1. YAZARLAR

  2. Tümay Tuğyan

  3. ​​​​​​​Tarihin esas affetmeyeceği…
Tümay Tuğyan

Tümay Tuğyan

​​​​​​​Tarihin esas affetmeyeceği…

A+A-

Bundan çok uzun yıllar önce, tatil için gittiğim çok uzak bir coğrafyada, alışveriş için girdiğim bir hediyelik eşya dükkanında, dükkân sahibi ile aramızda, rahatsız edici bir diyalog geçiyor.

Malum turistiz, adam soruyor; ‘nerelisiniz?’ diye.

‘Kıbrıslıyız’ diyoruz.

İkna olmuyor, soruyu derinleştiriyor; ‘Kıbrıs’ın kuzeyinden mi yoksa güneyinden mi?’

‘Kuzeyinden’ diyoruz ve der demez, bu kişinin, sert sayılabilecek tepkisiyle karşılaşıyoruz:

‘Adanın kuzeyindenseniz, kendinizi Kıbrıslı olarak tanıtamazsınız, siz Kıbrıslı değil, Kıbrıslı Türk’sünüz’ …

Bu olaydan yaklaşık on yıl sonra, bundan birkaç ay önce, bu kez İngiltere’de, kendimi bir kez daha benzer bir konuşmanın içerisinde buluyorum.

Kuafördeyim ve bu kez saçımı yapan kadın bana nereli olduğumu soruyor.

Ona da aynı cevabı veriyorum; ‘Kıbrıslıyım’!

Bu kez, öncekinden daha can yakıcı bir soruyla muhatap oluyorum:

‘Gerçek bir Kıbrıslı mısın yoksa Kıbrıslı Türk müsün?’

 


Işık Kitabevi tarafından düzenlenen 32. Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında geçtiğimiz hafta okuyucusuyla buluşan yazar Mario Levi’yi dinlerken, yukarıda anlattığım her iki örnekte yaşadığım ‘yabancılaşma ve yalnızlaşmayı’ hissediyorum bir kez daha.

Bir Sefarad Yahudisi olan Levi, atalarının 1492 yılında İspanya’dan İstanbul’a göçünü anlatıyor ve hikayesinin bir noktasında kendini şu anda, İstanbul’un belki de en eski yerlileri arasında konumlandırıyor.

Dile kolay, 5 yüz yılı aşkın bir tarihten bahsediyor.

Oysa gelin görün ki biz (köklerimizin 1571 yılında Osmanlı ile birlikte adaya geldiğini varsaysak bile) 450 yıl sonra dahi hâlâ kendi yurdumuzun yabancısıyız.

Güneyin coğrafyasıyla, kuzeyin etnik gömleği arasında sıkışan bir avuç yalnızız.

Savaşın bize getirdiği sözde barışın karşılığında ödenen en büyük bedellerden biri de aslında galiba, yeni bir yurt vaadiyle, yurtsuzlaştırılmamızdır.

Tarihin esas affetmeyeceği de kuşkusuz, yurdumuzu ve kimliğimizi bize iade edecek bir çözüm için ısrar ve inatla uğraşanlar değil, tersi durumda yaşamayı dayatmaya çalışanlar olacaktır.

 


 

Eylemler, elbette siyasidir!

UBP Genel Sekreteri Ersan Saner, EL-SEN grevini, ‘ülke çıkarları ile alakalı olmadığı ve siyasi bir eylem olduğu’ gerekçesiyle eleştirdi hafta içerisinde yaptığı bir açıklamada.

Sayın Saner’in, sendikaların varlık nedenlerine, amaçlarına ve sendikal mücadeleye biraz daha ‘derin’ bir perspektiften bakabilmesine olanak sağlamak amacıyla, ‘sendika nedir?’ sorusuna yanıt veren temel tanımlamalara göz atmakta fayda var:

 

Sendikalar, işçilerin çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlarını çözmek, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, hak ve çıkarlarını korumak, aynı zamanda da kazanılmış haklarını genişletmek için kurdukları, yasaların güvencesi altında olan, demokratik kitle örgütleridir.  Aynı zamanda sendikalar, ülke ve dünya toplumsal konu ve sorunları karşısında, emekten ve demokrasiden yana, evrensel sınıf çıkarları doğrultusunda tutum alarak varlık sürdüren işlevsel kurumlardır. 

(www.emek.org.tr)

 

Yani özetle sendikaların asli görevi, kendi içinde bile sübjektif olan ‘ülke çıkarlarını’ korumak değildir.

Saner’in bir diğer eleştirisi de eylemin ‘siyasi’ olduğu yönündedir ki buna en güzel yanıt için başvurulabilecek en doğru adreslerden biri de kuşkusuz Marx’tır.

Karl Marx, her sınıf mücadelesinin, aynı zamanda siyasi bir mücadele olduğuna dikkat çeker.

Marx, ‘sosyal olayın siyasal olaydan ayrı olduğunu söyleyemezsiniz, aynı zamanda siyasal olmayan bir sosyal olay asla yoktur’ der.

Marx, sendikal mücadele ve siyaset ilişkisini ise; ‘İşçi sınıfının egemen sınıflar karşısına, bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket apaçık bir politik harekettir. İşçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden, her yerde politik bir hareket doğar’ sözleriyle yorumlar.

 


 

Kendi(!) malımızı neden yağmaladık?

Yeni ‘açılım projesi’ bağlamında gündemi yoğun bir biçimde meşgul etmekte olan Maraş tartışmaları, bildik bir eksende sürüyor yine;

‘Maraş Evkaf’ın malı mı, yoksa değil mi?’

Diyelim ki bu sorunun yanıtı olumludur ve Maraş’ta geçmişte yapılan tapu devirlerinin tümü geçersizdir…

Yani Maraş’ta mülkiyet bugün hâlâ Evkaf İdaresi’nindir.

Bu durumda sormak gerekmez mi, ‘o zaman neden kendi malımızı yağmaladık a dostlar biz?’ diye!

Zaten bize ait olan bu zenginliği, bize ait olan bu paha biçilmez değeri, neden tarumar ettik, neden kırılmadık cam çerçeve, sökülmedik kapı, çalınmadık eşya bırakmadık?

Neden ganimet cenneti bilip, cehennem zebanileri gibi üzerine üşüştük?

 

Bu yazı toplam 3802 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar