1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Tanrıyı Yargılamak
Tanrıyı Yargılamak

Tanrıyı Yargılamak

Diyelim ki Tanrı bizden gelen yakarıları duyup da bize tam istediğimiz gibi bir evren yaratmış olsaydı, yani hiçbir acının olmadığı, herkesin birbirine çok iyi davrandığı, mükemmel mutluluklarla dolu bir dünyada doğma şansı verseydi ne olurdu?

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

Tertemiz geldik yokluktan kirlendik
Sevinçle geldik dünyaya, dertlendik
Ağladık, sızladık, yandık, yakındık:
Yele verdik ömrü, toz olup gittik.

Ömer Hayyam

 

Başımıza gelen kötü şeylerin sorumlusu kimdir? Hani şu dünya dediğimiz şey neden bize bunca dert ve tasa yaratır ki? Güzel günler yaşarken bunları dert etmeyiz de, işler sarpa sarınca suçlayacak birini ararız nedense. Ancak gariptir ki, yaşamaktan çokça keyif almadığımız, sorunlardan bunaldığımız günlerde bile istemeyiz ölmeyi. Sıkı sıkıya tutunuruz yaşama, uzattıkça uzatmak isteriz ömrümüzü. Yaş aldıkça da artara kederimiz. Peki kimdir bütün bunların sorumlusu?

Son yıllarda moda olan bir düşünce de bütün bu kötülüklerin Tanrının işi olduğu, hatta neredeyse Tanrının kendisinin kötü olduğudur. Nasıl olur da her şeye kadir olan böyle bir güç kötülükleri yaratmıştır. İsteseydi canlıların acı çekmeyeceği bir dünya yaratamaz mıydı? Geçenlerde bir grup öğrencimle bir oyun oynadık. Onlardan Tanrı rolünü oynamalarını ve yeni bir dünya tasarlamalarını istedim. İçlerin birisi Tanrı olup evreni istediği gibi yaratırken diğerleri de bu evreni sorgulardı, acaba bu evren işler miydi, varlıklar mutlu olur muydu diye. Bir tanesi dedi ki ben fiziksel acıyı ortadan kaldırırdım. Dur bakalım dedim. Bunu bir sorgulayalım! Peki o zaman kendimizi bilebilir miydik? Fiziksel acı olmadığında benlik duygusu oluşur muydu? Fiziksel ya da ruhsal olsun, bir tür acı, bilince rahatsızlık veren ve bedenini dış dünyadan farklı hissetmesine neden olan bir zorlanma olmasaydı herhalde insan en somut ve doğrudan bir biçimde kendini hissedemezdi. Acı olmasaydı ondan kurtulmak ve rahata ermek gibi bir düşüncemiz olmazdı belki de. Bunu bilmek zor. Ama kendi hayatımıza baktığımızda bunun kanıtlarını görebiliriz. Sağlıklı olmak için gösterdiğimiz onca çaba, düzenli bir şekilde uyuyup yemek yememiz vs. hepsi bunları yapmadığımızda doğrudan hissettiğimiz acıdan doğmaz mı? Fiziksel acılarımızı dindirmemiz yetmez, bir de arkadaşsız, dostsuz, kimsesiz kalmamak için dünyaya açılmamız, ilişkiler aramamız, insanlarla temas kurmamız da söz konusu. Bunu sağlasak da gene de yetinemeyiz, bir tarafımızla da çevremizdeki varlıklara bir şeyler verebilmenin, onlarının canlılığını yükseltmenin verdiği mutluluk da var. Kim bir çiçeğe su verirken kendini işe yarar, anlamlı ve güçlü hissetmez. Bir şeyleri yok edip öldürmek çok kolaydır, ama biliriz ki yaşamı desteklemek çok daha zordur ama bir o kadar da değerlidir. Ancak çevremizdeki canlılığın azalması da bize acı verir. Dünyanın artık duyarsızlaşmış çoğunluğunu saymazsak, sağlıklı bir insan, ağaçların kesilip yerlerine binaların dikilmesinden ve bir de bu binaların çevresinde neredeyse hiçbir yeşilliğin kalmamasında çok mutsuz olur. Çünkü hisseder ki o kesilen ağaçlarla ve onlarla birlikte yok olan çiçekler ve böceklerle kendi canlılığı da azalmış olur. Kendi canlılığımızın azalması ölümlülüğümüzün artması demek değil midir?

