisindedir. Bu nedenle de, uluslararası toplum nazarında “hoşgörü” toplamak adına, kendilerini uluslararası hukuk ile bağlı hissedecek, uluslararası hukuk kurallarına uyacak ve insan hakları ihlalleri gerçekleştirmeyecektir. Durum gerçekten de böyle midir? Birleşmiş Milletler’in kendi internet sitesinde yer alan araştırmalarda yer aldığı üzere, çatışma sonralarında yeniden inşa edilen devletler, uyuşturucu madde ticareti gibi uluslararası hukukun büyük mücadele verdiği sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getiren, kaotik yerler olabilmektedir. Belki her yeniden inşa edilen devlet, her tanınma sorunu yaşayan oluşum veya çatışma sonrası süreçte çeşitli belirsizliklerle boğuşan toplum, buna örnek olmamaktadır. Yine de, istikrarsızlığın olduğu ve uluslararası denetimin tam sağlanamadığı coğrafyalar, uluslararası toplumu çeşitli sorunlarla mücadele açısından çok zorlayabilmektedir.
Öte yandan, tanınmamış devletlerde insan ticareti ve seks işçiliği açısından uluslararası denetimin sağlanmasının zorlanıldığı, çeşitli insan hakkı ihlallerinin gerçekleşmesinin mümkün olduğu yerler olabileceği de doktrinde tartışılmaktadır. Belirtilmesi gerekir ki, tam anlamıyla uluslararası süjeliği olan ve tanınmış devletlerin bu tarz sorunlarla karşılaşmadığı iddia edilememektedir. Yine de, tanınma ve uluslararası toplum üyeleriyle doğrudan ilişkiye girme sıkıntıları olmayan devletlerde çeşitli insan hakkı ihlalleri gerçekleştirildiğinde, bunlar uluslararası hukukun yargısal veya yargı dışı mekanizmalarında doğrudan bir muhatap olmakta, bu devletlerin sorumluluğuna daha kolay ve herhangi bir aracıya ihtiyaç duymadan gidilebilmektedir.
Aktarılanlar göz önünde bulundurulduğunda, tanınmamış devletlerin sınırlı uluslararası ilişkilerinin olduğu, uluslararası alanda doğrudan muhatap alınmadıkları ve insan haklarına ilişkin uluslararası belgelerle veya genel olarak uluslararası hukukla bağlılığının önüne engeller çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Günümüzde uluslararası insan hakları hukuku, çok geniş bir kapsama sahiptir, seyahat özgürlüğünden sağlıklı bir çevre hakkına, düşünce özgürlüğünden, hak arama özgürlüğüne kadar, insan yaşamına ilişkin birçok unsuru kapsamaktadır.
Uluslararası hukuka ilişkin Türkçe veya yabancı bütün ders kitaplarında tanınmamış devlet örneği olarak işaret edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti açısından durum göz önünde tutulduğunda, insan ticareti ve seks işçiliğinin ne kadar vahim durumda olduğu, kolayca görülebilmektedir. Aslında en güncel örnek olarak, Covid-19 nedeniyle yaşananlar da, uluslararası ilişkilerin doğrudan tarafı olma konusunda doğabilecek sıkıntıları göstermiştir. Covid-19’un Kıbrıs’ın kuzeyindeki etkileri ve burada verilen mücadele uluslararası örgütlerin kayıtlarına geçirilmesi adına ciddi sıkıntılar yaşanmış, Dünya Sağlık Örgütü ile Kıbrıslı Türkler adına nasıl iletişime geçileceği bilinememiştir. Türkiye veya Kıbrıslı Rumların yardımıyla aşı elde edilmesi yetmezmiş gibi, aşı kartlarının nasıl tanıtılacağı ve seyahat özgürlüğüne kavuşulacağı da, bir dönem merak konusu olmuştur. Bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde doğan ve ailesi Türkiye kökenli olan kişilerin, Yunanistan’a girmek için gerekli vizeyi alamamaları, belki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti makamlarının yol açtığı bir durum değildir; ancak tanınmamış devletlerin durumunun uluslararası hukukta insan haklarına ilişkin yol açtığı sıkıntıların bir örneğidir. O halde, tanınmamış devletlerin içinde yaşayanların, dış dünyada karşılaştıkları insan hakkı ihlalleri de olabilmektedir.
