1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Tanrı seçti bizi ve Aşk’ı verdi!..
Tanrı seçti bizi ve Aşk’ı verdi!..

Tanrı seçti bizi ve Aşk’ı verdi!..

Yaşadığım şehir yine puslu ve grinin tonlarına kırparak açıyor gözlerini bu sabah… Yeşili arıyor göz, Şubat ayının hazır ortalarına gelmişken. Bir de aşka uyanmak vardı aklımda her sabahın soluğunda… Dün olduğu gibi bugün de! Hazır Ada,

A+A-

 

 

 

                                                                          

 

Yaşadığım şehir yine puslu ve grinin tonlarına kırparak açıyor gözlerini bu sabah…

Yeşili arıyor göz, Şubat ayının hazır ortalarına gelmişken.

Bir de aşka uyanmak vardı aklımda her sabahın soluğunda…

Dün olduğu gibi bugün de!

Hazır Ada, yeşilin tonlarına açmışken kollarını ve dağıtmışken gözlerinize, oradan da içinize güneşin sıcaklığını, bu sabah aşka uyanın sizlerde, günlük keşmekeşin içinden sıyırarak önce bedeninizi, sonra ruhunuzu…

Size aşkı tanımlayamam; hiç işim olmadı duyguların felsefe kokan ve anlaşılmayan karmaşık cümle yapılarıyla…

Ve fakat “Bir Aşk Öyküsü” yazabilirim; Sanat Tarihi’nin zaman cetvelinin bir yerlerinden.

Aşkın gücü nerde?

Aşkın gücü kimde?

Aşkın gücü korkarak saklanır bir çift gözün içinde…

Ruhun derinliklerine öylesine işlemiştir ki bu korku, bir yaşamı bedel eder sinsice yayılan zaman iblisinin içinde… Bilinmezliğin büyüsüdür aşk ve anlatılması, tanımlanması da o derece ritüeldir. Her ne kadar içinden hızla geçtiğimiz ve her şeyin organikleştiği şu zaman diliminde aşk da biyokimya gözüyle anlam ve yer bulsa da, yine de bana göre, işin içinden çıkılamayan, bilinemeyen, çözülemeyen bir tür şifreler diyarıdır; bu üç harften oluşan küçük kelime.

Cesareti olan uyansın aşka?

Cesareti olan saklasın aşka dair korkularını -en azından bu sabah- küf kokan yaşam sandığının karanlıklarına…

 

***

Şunu daha iyi anlıyorum ki yıllar geçtikçe, yapıtta sadece “sanatçının dünyası” diye bir şey yok!

İnsanların dünyası var!

Nereye bakarsanız, neyi görürseniz bir çizgide, renkte, biçimde, hemen arka pencerenin önündeki kedide, otların arasında, tepelerin ardında, renklerin hırçınlaşan ritminde, sakinleşen yalınlığında, dikleşen çırpınışında hep insan!

Kendini deştikçe insan başkalarını da bulur. Ne demiş Bedri Rahmi: “Kendini çizdikçe insan başka insanları da çizer.” Çizgide, lekede, dokuda, renkte ve de madde de… Çamurla dans eden parmaklar biçimledikçe ıslağa vuran tenle çizgileri, kıvrımları, oylumları, kendini de biçimler. Ve yazdıkça yazar, kelimelerin gölgesine sığınan insanları, kendini de atar bir yerlere, serpiştirir cümleler arasına, artık kelimelerin koynundadır yaşama dair sözcükler... An’larını, zamanlarını, paylaştıklarını…

 

Camile Claudel de gizleyemedi vurdukça taşa çekici, ıslattıkça çamurun soğuğu parmaklarının arasını, dokunuşlarına savruldukça toprak kokusu, yaşamına dair ne varsa döküverdi hacmin boşlukla olan kusursuz birleşimine kendini ve de Rodin’i…

 

İşte aşkın en dramatik öyküsü!

Yeniden izlemenizi öneririm Isabella Adjani’nin Camille’i, Gérard Depardieu’nun Rodin’i canlandırdığı, yönetmen Bruno Nuytten’in “Camille Claudel” filmini; “Aşk”ı duyumsamak,  için… 

Sevilmeye duyduğu açlığı tapınca çevirdiği adamda, aşkı tutkuya dönüştüren buna karşılık “yaşamını” vererek hayatının son otuz yılını akıl hastanesinde geçirmiş bir kadının tutkuyla dansını… 

 

***

 

Sanatın belki de en önemli kurucu öğelerinden birisidir “Aşk”. Aşk sanatın ta kendisi diyebilir miyiz? Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir soruyu akademik tavırla açıklamanın kolaycılığından kaçmak istiyorum, her okuyanın düşünce âlemini sinsice keşfetmeye eğilimim varken bu yazının her satır arasında. Bu nedenle bende “aşk” kavramını patlatan ve bu kavramı kelimelere dökerken, saçarken “mucizevî” sihirli bir değneğin dokunmasını bekleyerek “düş gezgini” olmayı bile denedim; yazı öncesi düşünme payı veren zaman diliminin kuytu karanlığında. Yaşamın hızını ve günü tüketmeyi pek de sevdiğimiz günümüz dünyasında, ne bugünü “pop kültürü” olarak adlandıran düşünceden yana, ne de “her gün Sevgililer Günü”dür diyen genellemelerden/umursamazlıktan ve karşı tavırdan olan tutumlara sayfa açmayı doğru bulmuyorum.

 

Bir ressam dostumun sözleri geldi aklıma “yapıyorum, yaşıyorum, tüketiyorum!”. Evet, gerçekten de öyle! Yapmak ve tüketmek arasına baskılanan “yaşam” içinde kapalı bir akvaryumda yüzerken, dışarıdan seyretmenin hazzının ayrıcalığına nedense bir türlü ulaşamıyoruz. Bazen yaşam içindeki duygu “biricikliğini” özelleştirerek bir gün de olsa “birbirimizi” anımsamanın değerini biliyor olmak gerek!

Ve “sanat” duyguların içinde “yegâne” olan “aşk”ı duyumsatmayı öğretiyor insana.

Aşk günlerinin kösnüllüğüne ve hatta insanın içindeki şeytani anlatılara kadar…  

 

***

 “Tanrı seçti bizi,

Kendi yalnızlığını duyurmak için,

Aşkı verdi.” (Bejan Matur)

 

Son söz: Aşka inanmazsınız ve fakat gün gelir aşk size inanır!

 

(Not düşmek istedim: Yıllar önce yazdığım bir yazıydı bu hafta sizlerle paylaştığım. Yazılar eskimez; anıldıkça ve okundukça daha da anlaşılır olur insan yaşamında. Acının kol gezdiği şu yaşlı dünyayı inanıyorum ki, gün gelecek ve AŞK kurtaracak! Eğer geç kalmazsak!)

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1182 defa okunmuştur