Uzun lafın kısası yaşamı yaratmak için Tanrının acıyı yaratması gerekmiştir. Burada Tanrı kavramını, nereden geldiğini tam olarak bilemediğimiz (en azından aklımızla) bu evreni ortaya koyan zeka, enerji ve güç anlamlarında kullanıyorum. Tanrı derken dinlerin bize empoze etmeye çalıştığı, yönetici ve üstün birey anlamından oldukça uzağım. Başımıza gelen kötü şeylerin Tanrının suçu olduğunu söyleyenler bazen de ona inanmayan bir Ateist de olabiliyor. Tanrı yok ama her nasılsa bu olmayan Tanrı da kötü. Otoriter ve cezalandırıcı, uzaklardan evreni seyreden ama bu kötülüklere seyirci kalan bir tanrı bizleri o kadar bunalttı ki bu kavramı tümüyle ret ettik.

Diyelim ki Tanrı bizden gelen yakarıları duyup da bize tam istediğimiz gibi bir evren yaratmış olsaydı, yani hiçbir acının olmadığı, herkesin birbirine çok iyi davrandığı, mükemmel mutluluklarla dolu bir dünyada doğma şansı verseydi ne olurdu? Bence bu dünyaya girer girmez daha ilk saatin sonunda oradan kaçmak isterdik. Bir süre sonra bu dünyada mutluluğun olmayacağını/olamayacağını anlardık. Ve bizim şu belirsizlikler, acılar, bir sürü zorluklarla dolu ve sonunda ölümle kurtulmamızın garanti edilmiş olduğu dünyamızın ne kadar harika bir yer olduğunu fark ederdik. Çünkü hepimizin çok iyi bildiği gibi zıttı olmayan bir şeyi algılamamız da asla mümkün değildir. Bu evrenin yasasıdır. Her şey muğlak, sisli bir kaos halinde dururken birdenbire bir çatlak bu dünyayı ikiye bölmüştür. Ama gene de bu dünya ikiye bölünmemiştir. Hem bölünmüş hem de bölünmemiştir. Tıpkı elimize alıp açtığımız bir kitap gibi, o istersek tek bir bütün kitaptır istersek ayrı ayrı sayfalardan oluşan yüzlerce farklı şeydir. Bu dünya ikiye bölünmemiştir, çünkü uzun ve kısa, iyi ve kötü birbirine bağlıdır ama zihnimize bölünmüş görünür. Olayları ne kadar kontrol edip çıkarlarımız doğrultusunda biçimlendirmeye çalışsak da, ne kadar çok kontrol ettiğimize inanırsak inanalım gerçekte şeyleri kontrol edemeyeceğimizi anlamak gerekir. Çünkü yaşam biz onu kontrol edebildiğimiz için değil edemediğimiz için heyecan verici ve yaşanmaya değerdir. O zaman yaşama kendi imkanlarını ortaya koyabilmek ve mucizelerini bize sergilemek için şans vermemiş oluruz. Kontrol ettiğimize inandığımız bir yaşamı tek yaşam sanırız.

God on the Trail (Tanrı Mahkemede) filmi biraz da bu çabanın son dramatik acısıyla, gaz odalarına yollanmadan bir gün önce bu yaşadıklarına bir anlam vermeye çalışan Yahudi mahkumların Tanrıyı yargılama girişimlerini anlatır. Tanrı Yahudilere bir söz vermiştir Tevrat’ta yazıldığına göre, onları kendisine inandıkları ve bağlı oldukları sürece koruyacak ve kötülüklerden uzak tutacaktır. Mahkumların bir kısmı inançlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar ve Tanrıyı suçlamayı ret ederler, yaşadıkları soykırıma farklı açılardan bakarak anlamaya çalışırlar. Ancak diğer bir kısmı Tanrının suçlu olduğunu savunur. Genelde Tanrı’nın varlığını özelde ise Yahudi Tanrısını sorgulayan film, mahkumların inanarak yaşadıkları bütün bir yaşam biçimi karşısında duydukları hayal kırıklığını yansıtmaktadır. Bana göre son derece derin diyaloglarla bütün din tarihini ve Tanrıyla ilgili dogmaları ortaya koyan bu filmin ortaya koyduğu asıl dehşet verici şey, o güne kadar bildikleri ve öğrendikleri hiçbir şeyin bu insanlara ölmeden önceki son anda yardım edememesidir.

Kendilerini özel ve seçilmiş olarak gören ve tarih boyunca yaptıkları her şeyi kutsal kitaplarına onaylatan bu insanlar toplu bir şekilde inanılmaz bir aldanış içinde yaşamışlardır. Gerçekliğe uymayan inanışlarının acısını kendilerini diğer insanlardan üstün gördükleri çok başarılı bir toplum yaratarak ve tam da bu yüzden çevrelerinde onlara dönük büyük bir nefret yaratarak ödemişlerdir. Başarılı, zengin, kendilerini korunmuş ve seçilmiş sayan bu insanlar belki de bu aldanışın etkisiyle sonunda başlarına gelecekleri bile sezememişlerdir. Soykırım hiçbir şekilde hoş görülemez. Ancak bir insanın ya da toplumun kendi aymazlığının ve cahilliğin sonunda başına gelebileceklere karşı uyanması da onun sorumluluğundadır.

