Tarih, Anılar, Acılar ve Bugün..
Tarih, Anılar, Acılar ve Bugün..
Hakkı YÜCEL
[email protected]
Adorno, Minima Moralia’da Jean-Paul Richter’den aktararak yazmıştı: “Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür.” Acısıyla tatlısıyla belleğin derin kuyusunda biriken anılar, doğrudur, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür. Öyle bir an gelir, bir vesileyle birden patlayan bir ışık o anıların üzerine düşer ve onları bugünde bize geri getirir. Kimi zaman hüzünleniriz onları hatırlarken, kimi zaman buruk bir tebessüm yerleşir dudaklarımızın kıvrımlarına. Evet, hatırlamanın ıstırap verici bir yanı vardır (yazarın dediği gibi: “Kuvvetli hafıza, kuvvetli ıstıraptır”), sonuç olarak geçip gitmiş, bir daha ele geçirilemeyecek bir zaman ve orada yaşananlardır hatırlanan. Bir bakıma imkânsız olana duyulan özlemdir, can acıtması bundandır. Ancak bu kadar değildir, o anılar aynı zamanda bugünümüzü yeniden düşünmenin, dahası anlamanın ve anlamlandırmanın, yeniden kurmanın da vesilesidir.
Öyledir, çünkü geçmiş aynı zamanda bugündür, bugünü kurandır; bugünse geçmişi yeniden kurarak bugüne taşıyandır. Bireysel ölçekte yaşadığımız bu serüven kendi kişisel hikâyemizdir ve kendi ömrümüzle sınırlıdır. İnsanoğlu sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında yaşayan ve tükenen varlıktır. Bu onun trajedisidir. Ölümlü olduğunu bilir, ancak öyle olsa da, bir yandan da ölümsüzlüğü arar. Aradığını bulur mu? Kendimizden taşarak toplumsal ölçekte yaşadıklarımız toplumsal hikâyemizi oluşturur ve bizleri ölümsüzlüğe taşır. Tarih, birey olarak ölüme mahkûm insanoğlunun trajik kaderini değiştirebilir mi? Nihayetinde tarih dediğimiz şey bir bakıma birey olarak tükenirken hikâyelerimizi bir araya getiren ve ‘toplum/ulus’ olarak bizleri ölümsüzlüğe taşıyandır. Birey olarak insan ölümlülüğünü, ait olduğu toplumun/ulusun ölümsüzlüğünde aşar ve trajik kaderini yenerek -yendiğine inanarak- orada, aradığı ölümsüzlüğe kavuşur. Ne var ki bunu yaparken hiç de masum değildir tarih. Değildir, çünkü ölümsüzlük talebi büyük iddiadır; nesnesine her koşulda olağanüstülük, ayrıcalık, biriciklik, üstünlük, güç atfeder; abartılıdır. Abartıcılık ise manipülatiftir, gerçekliği kendine göre kurgular, teleolojiktir (amacına uygundur). Böyle olduğu içindir ki her toplumun/ulusun tarihi abartılıdır; amacına uygun olarak hem manipülatiftir hem kurgusaldır, indirgemecidir; kendisini önceleyendir, üstün görendir. Tarihin bu halinin -resmi tarihin- aklı kendisiyle sınırlıdır, kendi üstüne kapalıdır, başka akılların kapısını çalmaz. Keza bu tarih anlayışının oluşturduğu bilinç kendisiyle sınırlıdır. Ve nihayet bu bilincin belirlediği siyaset, siyasal söylem ve icracı siyasi akıl da kendisiyle sınırlıdır. Böyle bir bilinç ve böyle bir akıl eksik bilinç, eksik akıldır, kendisiyle malûldür. Eksiktir ve malûldür, çünkü kendisiyle sınırlı bilinç/siyasi akıl öteki’ni görmez, duymaz, hissetmez; salt kendine ve gücüne tapar. Ve asıl Öteki’ni görmeyen, duymayan, hissetmeyen bilincin/siyasi aklın vicdanı ve ahlâkı yoktur. Vicdanı ve ahlâkı olmayan siyasi akıl ise bir güç gösterisinden ibarettir; kötücüldür, zalimdir ve acımasızdır.
