TARİHE SÖZÜM VAR…
Filiz Besim’in yeni kitabı Galata Yayınları’nda çıktı: “Tarihe Sözüm Var” adıyla. Alt başlık tanımı ise “Kıbrıslı Türklerin Toplumsal ve Siyasal Tarihine Kısa Bir Yolculuk.”
Dr. Filiz Besim… Ve,
TARİHE SÖZÜM VAR…
Filiz Besim’in yeni kitabı Galata Yayınları’nda çıktı: “Tarihe Sözüm Var” adıyla. Alt başlık tanımı ise “Kıbrıslı Türklerin Toplumsal ve Siyasal Tarihine Kısa Bir Yolculuk.”
Bir giriş yazısından sonra, “Sözden Önce” başlığıyla, çok yoğun / anlamlı bir “değini” kaleme almış… Büyülü bir Akdeniz akşamında, Girne Limanı’nda geçmişe takıldığı bir gecede…
(…) “İşte öyle duygusal bir yok olma kaygısıyla sarıldım ben kaleme…” diyor. Ve, Kıbrıslı Türklerin, tarihinin şekillenmesinde görev almış birçok insanla konuşmuş… Gayesi de iz bırakan onca kişinin belleğindeki sözlü tarihin yazılı tarihe ışık tutmasıymış… ki, bir bu bağlamda: Faiz Kaymak, Mehmet Zekâ Bey, Ümit Süleyman Onan, Aydın Samioğlu, Nejat Konuk, Nail Atalay, İsmail Bozkurt, Mehmet Özeş + “Kardeş Ocağı, 100 yaşında ve Anılarla Kıbrıs” yazıları da yer alıyor bu 216 sayfalık kitapta.
TOPLUM BELLEĞİMİZ BOMBOŞ…
Biraz uzun sürdü kitabı okumak hem sağlık hem de tarihsel olayları ve kitaptaki kişilerle ilgili notları belleğimde tazelemek babında… Çünkü, tarihsel süreçte bu “kişiler + olaylar bileşiminin” tanıklığını yaşadı bizim nesil… ama, ondan öne yazmam gereken bir gerçeklik var: Filiz iyi yaptı, çok da iyi toparladı. Öncelikle, onu kutluyor ve çalışmalarının başarılarını diliyorum… (Keşke bu olayları daha da gün ışığına çıkarması gerekenler de konuşsalar, özellikle de toplumun belleğini o denli boş bırakmasalar) Umut ediyor ve diliyorum ki, yıllardır bu toplumu felç eden onca korku kuşku ve sindirme kültürü de soluklanır… Çünkü, bir toplumda ortak bir kültür yoksa dayanışma da olmaz… olamaz…
Bir röportajlarda, özgün açılardan bakan Filiz Besim yine de okuyucusuna oldukça önemli veriler sunmuş… Evet, bütün bunlar bizim meselemizdir ve öğrendikçe de yaşadığımız onca gergin yıl ve geldiğimiz durumun yaraları, acıları yapacağını yapmış olsa da… bari, gençlik biraz da olsa da geçmişini sorgulayarak, şimdisinin temelini daha sağlam atarak, geleceğin umudunu artırır…
Beni mutlu eden bir başka olay da Filiz’in bu eserinde ilaç için dahi tek bir yazım hatasının olmayışı…
SÖZLÜ TARİH PROJESİ
Ancak sanırım, geçmişimizi planlayıp projelendirerek, bu konularda yaşanmışlıkları, tanıklıkları olanların yaşadıklarını – tanıklıklarını “tarihe not düşmeden” ölüp gitmelerine seyirci kalma dönemi çoktan sürecini doldurdu. Filiz ve bazı arkadaşların buna soyunmaları çok olumlu çok önemli… Hatta ve belki de “sözlü Bir Tarih Projesi” de başlatılabilir… Başlatılmalıdır. (Bu projenin özü ise şu: ‘Sözlü Tarihin amacı’ olayların ne zaman olduğunu, kimin neyi ne zaman yaptığını anlamak değil. Bunu yazılı dökümanlardan daha iyi anlayabiliriz. Önemli olan, hissiyata ve yoruma açık olması…
Bir olayın ve zamanın vuku bulduğunu yazılı tarihten öğrenebiliriz; ama, onun nasıl hissedildiğini ve yaşandığını anlamak için sözlü tarih önemli… Özellikle olayın içinde yer almış belli yaşlardaki kişilerle yapılan sözlü tarih ve oanların biyografisi çok önemli…
Özellikle de toplumumuz için…
Öyle bir süreç yaşıyoruz ki!
