Tanınmaz halde!
Her gün en az üç kişi “ağır suç” işliyor.
Her gün, diyorum.
Uyuşturucuyla ilgili her gün en az bir kişi mahkemeye çıkıyor.
Her gün!
Her gün en az üç kadın "şiddet" bildiriminde bulunuyor polise...
Her gün…
Her üç günde bir soygun var… Her üç günde bir "resmi evrak sahteleniyor" bu ülkede…
Umut eksiliyor, her gün…
Yurt yitiriliyor, her gün…
Kirleniyoruz, her gün…
Çürüyoruz, her gün…
***
Her hafta en az bir kişi darp ediliyor ya da ağır yaralanıyor.
Her hafta en az bir kişi cinsel tecavüz ya da tacize uğruyor.
Ağır Ceza Mahkemesi'nin raporları anlatıyor bunları…
Kıbrıs'ın kuzeyi böylesine rezil, rüsva bir yere dönüşüyor.
Talimat, itaat ve bağımlılık düzeninde gelinen nokta daha fazla huzur ya da güvenlik içermiyor.
Şimdi çok daha yeni ve büyük bir cezaevine sahibiz, suçlular daha iyi şartlarda barınıyor, bununla övünebiliriz (!) Yeni bir havaalanında karşılıyor, uğurluyoruz tetikçileri… Kara para yıkıyor, sahil boylarınca kurulmuş ışıltılı çamaşır makineleri… Dört bir yanımız kameralarla donatıldı ve sokaklarda çocuk cıvıltıları yerine kaos, gürültü, trafik çoğalıyor; birbirini anlamayan insanlar, ürkek, gergin, asabi… Geceler katran karası, olabildiğince loş, karanlık, izbe… Yürüyüş yapan insanlar, ellerine tahta sopaları alıyor önce…
***
Gitgide tabana yayılıyor çürüme…
Son yıllarda onlarca kamu görevlisi ya rüşvet almaktan ya da para çalmaktan mahkemeye çıkarıldı. Kendi iş yerini soyanlar mahkeme avlularında kelepçeli bekliyor. Sahte diploma basıyor üniversiteler…
Kamuda “yasa dışı iş ve gelir"le ilgili siyasi ve sendikal elitler arasında uzun yıllardır “görmezden gelme” üzerine sessiz bir uzlaşı var. Bir nevi “rüşvet” böylece meşrulaşıyor; kamusal görev olarak size sunulması gereken onca hizmet için üzerinden para ödüyorsunuz ayrıca…
***
Suç cenneti yaratıldı.
Çünkü “kayıt dışı” bir yer burası…
Bencillik ikliminde, kendi küpünün telaşında nicesi…
Makamlar da ilişkiler de statüler de eylemler de söylemler de olabildiğince sahte…
Dünyaya çağrı yapıyorlar, “bu bataklığı tanıyınız” diye!
Tanımıyorlar.
Nasıl tanısınlar, tanınmaz halde (!)
Yücelik ve hiçlik arasında... Tuval üzerine akrilik 90x60cm. Soyut lirik... (Ümit İnatçı)
Anlatılan senin hikâyendir, bil, sen değiştirebilirsin yine
Senin hikâyendir anlatılan.
İsimleri değiştir, kendi adını yaz; tarihleri değiştir ve kuşakları, kentte ya da kırsalda, çocuklukta ya da en delikanlı çağında nerede olursan ol senin hikâyendir bu…
Bir tarlada, ekinde, bir devlet dairesinde masa başında, bir elektrik direğinin ya da bir zeytin ağacının tepesinde; tezgâhta, yürüyüşte, soluk soluğa bir koşuda, geçim telaşında senin hikâyendir bu…
Alnından ter boşalırken hayattan alacaklısın…
Senden alacaklıdır toplum, kim bilir…
Yakınına adalet uğramamış, bir tanıdığın yoksa hiçbir işin olmamıştır…
Buralarda mahrumsun…
Öksüz büyümüşsün belki…
Bir ülken var, bir ülken yoktur.
Bir kimliğin var, bir kimliğin yoktur.
Sözünü, sesini, sevincini kursağında bırakmışlardır, bir yumru dayatmışlardır boğazına ve senin hikâyendir bu, bir başka ıssızlıkta, bir başka yalnızlıkta, bir ötekine benzeyen…
Evladına hasretsin, uzaktadır…
Korkuyorsun, “kaçıp gitmesin çocuklarımız” diye…
“Baba biz güneye niye geçemiyoruz, buralıyız biz de” diyen gözler avuçlarına sığınmıştır.
“Niye biz dünyaya gidemiyoruz” diyen isyanlar içine koşmuştur…
Dışlanmışsındır, itilmişsindir, örselenmişsindir…
Yolsuzluğun, çürümüşlüğün, bencilliğin, bireyciliğin, köhneliğin, fesatın ve arsızlığın ortasında bir yerde, nereye gitsen ayaklarına dolanan gelecek belirsizliği sıkmıştır boğazını…
Gidecek yeri olmayana sahip çıkan gün doğumu gibi senin hikâyen… Bir ameliyat masasında sonlandırılan yasak bir bebeğin doğmamış sızısı gibi… Kulluğu, köleliği, itaati onuruna yediremeyen bir firarinin isyanı gibi… Bir ergenin dudağındaki ilk ruj, yüreğindeki ilk aşk, soluğundaki ilk yas gibi…
***
“Muhtaç ettirip, yardım etmek, planlanmış cinayettir” sözleri yankılanmıştır kulaklarında…
“İşimi hallet” diye dilenmek zorunda kaldığın… “Beni de gör” diye sıranı beklediğin… “Bu kadar da olmaz” diyerek hep yanıldığın bir öfkedir, bir kaygıdır, bir huzursuzluktur ve anlatılan senin hikâyendir.
Umudunu ve düşünü yüklediğin arşenin tınısı yankılanıyor bu yurdun duvarlarında, surlara çarpıyor sırların…
Senin hikâyendir yoklukla da yazılsa bollukla da…
Ucu, bucağı, ötesi, berisi gri…
***
Özlediğimiz ne çok insanı toprağa bıraktık, ne çok ayırdık, parçaladık bu yurdu ve ne kadar birbiriyle aynı hikâyelerimiz…
Memleket dedikçe hep bölünen…
Kötülüğün, nefretin, hıncın diline benzemeyen; alçaklığın ve kalleşliğin yöntemlerini onaylamayan, samimiyetsizliğin ve riyakârlığın gömleğini giymeyen senin hikayen bu...
“Ah biz de çok masum değiliz” diyen…
“Böyle olmamalıydı” diye ilenen…
“Yine de ayağa kalkacağız” diye bilenen…
O güzel kitabın ilk sözleri gibi…
“De te fabula narratur.”
Anlatılan senin hikâyendir.
Bu ülke sensin…
Sen hep varsın ve senin varlığınla değişecek hayat…
Seninle kurulacak yeni bir düzen, yeni bir gelecek seninle inşa edilecek…
Yeter ki çoğal, çoğalt iyiliği, gürleştir sesini, kalabalık ol, hayal et, kendine güven…
Anlatılan senin hikâyendir, bil, sen değiştirebilirsin yine…