Montevideo Sözleşmesi’ne bakıldığında, devlet olmanın dördüncü kriteri olarak sayılan diğer devletlerle ilişkiye girme kapasitesi de, konuya ilişkin ciddi bir sıkıntı yaratmaktadır. Belki tanınma, devlet olma için aranan bir kriter değildir; ancak tanınmamış devlet olarak anılan oluşumlar, bir devlet olarak doğrudan muhatap alınmamaktadır. Doğrudan ilişkiye girebilecekleri uluslararası hukuk süjeleri oldukça kısıtlıdır. Uluslararası ilişkiye girme kapasiteleri olsa da, bunu uluslararası topluma gösterme şansları yok denecek kadar azdır, bu yüzden de tanınma sıkıntısı yaşayan devletlerin birçoğu sözde devlet veya de facto devlet olarak ifade edilmektedir. O halde, diğer devletlerle ilişkiye girmedikçe devlet olduklarını ispat edememektedirler. Bu, tanınmamaları sonucunu doğurmaktadır. Tanınmadıkça da diğer devletlerle ilişkiye girememektedirler.
Tanınmamış devletlerin insan haklarının gerekliliklerini sağlamaya ve kamu yönetiminde evrensel standartları yakalamaya doğrudan nasıl zorlanacağı sorunu henüz çözümlenmemiştir. O halde önemli olan, bu devletlerde yaşayanların kendi iç örgütlenmelerini düzgün bir şekilde oluşturmalarıdır. Çünkü uluslararası hukukun barış ve güvenlik dolu bir dünya için oluşturduğu standartların, demokrasi bilinci gelişmiş toplumlarda uluslararası denetim olmadan da uygulanmasının önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır.
Kıbrıslı Türkler özelinde, bugün kamuda denetimi sağlayacak ve insan hakkı ihlallerini önleyecek güçlü iç hukuk mekanizmalarının yaratılması gerekmektedir. Kamu yönetiminde etkinliğin ve insan haklarına uygun kamu yönetiminin hayata geçirilmesi, tanınmamış bir devlette yaşıyor olsak da, bizim elimizdedir. Unutulmamalıdır ki, Kıbrıs’ın ne tür gelişmelere sahne olacağını bilmek, mümkün değildir. Her daim hatırlamakta fayda vardır ki, Kıbrıs bölünürken yerinden olan 200.000 civarı Kıbrıslı Rum ve 40.000 civarı Kıbrıslı Türk, geride bıraktıkları evlerini 2003 yılından önce göremeyeceklerini bilmiyordu. 2003 yılında kapıların açılacağını ve en azından Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların ada içerisindeki seyahat özgürlüklerini kullanabileceklerini de, yine kimse tahmin edemiyordu. Kıbrıs sorununun yarın nasıl yeni sorunlar yaratacağı, öbür gün nasıl bir değişime uğrayacağı, büyük bir bilinmezliktir. Bu doğrultuda önemli olan, Kıbrıslı Türklerin ve adanın kuzeyinde yaşayanların, kendi iç yönetimlerini demokratik ve insan haklarına uygun sürdürmesidir. Şimdilik tek çare, insan haklarına uygun adımlar atan bir kamu veya devlet yönetiminin, Kıbrıslı Türklerce talep edilmesidir.
Kelsen’in grundnorm kavramına atfederek açıkladığı hukukla, evrensel hukukla, uluslararası hukukla, en azından toplum olarak, kendimizi bağlı hissetmemizin önünde, herhangi bir engel bulunmamaktadır.
*Hukukçu, Akademisyen, yazar Dr. Erdem Ertürk’e ve Rafet Uçkan’a yazının ilk şekline yapmış oldukları eleştiriler için teşekkür etmektedir.
İlave Okuma Kaynakları:
Bryant, Rebecca ve Hatay, Mete, Sovereignty Suspended, Building the So-Called State, 1. Basım, Philadelphia, University of Pennsylvania Press, 2020.
Erçakıca, Mustafa, Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı ve Devletlerin Tanınması İlişkisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Örneği Çerçevesinde Bir İnceleme, 1. Basım, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2020.
Ertürk, Erdem, “Uluslararası Hukukta Tanıma Teorilerinin Eleştirel Değerlendirilmesi”, Ankara Barosu Dergisi, 78/ 1 (2020), s. 191-212.
Heintze, Hans-Joachim, “Are De Facto Regimes Bound by Human Rights?” OSCE Yearbook, 2010, s. 267-275.