Taş Ocakları ve Alternatifler Siyaseti
Ülkemizde de farklı farklı alanlarda doğanın talanı sınırsız bir şekilde yaşanmaktadır. Özellikle inşaat alanında yaşanan plansız, ihtiyaçların çok ötesinde ve aşırı yapılaşmanın yarattığı sonuçlar itibariyle durum iç açıcı değildir.
Hasan Yıkıcı
Son yıllarda gittikçe başat bir faktör haline gelen ekolojik kriz, hem yerel hem de evrensel ölçekte etkiler ve sonuçları barındırmakta. Söz konusu olan sadece iklim değişikliği veya doğanın tahribatı değil, bir bütün olarak içinde yaşadığımız ekosistemin üretim ilişkilerinden, tüketim tarzlarından ve yaşam alışkanlıkların dolayı tahakküm altına alınmasının sonucu olarak artık alarm vermesi, imdat frenine basmasıdır.
Doğanın tahakküm altına alınması, ona sömürülecek, talan edilecek ve insanlığın ilerlemesi için kullanılacak sonsuz bir meta olarak yaklaşılması, bugün artık geri dönüşü olmayan hasarları ve felaketleri hazırladı. İnsanın özellikle de rasyonalite ve modernizmle beraber doğa üzerinde, doğanın hakimi olarak tanımlanması, aklın egemenliğinin şekillenecek olan sistemlerin rehberi haline gelmesi, tarihsel süreç içerisinde insan ile doğa ilişkisini sömüren-sömürülen ilişkisine indirgedi. Özellikle küresel ısınmanın etkilerinin, sera gazı artışlarının araştırıldığı çalışmalara bakıldığında, 1800’lerden başlayan fakat özellikle de 1980’lerle beraber bir önceki döneme gerek hız gerekse de nitelik olarak ciddi farklar atan sürekli bir kötüye gidiş olduğunun farkına varılacaktır.
Ülkemizde de farklı farklı alanlarda doğanın talanı sınırsız bir şekilde yaşanmaktadır. Özellikle inşaat alanında yaşanan plansız, ihtiyaçların çok ötesinde ve aşırı yapılaşmanın yarattığı sonuçlar itibariyle durum iç açıcı değildir. Buradan lafı daha fazla dolandırmadan, üzerinde durmak istediğimiz meseleye, yani taş ocaklarına gelelim.
Yıkımın adı: Taş ocakları!
Hemen her gün taş ocaklarının yarattığı yıkımı kuzey dağlarına her baktığımızda şahit oluruz. Öyle ki, içimizde bir huzursuzluk duyarak, biraz da hayıflayarak tekrar yolumuza devam ederiz. Rahatsızlık duyulsa da neredeyse bu durum artık normalleştirilmiş bir hale geldi. Bugüne kadar hükümet deneyimi de yaşamış tüm partiler, taş ocakları konusunda yapabilecekleri pek çok şey varken, neredeyse hiçbir şey yapmamışlar, göz göre göre bu yıkıma geçit verilmiş ve hala da verilmektedir.
Sol siyasetin en belirgin özelliği ve farkı alternatif siyasetler üreterek, yaşamı dönüştürebilme kapasitesini üretimleri doğrultusunda arttırmaktır. Dayanışma olarak da Kıbrıs’ın kuzeyinde artık böyle bir siyasetin var olmadığı tespiti ile yola çıkmış ve çeşitli atölyelerde üretimler yapmaya başlamıştık. Bu üretimlerin ilk sonucu da Ekoloji-Taş ocakları atölyesinin çalışması olan “Taş ocakları ve alternatifler siyaseti” kitapçığı oldu. Dayanışma olarak hazırladığımız çalışmada, gerek ülkemizdeki ekoloji mücadelesine bir katkı, gerek taş ocakları özelinde dillendirilen pek çok söz ile Dayanışma’nın kendi sözünün kesişim noktalarında derinleştirmek gerekse de yıllar içerisinde yenilenecek ve geliştirilecek taş ocaklarının durumuyla ilgili bilgileri içerecek bir çalışma amaçlanmıştı. Fakat bunların da yanında taş ocaklarının yarattığı ekolojik yıkım karşısında geleneksel tepkisel çıkışlarla değil, alternatif öneriler ve somut talepleri de ekledik.
Ülkemizde bugün itibariyle aktif 36, pasif 20 toplam 56 taş ocağı ve onların yarattığı sınırsız bir yıkım ve talan vardır. Aşağıda Dayanışma olarak bu konuya dair hazırladığımız kitapta geliştirdiğimiz önerileri özetlemeye çalışacağım.