Yirminci yüzyıla varana kadar süregelen siyasi tarih büyük oranda, ‘real politik’ olarak nitelendirilen ve uluslararası ilişkilerin mahiyetini belirleyen, son kertede gücün acımasız iktidar ve çıkar mücadelesinden ibaret, kanlı ve zalim bir siyasi aklın, onun icraatının tarihtir. Nitekim “Öteki, Düşman, Olay” (Levinas, Schmitt ve Badiou’da Etik ve Siyaset)” kitabında (Metis Yayınları) Duygu Türk şunları yazmaktadır: “-‘Siyaset kötülüktür’-. Uluslararası ilişkiler disiplini içinde ‘realizm’ olarak adlandırılan bir akımın temsilcisine, Hans Morgenthau’ya ait olan bu sözler, etik ve siyaseti ‘uyumlaştırmanın’ imkânsızlığı vurgusuyla sürer: Siyaset, diğer insanlar üzerinde iktidar kurmanın, onları ‘araçsallaştırmanın’ alanıdır; oysa ahlâki davranış -Morgenthau, burada Kant’ı ve Marx’ı izlemektedir- her insanın kendi başına bir ‘amaç’ olduğu, hiç kimsenin araçsallaştırılamayacağı kabulüne dayanır. Öyleyse siyasette ancak ‘daha az kötülüğü seçmenin’ sözü edilebilecektir; ‘siyaset sanatının’ kurallarına uygun davranıldığı ölçüde siyasal etik ‘kötülük yapmanın etiği’nden başkası olamaz.” (s.13)
İlk bakışta siyaset adına oldukça karamsar ifadelerdir bunlar ama ne yazık ki inkâr edilemeyecek gerçekleri de içermektedir. Ancak her şeye rağmen umut şuradadır ki, hiçbir şey mutlak ve değişmez değildir; hayat aynı zamanda bir imkânlar ve ihtimaller çokluğudur. Bu durum tarih için de, siyaset için de geçerlidir. Burada kritik nokta öncelikle insanın bir ‘araç’ değil bizatihi bir ‘amaç’ olduğu gerçeğinin idrak edilmesi, tarihin de siyasetin de bu gerçeklik üzerinden yeniden inşa edilerek, siyasal irade/aklın bu gerçeklik üzerinden harekete geçmesidir. Bu gerçekliğin kabulü, tarihin ve siyasetin kendi sınırlarını aşması, haliyle siyasal irade/aklın öteki’ni görmesi, duyması, hissedebilmesi, yani vicdanla ve ahlâkla buluşması demektir. Öteki’ni görebilen, duyabilen, hissedebilen siyasal irade/akıl ise artık karşısındakini anlamaya hazırdır. Burada atılması gereken ilk adım, verilmesi gereken ilk hesap ‘yüzleşme’dir. Çehov’un sözüdür: “Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsınız”. Biraz değiştirerek söyleyecek olursak, salt başkalarının günahlarını öne sürerek değil, ancak kendi günahlarınızı da itiraf ederek insan olabilirsiniz. Tarih bir bakıma insanlığa ait günahlar yığınıdır ve insanlık bu günahlarından arındırıldığı oranda, kendisinin ‘araç’ değil bizatihi ‘amaç” olduğu ortak hikâyesinde buluşabilecek ve esenliğe kavuşabilecektir. Bugün için ihtiyaç duyulan tarih de işte budur ve bu yüzdendir ki tarih yeniden yazılmalı, siyasal irade/akıl bu tarih üzerinden yeniden şekillenmeli ve tecelli etmelidir. Yüzleşme’yi zorunlu kılan da budur.
Buradan bakınca, yarım asrı aşkın bir süredir devam edegelen ve varlığını, bireysel/toplumsal hafızada yer eden geçmiş acılı anıları karşılıklı olarak yağma etmek suretiyle ören resmi tarih, buradan neşet eden saldırgan siyasal irade/akıl, siyasal söylem ve icraatların artık tıkandığı, bu adanın geleceğine dair bir şey vaad etmediği aşikârdır. Bu tıkanıklığı aşmanın yolu, tarafların kendi sınırlarının ötesine geçebilmesi, ötekiyle buluşması, buradan vicdani tutarlılığı ve ahlâki sorumluluğu da gösterecek, birbirlerini anlamaya yönelik ortak bir irade/akıl, söylem ve icraat sergileyebilmeleriyle mümkün olabilecektir. 14 Aralık’ta sembolik anlamı olan Aysozomonos/Arpalık köyünde, her iki kesimden bu inanca sahip katılımcılarla kuruluşunu ilân eden ‘Federal Kıbrıs İnsiyatifi’ tam da bu nedenle önemli bir adımdır. Keza, aynı zamanda bir siyasetçi olarak, CTP-Birleşik Güçler Lefkoşa Milletvekili Doğuş Derya’nın, meclis kürsüsünden her iki toplumun yaşadığı acılara parmak basarak yaptığı ‘yüzleşme’ çağrısı ve sonrasında -bildik çevrelerin şahsına yönelik çirkin saldırılara, aşağılama gayretlerine rağmen- gerek toplum içinden, gerekse kimi siyasi çevrelerden gördüğü büyük destek, bu adanın geleceği adına bir umudu işaret etmektedir. Dahası Doğuş Derya’nın bu çağrısının Güney’den de karşılık bulması, ortak siyasi irade/aklın, ona dair yeni bir söylemin açığa çıkıyor olduğunu göstermesi bakımından göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
“Hakikat, ben’in kendi kendine ulaşacağı bir şey değildir; öteki’yle ilişkide üretilir. (A.g.e, s.42) Bu ülkede geçmişi yağmalayarak anıları kanatan tarihin elinden o geçmişi almak, bugünü birarada yaşamanın zaman ve mekânına dönüştürmek ve ortak çıkarları gözetecek geleceği tahayyül edebilmek, ortak duyarlılıklara sahip toplumsal-siyasal irade/aklın, birlikte üretecekleri hakikat’in inşasıyla mümkündür. Yüzleşmek, bu cesareti göstermek ise o hakikate ilk adımı atmaktır.