Ne olduğu pek belli olmayan toplumsal değerleri yıkıp geçen bir dönemin esiri olmak üzereyiz… Tarihsel bazı gerçekliklerin dışlandığı siyasal ve yasal dayanışmanın unutulduğu bir dönem…
Yazarın temel görevlerinden biri de, içinde yaşadığı toplumun siyasal / dinsel / sosyal koşullarını ve nedenlerini bilmesi, çağını iyi kavraması üzerine kurulur…
Bu tür çalışmaları çok seviyor ve merakla okuyorum… Çünkü, iyi çalışılmışsa, ‘tarihin unutulan yüzünü okumak’ gibidir… Tabii, bu bağlamda iş sadece yazara düşmüyor, aksine bazen karşısındakinin insanı delirten bir otokontrolü de oluyor. Eminim Filiz de yaşadı bunları, yaşayacak da… Ama, hiçbir olumsuzluk bu tür çalışmaların değerini düşürmez, düşüremez…,
***
Özellikle de, ülkemizdeki gibi, tarih denince, akla, ‘resmi tarihten başka’ bir şeyin gelmediği gerçeği dururken… Geçmiş kültürümüzle ilgili bilgi toparlamak konusunda herşey yeğdir…
Ve, en az bunlar kadar önemli, onca yılda nereden – nereye gelmişiz, gerek toplum gerekse bireyler olarak
Özellikle de önce bombardıman altındayken…
Çabana sağlık Filiz Besim…
Yeni çalışmalar dileğiyle
Ve sevgili okur… Lütfen bu kitabı alın, okuyun.
Sizin de söyleyeceğiniz varsa da… yazın, yazdırın…
KIRNI’DAN – ŞEHERE… Bir uzun yürüyüş…
SU OL AK…
Meğer ne zormuş insanın çocukluğundan başlayarak – ne zaman sonlanacağını bilmediği - bir serüvene yazması… Az buz değil, söz konusu, hayatı… yazmaya mübalağasız 8 yaşında başladım… Ama, kalemsiz ama kağıtsız. Beynim ve yüreğimle… Hele de Şeher’e 8 yaşında gelip de tüm hayalleri yıkılan ama- bilmeden, planlamadan – dişlerini sıkarak, “Anne- babamı asla mahcup etmeyeceğim… Okuyup, insan olacağım” yeminlerini neredeyse gün aşırı tekrarlayan ama kimsenin de takmadığı, ‘O küçük kızın’ o kırılmaz azmi yok mu… Beni hala şaşırtan ve biraz da saygı duyuran bu tavır taşıdı onu yarınlara… çünkü, parasız, pulsuz, sözlüksüz, atlassız ve ‘kendi başına’ yüklendiği kocaman tonlarca ağır yükü nasıl taşıyabilirdi ki…
Zamanla fark ediyorum ki, benim ailem ne zengin ne de şu ya da bu ‘Zadeler’dendi… O yüzden sınıfta öğretmenlerin gülücükler dağıttığı, hal hatır sorduğu ‘kanaat notları’ hep (10) olan çocuklardan değildim. Ağzımla kuş tutsam da olamazdım… Öylesine bir üçüncü sınıflıktı ki bu… Gündüz iyice ezilen bir demirin yorgunluğu- aslında isyanıyla yaralı - annemin tezgahı + yataklarımızın da yer aldığı kocaman kirişli tek odamızda - bazı geceler annemin sabaha kadar bez dokuduğu tezgahın bir ninni gibi geldiği odamızda – annem bizim için uykusuz ve yorgunken uyuyamaz… Onun dokumadığı gecelerde de annem-babam ve benden üç yaş küçük kız kardeşim Şenay’ın uyumasını bekler, sonra da, demir karyolamıN altına sığınIR ve üzerine kağıt gölgelik koyduğum dört numara gaz lambasında okurdum… Genelde dersler değildi okuduğum… Onların dışında ne bulursaydım…
***
Annemin çok sıkı bir disiplini vardı ve buna dayak da dahildi. Durmadan da kurallar yağdırırdı… Yalan yok, kaçamak yok, birinden ya da birine söz taşıma yok… yoksa…
