-Tebdil-î mekân-
Şair: “Neden eve dönmekten ibarettir hayat” der. (Seyyidhan Kömürcü) Düşünür: “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğiniz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır” der. (Walter Benjamin) Şarkı: “Gitmek mi zor kalmak mı zor?” der.
Hayatı geçilecek yol, insanı o yolda yürüyen yolcu olarak tanımlayan tasavvufta bu seyir bir yerden bir başka yere gitmekten öte bir anlam kazanır. Burada yolculuk bir nefis terbiyesi, geçici ve beşeri hakikate ve mutlak varlığa ulaşmayı simgeleyen bir eylemdir ve “seyr u sülük” olarak tanımlanır.
Devrimci, devrim ülküsünü ve hayalini bulunduğu yerden başlayarak bütün dünyaya yaymak ister.
Atasözü: “Tebdil-i mekânda ferahlık var” der.
Birbirlerinin tam karşılıkları olmasa da en azından bir hareketliliği ve mekân değişimini ifade etmeleri bakımından birbirlerine eklemlenebilecek ifadelerdir bunlar. İyi de bütün bunların anlamı ne?
İki aylığına yer değiştirdik, uzaklara gittik ve geri döndük. Öyle harala gürele, ha burayı da görelim, ha şurayı da, “Sürpriz: bu da turumuzun ekstrası olarak misafirlerimize ikramımızdır, rotamızı değiştireceğiz ve iki saatliğine (…..) şehrine uğrayacağız, haydin otobüslere” çağrılarının yapıldığı, ‘gezilen ülkeler dağarcığını’ şişirmeye, “sahiden oradaydım işte kanıtı” yığınla fotoğraflarla ebedileştirmeye yönelik, kitleler halinde serseri mayın gibi oradan oraya sürüklenmelerle eşdeğer turistik gezilerden değildi bu. Amacı farklıydı, o amacın gerçekleşmesi bir yana, bu vesileyle dile getirmek istediğim başka bir şey var. O da şu: Uzak(lık)lar mekânlar arasında fiziki bir mesafe sağlarken, insanın geldiği yer ile arasında olan ilişki biçimine de yansıyarak, en azından bir süreliğine -gidilen yerde geçen zamanla sınırlı- zihnen ve ruhen özgürleşmesini ve kendiyle baş başa kalmasını, göremediklerini görebilmesini, hissedemediklerini hissedebilmesini sağlıyor.
Peki ne oluyor?
Çoğunlukla bir genelleme yapılır, ‘gitmek’ adaların ortak kaderidir denir, doğrusu özellikle küçük adalar için büyük oranda geçerlidir bu. Kıbrıs için, özellikle Kıbrıslı Türkler için ise, kanımca bu gerçekliği biraz değiştirmek gerekir. Sır değildir, kalmakla gitmek tereddüdü arasında ömür boyu bir sarkaç gibi salınır durur bu adada insanlar. O tereddüt bulaşıcı bir hastalık olarak yapışır üzerlerine. Gün gele bir karara vardıklarında, üzerlerine bulaşıcı bir hastalık gibi yapışan tereddüt ortadan kalkar, ancak çok geçmez bu kez de bir pişmanlık alır o tereddüdün yerini. Şimdiden sonra kalanlar kaldıklarına, gidenler gittiklerine pişman olacaklardır ölene kadar. Bir bakıma ne oradadır ne de buradadır adalı; bir tutunamama, savrulma ve hatta dağılma halidir de bu aynı zamanda. O kadar ki gün gelir bu tutunamama/savrulma/dağılma hali adalının varoluşsal buhranına dönüşür. Sürekli kim olduğu sorusuna yanıt arayıp durması, arayıp durdukça da gerçekle hayal, yalanla hakikat arasında sıkışıp kalması, sıkışıp kaldıkça kimim ya da kim olmalıyım burçları arasında bir ip gibi gerilmesi, ama iki ucu bir araya getirememesi ve sonra da bir araya getiremediği iki uç arasında geril gerile koparak çarnaçar ‘hiçkimse’ olması da bu ada insanlarının, galiba bundandır.
