Taşlar
Taşlar
Cizge Yalkın
[email protected]
Eteğimde, daha doğrusu pantolonumun ceplerinde, gittikçe beni ağırlaştıran taşlar birikmeye başladı. Bunları önünüze dökeceğim. Eminim sizin cepleriniz de dolmuştur, belki takas ederiz, azalmaz ama elbet değişir. Taşlar kalacak ve biz gideceğiz ne de olsa...
—•—
Son birkaç yıldır, yoğun bir ‘iş’ temposu nedeniyle ruhum, zihnim, bedenim çok değişik yorgunluklara sahne oldu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir tempo, hayata atılmanın verdiği heyecan ile elinden geleni hem de gereğinden fazla yapmak, bu nedenle ikinci plana atılan aile bağları, gidilemeyen arkadaş toplantıları, hani o bir türlü gidilemeyen tatil derken kendimi dibi bulunmayan bir kuyuya inerken buldum. İndikçe daha da inemem herhalde dedim ama bir yandan da bu kuyuda yol almaya devam ettim.
Sanki bir makinaymışçasına önüme gelen herşeyi göğüslemeye, bunu yaptıkça da deli ve sonsuz bir açlıktan çıkmışım gibi makinanın verdiği sinyalleri gözardı ederek, bu tempoyu sürdürmeye devam ettim. Bravo bana, aferin!
—•—
Geçen gün uzun zamandan sonra gidilen aile yemeği esnasında, bulunduğumuz restoranın geniş bahçesinde tek başıma yürürken buldum kendimi. Amaçsızca en uzak köşesine yürümüşüm bahçenin. Ne yaptığımın farkına vardığımda, uzun, tok, yeşil yapraklı ağaçlar bütününün birleşiminden oluşmuş bir kubbenin altında, başımı kaldırmış gözlerimi dallara ve yapraklara dikmiş öylece duruyor buldum kendimi. Hemen kendimi topladım, ağaçlara bakmaya vaktim olmamalıydı çünkü. Ağaçlara yalnızca insanlar bakar ben ise yalnızca bir makinaydım. Etrafıma baktım. Bu deli makinayı kimsenin görmediğine kanaat getirdim, robotumsu bir edayla ve gıcırdayan vidalarımla olay yerinden hızlı ve mekanik adımlar ile uzaklaştım.
Yemek masasında otururken, aklımın ağaçların titreşen yapraklarında kaldığını farketmeye başladım. Oturmak bitmeyen bir eziyet gibiydi. Kalktım, insansı isteklerimi yerine getirmeyeli o kadar uzun süre olmuştu ki, ağaçlara bakmaya gitmek için yemek masasından uzaklaşmak suçluluktan karnımın kasılmasına yetiyordu. Sanki beş yaşındaki çocuk gibi, ayakta bacaklarımı esnetiyormuşçasına masanın etrafında döndüm durdum. Bu dönme dolap devam ederken, ileride duran ulu ağaçlara kaçamak bakışlar atıyordum.Bir anda bu bakışlar yetmez oldu, nasıl olduğunu bilmeden, neredeyse koşar adımlar ile vidalarım gıcırdayarak ağaçların altına döndüm.
Yakınlarda oturacak kesik bir kütük buldum ve ağaçları izlemeye koyuldum. Mevsim ilk bahar olmasına rağmen ağaçlar kuru yaprak dökmekteydi. Ağaçlara, yapraklara, ağaçların karışan gövdelerine ve dallarına daldım...Ağaçların içerisinde kayboldum. Sanki ayık ama baygın bir rüyaya dalmış gibiydim...
—•—
Birkaç ay önce ara bölgede, Alman yapımı ‘Das Rad’ –‘Taş’ adında bir kısa animasyon filme denk gelmiştim. Filmde iki taş bir tepenin üzerinden insanlık tarihini izliyorlardı. İlkel insanlar tekerleği buldu, tekerlek kırıldı, tekerleği tepenin üzerine çöp olarak attı. İnsanlar ağaçları kesmeye başladı, ağaçlar kesildikçe ana yollar yapıldı, arabalar geçti yollardan, yol kenarına reklam tabelaları dikildi, binalar yapıldı, binalar yerlerini gökdelenlere bıraktı. Gökdelenler tepenin üzerinde bu tarihe şahitlik eden taşların burnunun dibine kadar geldi, sonra bu gökdelenli şehir son ampülün sönmesiyle karanlığa büründü, binaların üzerinden yüzyıllar geçti binalar çöktü, doğa kendinden alınanı geri aldı. Son olarak üzerinde ‘built to last’ – ‘dayanıklı kalmak için üretilmiştir’ yazan tabela düştü ve o da gökdelenler gibi doğaya karıştı. Taşlar geri gelen doğayı izlemeye koyuldular.
—•—
Rüyadan uyandım, ağaçları izlerken oturduğum kütüğün üzerinden kalktım. Masaya geri yürürken gıcırdamadım. Hatırladım, taşlar kalacak ve biz gideceğiz.