Eğer Tanrı anlayışınız ya da başka bir ifadeyle Mutlak gerçekliğe ilişkin içgörüleriniz  yanlış ve yetersizse bu sizi ne bu hayatta ne de ölümde kurtarır.

Evren öyle birkaç sembol ya da kurguyla anlayıp açıklayabileceğimiz bir şey olamaz. O zaman bu sonsuz evren olmaz, çünkü sonsuzluk doğası gereği hiçbir kalıba sığamaz. Ona atfettiğimiz bütün özellikler kendi zihnimizin, ihtiyaçlarımızın, yanılgılarımızın ürünü olabilir ancak. Evreni ya da Tanrıyı sonsuz bütünlüğü içinde düşünce gücüyle kavramaya çalışmak onun bir parçasını ya da bir özelliğini diğer parçalarının/özelliklerinin önüne geçirmeye çalışmaktır. Çünkü düşünce her zaman parçayla ilişkilidir, hiçbir zaman sınırları olmayan Mutlak zemini kavrayamaz. Eğer Tanrıya sonsuz büyük, ölümsüz ve her şeye kadir dersek o zaman şu baharda açan çiçekler ya da sonbaharda solup giden yaprak nedir? Gelip geçici, küçük ve önemsiz dediğimiz şeyler nedir? Onlar Tanrı değil midir? Eğer Tanrı değişmez bir varlıksa, değişen şeyler nedir? Eğer Tanrı Varlıksa, Hiçlik nedir? Eğer Tanrı biz insanlar gibi zeki, akıllı varlıklarsa köpek nedir balık nedir? Onlar Tanrı değil midir?

Tanrı merhametlidir, peki acımasız kötülükleri yapanlar kimlerdir? Onlar şeytan tarafından ayartılmış insanlardır. Peki Şeytan kimdir? Tanrıya başkaldıran melektir. Her şeye gücü yeten bir Tanrı nasıl olup da bir meleğinin kendisine sadakatini sağlayamamıştır. Hadi diyelim ki sağlayamamıştır, nasıl olup da onu bulup etkisiz hale getirememiştir? Yaşadığımız bu kötülükleri anlamla kılma çabamızın bir ürünü olmasın Şeytan?

Dere baştan bulanır derler. Bizim de sorunlarımızın kaynağı evren hakkındaki cahilliğimizdir. Derenin başında da Tanrıya ilişkin anlayışımızın cahilliği var. İster onu ret edelim ister bir gücün varlığına inanalım, sorunlarımız çözülmüyor. Çünkü Varlığın ne olduğuna ilişkin soru sıradan bir soru gibi değil. Soruyu soranın bizzat kendisiyle ilgili bir soru. Kendimizi onun dışına koyup onu aradığımızda ise onu bulamıyoruz, çünkü denklemin en önemli parçasını dışarı atmış oluyoruz. Onu yanlış yerde arıyoruz, onu soyutlama dünyasında, akılda arıyoruz. Hatta onu arıyor olmamız bile hata, tıpkı aramamamız gibi. Onu her an yaşamın her somut ve canlı anında bulabiliriz. Hiçbir zaman bizden kaçmadı, uzaklaşmadı ki. Bir Zen ustasına sormuş öğrencisi, yola nerden girebilirim diye. Usta da demiş ki, “şu akan derenin sesini duyuyor musun? İşte oradan girebilirsin.”

Bütün felsefi ve bilimsel öğreti ve düşünceler bizi bu sorudan uzaklaştırmak üzerine kurulmuştur neredeyse.  Daha ilk adımda insanın evren karşısında cahil olduğunu varsayarak onun doğrudan, aracısız kesintisiz bilgisini yok saymışlardır.

Yollar sadece varmak için değildir, hatta yollar esasen gitmek içindir. Bizler öylesine koşullanmışız ki, yolların tek amacının bir yere varmamızı sağlamak olduğuna inanırız. Tanrıya giden yolda sonunda O’na varmamızı sağlayacak bir araç değildir. O yolun ta kendisidir, çünkü yollar bitmez. Yolu yürümek varmaktır. Her an kutsaldır ve onunla doludur. Arayan zihnini gör ve onu bulan zihne dönüştür.

 

 

 

 

Bu haber toplam 5328 defa okunmuştur
Gaile 471. Sayısı

Gaile 471. Sayısı