Şu da vardır: Güzel, iyi ve huzurlu olan şeyler hep uzaklardadır, özlenen ve talep edilen bu ayrıcalıklar her daim uzaklarda bir yere aittir. Yakın olan kiri gösterir, uzak olan kirden azadedir, en azından kirini göstermemektedir. Gitmek düşüncesini -farklı gerekçeleri olsa da- en çok tahrik eden de budur; insanlar şimdide ve burada yaşadıkları olumsuzlukları, hele bunları değiştirmeye muktedir olmadıkları durumlarda, olduklarından çok daha yoğun biçimde algılarlar ve bunun sancısını fazlasıyla çekerler. Henüz yaşamadıkları ama yaşayacaklarını umdukları o güzellikler, en çok o tertemiz gelecek tahayyülünde ve o pırıl pırıl tahayyülün en az onun kadar temiz olan o yerde hakikat olarak karşılık bulacaktır. Bu büyük beklenti ve inanç onları ayakta tutan güçtür de aynı zamanda. Ancak bütün bunların henüz gerçek değil de sadece tahayyülden ibaret olmaları, onları bir ütopya, yani bir var olmayan gerçeğiyle de karşı karşıya bırakmaktadır. Buradan bakınca bu adada insanlar aslında olmayan uzaklara ve henüz yaşanmayan zamanlara ait hayallerinin peşinden koşmaktadır. Bir dönem için - belki de bütün bir ömrü kapsayacak bir dönem için- bu hayallerini gerçek kılanların, kurtuluş diye gittikleri, bütün hayallerinin gerçekleştiği o yer(ler)de, bir süre sonra pişmanlık duymaları ve de geri dönme arzularının depreşmesinin sebebi ise, o uzakların da artık yakın olması, bir başka ifadeyle kirini göstermeye başlaması ve de ona atfedilen büyünün bozulmasıdır.
İki ay çok uzaklarda ama zamanımın çoğunu -bir bakıma zorunlu olsa da benim gönüllü olarak kabul ettiğim- bir odada geçirdim. Odanın bir ormana bakan geniş bir penceresi vardı. Mevsim itibarıyla ilk zamanlar kuru olan ağaçların kısa bir süre içinde gümrah bir yeşillikle yer değiştirmesi, doğanın kendinde içkin sayısız mucizelerinden sadece bir tanesiydi. Kıyısında uzun yürüyüşler de yaptığım ormanda zaman zaman ceylanlar, şimdilerde yavrulama zamanı olmalı, peşlerinde yavrularıyla geziniyor, sincaplar oradan oraya gidip geliyorlardı. Ortama hâkim tenhalığı ve ıssızlığı bozan tek şey zaman zaman hızı artan rüzgârın ve o rüzgârda kıpırdayan yaprakların çıkardığı hışırtıların sesiydi. Odanın geniş penceresinden dışarıya bakarken görünen bunlardı, ama öylesine yoğun çağrışımlarla yüklüydü ki bu tablo, daha ilk bakışta görünenlerin arkasında saklı görünmeyen yoğunluğun mevcudiyetini hissetmek mümkündü. Proust söylüyordu, onun hayranlık uyandıran roman sanatında yaptığı tam da buydu: “Tek gerçek yolculuk; aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi dolaşmak değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir.”
Uzaklarda bulunuyor olmanın açığa çıkardığı fiziki mesafe, aynı zamanda insanın zihnen ve ruhen mekândan ve zamandan özgürleşmesini ve kendisi dâhil her şeye oradan bakmasını sağlıyor. Bu namütenahi bir ufuk genişliği de demek aynı zamanda. Hâl böyle olunca adeta bütün bir dünya insanın durduğu yerde -diyelim odasında otururken- önünden akıp geçebiliyor. Bu da bakılan yerde görünenler kadar görünmeyenleri de görebilmeyi, onları hissedebilmeyi mümkün hale getiriyor.
İnsanın bir süreliğine de olsa uzaklara gitmesinin ve bu vesileyle zihnen ve ruhen mekândan ve zamandan özgürleşmesinin -eğer bunu gerçekleştirebilirse- en büyük ayrıcalığı da galiba ayrıldığı yere döndüğünde, artık giderken orada bıraktığı kendinden daha fazla olması, bulunduğu yeri ve dünyayı buradan o ufuk genişliğiyle bir başka görebilmesi.
Bu da az şey mi?