1. Kooperatifleşme
Kooperatifleşme başlığı altında doğanın kâr elde edilecek bir meta olmadığı zemininden hareketle iki temel öneri geliştirdik. Burada altının çizilmesi gereken nokta geleneksel siyasetin ötesine geçerek ne özelleştirme ne de devletleştirme noktasında duruldu. Taş ocakları konusunda çözümün katı bir devletleştirme politikası ile katı bir serbestleştirme politikası değil, toplumsal ve ekolojik duyarlılıkları temel alan toplumsallaştırma politikası izlenmesi gerektiğinin altı çizildi. Bu minvalde de temel olarak herhangi bir toplumsal ve ekolojik kaygı gütmeyen özel şirketlerin taş ocağı işletmesinin yasaklanmasını ve bu alanda katılımcı bir kooperatif modelinin hayata geçmesi önerildi. Katılımcılıktan kasıt ise, gerek işçiler, gerek mühendisler, gerek meslek hastalığı uzmanları, gerekse de ekolojistler tarafından kolektif ve katılımcı bir şekilde planlanacak, kriterleri belirlenecek bir yapı ön görüldü. Böyle bir yapısal dönüşüme gidilmeksizin de taş ocaklarına dair geliştirilen diğer önerilerin karşılığı olmayacaktır. Çünkü ne devlet ne de şirketler ekolojik ve toplumsal hassasiyetler üzerinden değil, plansızlık, denetimsizlik, maksimum tüketim ve kâr üzerinden hareket etmektedir.
2. Planlama
Tüm sektörlerde olduğu gibi taş ocakları alanında da planlama en önemli ve hayati temeli teşkil etmektedir. Ne yazık ki ülkemizdeki plansızlıktan en çok nasibini almakta olan alanlardan biri de ekolojidir. Taş ocaklarının çok yönlü bir planlama olmaksızın işletilmesi günün sonunda kısa zamanda maksimum üretim kaygısı ile yaşanan yıkımı perçinlemektedir. Ekonomik, sosyal, nüfus ve ihtiyaçlar alanında kapsamlı bir planlama yapılmaksızın, taş ocakları alanında bir iyileştirme de söz konusu olmayacaktır. Bu anlamda ihtiyaçların planlanması, ihtiyaçların azaltılması ve sektörel bazda planlama ile gerçekten ne kadar taş ocağına ihtiyaç duyulduğu ve ne kadarından vazgeçilebileceği ortaya çıkacaktır.
3. Denetim
“Taş Ocakları ve Alternatifler Siyaseti” kitabında denetimin sadece devlete bırakılması değil, katılımcı ve hesap sorma yetkisi olan bir denetim mekanizmasının oluşturulması tespiti yapılmakta. Taş ocaklarını denetleyebilecek somut olarak kamu kurumlarının da içinde olacağı, aynı zamanda konuya müdahil ve uzmanlık alanları olan demokratik kitle örgütlerinin, derneklerin, ilgili odalarının ve birliklerin katılımı ile oluşturulacak bir denetim mekanizması gereklidir.
4. Beşparmak dağlarının özel çevre koruma bölgesi ilan edilmesi
1990 yılının sonuna kadar Gaziveren-Kumköy kıyı şeridinde açılan taş ocakları, yeraltın sularında aşırı tuzlanmaya neden olduklarından dolayı o tarihten sonra Beşparmak dağlarına alındı. Böylece de Beşparmak dağlarının oyulma süreci de başlamış oldu. 2008 yılı itibarı ile dağın 2,736,000 m3’lük alanını talan etmiştir. Yapılan çalışmalarda Beşparmak dağlarının özel çevre koruma bölgesi ilan edilmesi gerektiği vurgulanırken, taş ocakları ile dağların oyulması devam etmekte. taş ocaklarının ekolojik zararları göz önünde bulundurulduğunda, Girne Dağları’nın bir an önce özel çevre koruma bölgesi olarak ilan edilmesi gereklidir. Bununla birlikte bölgede bulunan taş ocaklarının sayısının azaltılması, etkin/aktif olmayanlarının kapatılması ve rehabilitasyonlarının bir an önce hayata geçirilmesi gereklidir.
5. Maden mühendisi ihtiyacı
Ülkemizde maden mühendisi ihtiyacı acil bir ihtiyaç olmakla birlikte, bu yönde eğitim alanları ve olanakları yaratılmalı, bu amaçla insan yetiştirilmesi için teşvik olunmalıdır. Maden mühendisi ihtiyacı sadece taş ocaklarında istihdam alanı sağlamayacaktır. Aynı zamanda sağlıklı bir denetim ve planlama süreçlerinde de gerek kamu kuruluşlarının niteliğini gerekse de demokratik kitle örgütlerinin potansiyelini geliştirecektir. Bu da planlama ve denetim süreçlerine olumlu yönde katkı sağlayacaktır.