O yoksanın ne anlama geldiğini gayet iyi bilirdik… Ama, dayak cennetten çıkmaydı ve “ölürsek yer ölmezsek EL beğenmeliydi…” Ben bu konularda biraz daha temkinli mi neydim bilemem ama genelde çanak Şenay’ın başına kırılırdı… böyle durumlarda da en büyük sığınağımız aynı evin bir başka odasını paylaşan nenem, Rasi Teyzem ve benden küçük olan çok genç yaşta yitirdiğimiz dayım Mustafa’ydı… ki, Rasi teyzem hala o korumacılığını sürdürüyor bize karşı…
SU OL AK…
Bazen bir öğretmen insanın hayatını değiştiriyor. Ortaokulda Mantık, Felsefe hocamız Nedret Hanımın yoğun ve içten ilgisi, benim yaşamımdaki ilk “Deniz Feneri”dir. Annemin ağır eğitim şartlarına, “Ölürsen yer, kalırsan el beğensin” cezalarına karşın, Nedret Hn. Bana o güne dek yabancısı olduğum bir yaklaşım sergiliyordu: “Su ol ak, görenler beğensin, beğenmeyenler beri gelsin.” derdi…
Su olup da akmanın ne anlama geldiğini, köyümün – Kırnı’nın – Pınarından biliyordum ama bir “insan kızı” olarak nasıl akacaktım ki! Bunun yanıtını, seneler sonra öğrendim… Ve, bir akmaya, bir akmaya başladım ki “suya” doğru…
Ve, ta o zamandan öğrendim, su olup akmanın hiç de kolay olmadığını…
***
Nedret Hocanım sürekli kitaplar verirdi bana okumam için… ki, bunların sınırı yavaş yavaş klasiklere dayanmıştı. Sade okumamla yetinmiyor, kitapla ilgili bazen hiç de çözemediğim “sorular – ödevler” veriyordu… Dersi, “insan yapısı – yaratısı ve psikolojisiyle” ilgili ya, her türlü duyguyu işliyordu… Ama, ‘Sevgi’nin altını bir ayrı çizerek: “Bize sunulanı sorgulamak, kırmak, bozmak ve yeniden yaratmanın” bizim elimizde olduğunu… Hatta, bunun bir “görevimiz – bir şart olduğu” mesajının altını ısrarla çizerek… Ona göre ben neredeyse yola gelmez bir aykırıydım… Onun beni sorguladığı kadar ben de ona sorular soruyordum.. Ör: Sevgi öncesi ve ötesini… Sevginin sınırlarını, şartlarını ve “sevmekle – aşkı” nereye koymamız gerektiğini…
Beni hep, “iflah olmaz bir muhalif olarak” tanımlamasına alışmıştım ve pek de gocunmuyordum. Onunla tartışmalarımızı hiç unutmadım. Çektiğim onca sıkıntıya karşın, bazı tartışmalarımız hep canlı gibi aklımda kaldı. Evine rahat gidebileceğim mesajı işlemeyince birkaç kez kendi götürmüştü beni evine ve de özellikle kütüphanesine. Ondan sonra ayağım alıştı…
Genelde, o konuşur ben dinlerdim; ama bir gün nasıl oldu ben de anlayamadım… Konumuz kadındı… Adeta, çileden çıkmış gibi yarı bağırır bir tonda konuşmaya başladım:
· “Kadınız ya, doğal varoluş şeklimiz değil midir susmak… Yaşamak değil midir bize biçilen alanda mutluluk… Ve, gül bitmiyor mu hala kadının vurulan yerinde… İşte, tam o andır acıyı görünür kılmak… Soyunmak… Su olmak ve ağlamak…”
- Peki sevmek… demişti bana…
- Sevmek, upuzun bir uykunun rüya halidir… İzlemek değil… Taa içinde olmak hayatın… Ve, yürümek… Düşe kalka da olsa… Bize sunulanı kırmak, bozmak ve yaratmak yeniden… İ,e,de, den hali değil, bir de “aşk hali” vardır hayatın.
Hala anımsıyorum ve her anımsadığımda şu cümleyi ekliyorum: “Ben, kaç kadın yırtıldım kendimden…”
***
Seneler seneler sonra, aynı isyanı anneme de tekrarladım: “Anne, kaç kadın doğurdun bende… kaç çocuk, kaç kimlik… Anne, kız çocuk, genç kız… Ama, tümüyle ‘öteki...’ Öteki olmanın savrulmalarını yaşlayan… Hem de, bir değil, üç beş değil… Tümüyle öteki…
***
Bir başkaldırıydı belki yalnızlığın Tanrılarına…
Ve annemden hiçbir yanıt gelmemişti…
Yanıtı kendimin bulması gerekliydi belki…