6. İş yeri hekimliği ihtiyacı
Taş ocakları özellikle akciğer ve solunum yolu temelli pek çok meslek hastalığına neden olmaktadır. Bu anlamda, önleyici hekimlik ve iş yeri hekimliği uygulamaları hayati önem taşımaktadır. Ülkemizde eksikliği hissedilen iş yeri hekimliği noktasında gerek yasal gerekse de pratik açılımlara gidilmeli ve meslek hastalıklarına dair önleyici bir strateji benimsenmelidir.
7. Sendikalaşma
Taş ocakları iş kolunda sektörel bir sendikalaşma sürecini başlatacak girişimlerin yapılması ve bu yönde gerek yasal, gerekse de pratik somut adımların atılması şarttır. Taş ocakları alanında çalışan tüm emekçilerin sendikalaşmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bu amaçla işverenlerin, Çalışma Bakanlığı ve örgütlü sendikaların hazırlayacağı sektörel bir toplu iş sözleşmesinin hayata geçmesi elzemdir.
8 - Rehabilitasyon zorunluluğu
Taş ocaklarının çevreye ve doğaya yarattığı tahribat ve kirlilikten dolayı, rehabilitasyon zorunluluğu getirilmelidir. Ülkemizde çalışır ve atıl durumda olan taş ocaklarıyla ilgili olarak; rezervlerin kullanım süreleri belirlenip bu alanların rehabilitasyonu ile ilgili yasal mevzuat oluşturulması gerekmektedir.
9-İnşaat atıklarının geri dönüşümü
İnşaat atıklarının geri dönüşümü ve yeniden kullanımı çevre kirliliğini azaltmak, doğal kaynakların daha uzun ömürlü olmasını sağlamak ve taş ocaklarının çevreye verdiği zararı azaltmak açısından büyük önem taşımaktadır.
İnşaat sektöründe tüketilen malzemelerin başında beton, mermer, asfalt, ahşap, çatı atıkları, alüminyum, demir gibi malzemeler gelmektedir. Talep ve tüketim açısından baktığımızda geri dönüşümün özellikle inşaat alanında yaygın bir şekilde uygulanmasının önemli miktarlarda ekonomik katkı ve hammadde kaynağı sağlayacağı görülebilir.
10 – İhraç faaliyetlerinin yasaklanması
Yeşil Hat Tüzüğü’nün uygulanmaya başlaması ile 2004 yılından sonra, özellikle inşaat sektöründe tuğla ve alçıtaşı ihracatında aşırı artış gözlemlenmektedir. Tuğla ve alçıtaşı ihracatı, öz kaynaklarımızın sömürülmesine yol açmaktadır. Tuğla ve alçıtaşı üretimi esnasında, hız kazanan taş ocakçılığı faaliyetleri plansız ve denetimsiz olmaları ile birlikte ihtiyaç fazlası üretim gerçekleştirmekte, bu da doğal tahribatın boyutunu dramatik bir şekilde artırmaktadır. Özellikle Annan Planı sonrası yaşanan patlamada, taş ocaklarının faaliyetlerinde de inanılmaz artışalar olduğunu bunun bir kısmının da güneye ihraç edilen malzemelerden motivasyon aldığını ekleyebiliriz. Küçük bir ada ülkesinde, bu yönde bir ihracatın yasaklanmalıdır.
11- Alternatif modeller arayışı
Son dönemlerde özellikle ekoköylerde yapımına başlana kerpiç evler, hem Ada kültürünün ve geçmişinin önemli bir sembolü olması bakımından hem mevsimsel uyumluluk hem de ekolojik ve dayanıklılık bakımından önemli bir alternatif modeldir.
Son söz
Tüm bu önerilerin dışında, aynı zamanda toplumsal ve bireysel anlamda da tüketim alışkanlıklarıyla yüzleşebilmesi gerektiği aşikârdır. Bu da bir yanıyla sermayenin, daha fazla kâr elde etme güdüsünün ve büyüme hırsının ekoloji ve sosyal yaşam üzerindeki tahakkümüyle bağlantılı iken diğer bir yanıyla da bireysel ve toplumsal alışkanlıklarımızın ekolojik bir bağlamda sorgulanması ve dönüştürülmesi ile de bağlantılı bir mücadeleyi gerektirmektedir.
Burada var olan sömürü sisteminin devamından yana olanların işaret ettiği gibi ‘daha duyarlı insanlar olursak çevre sorunları da azalmaya başlar’ tarzı liberal bir yaklaşımdan bahsetmiyoruz. Sermayenin tahakküm ilişkilerine ve ekolojik yıkıma karşı mücadelenin bir sistem sorunu olduğu ve sistemi dönüştürmeden söz konusu ilişkilerin de dönüşmeyeceği, iyileşmeyeceği ortadadır. Fakat bunu yaparken de sistemin bünyemize kodladığı etik ve kültürel alışkanlıklarla da baş edebilmenin, dönüştürebilmenin ve ekolojik bir toplumun değerlerini gündelik hayatlarımız ve ilişkilerimiz içerisinde türetebilmeliyiz.