"Tehditten çok, destek var”
Meclis’te yaptığı konuşma sonrası Türkiye’deki kimi siyasiler tarafından ‘hedef’ gösterilen CTP Milletvekili Doğuş Derya, çoğu yeni açılmış sahte sosyal medya hesaplarında tehdit edildiğini ancak tehditten daha fazla destek aldığını söyledi.
Ayşe GÜLER
Meclis’te yaptığı konuşma sonrası Türkiye’deki kimi siyasiler tarafından ‘hedef’ gösterilen Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Milletvekili Doğuş Derya, çoğu yeni açılmış sahte sosyal medya hesaplarında tehdit edildiğini ancak tehditten daha fazla destek aldığını söyledi.
Derya, bu desteğin de sadece Kıbrıs’tan değil, Türkiye’den de demokrat ve aydın kesimlerden olduğunu söyledi.
CTP Milletvekili Derya, “Biz kardeşlerimizden ‘düşman’ ve ‘hain’ icat edenlerden değiliz. O yüzden nefret diline karşı sevgi dilini kullanmaya, savaş çığırtkanlığına karşı barış talebini yükseltmeye, otokrasiye karşı demokrasiyi, eşitliği ve laikliği savunmaya, devletlerin itibarının saraylar ile değil, temel insan haklarını ve sosyal adaleti sağlamaktan geçtiğini söylemeye devam edeceğiz” dedi.
YENİDÜZEN’e konuşan Derya, yolsuzluğun derinleştiği ülkelerde hükümetlerin ‘hırsızlık bürokrasisi’ olarak adlandırılan kleptokrasi düzenin mimarı olduklarına değindi, “Şu anda yaşadığımız sürecin maalesef Kleptokrasiye doğru evrelediğini söylemek mümkün” değerlendirmesinde bulundu.
Derya, kamuoyunda tepki ve eylemlere neden olan “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nin toplumun talebi olmadığını da vurgulayarak, “Ersin bey dahil, bu toplumdan hiçbir siyasi ya da vatandaş ‘Hadi Lefkoşa'nın ciğeri olan ağaçlık bir bölgede ağaçları keserek devasa binalar yapalım’ demedi” şeklinde konuştu.
Külliyenin bir emrivaki olarak topluma dayatıldığını, itirazın da bu nedenle yapıldığına vurgu yapan Derya, “Kıbrıs ayrı bir ülkedir, Türkiye'nin vilayeti değil. KKTC de kendi kurumları olan, kendi yasaları ile yönetilen bir yerdir, öyle olmalıdır” değerlendirmesinde bulundu.
Derya, ancak Bakanlar Kurulu’nun ülkenin ortasına izinsiz, vizesiz olarak yapılmaya başlayan bu kaçak yapıyı (Cumhurbaşkanlığı Külliyesi), sırf talimat aldıkları için savunur durumda göründüğünü de dile getirdi.
TC Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında “KKTC’yi tanıyın" çağrısını da değerlendiren Derya, “Bir çağrının gerçekçi olabilmesi için dünyada ve uluslararası hukukta karşılığının olması gerek” dedi.
Derya, söz konusu çağrıya yönelik farklı bir boyuta da dikkat çekerek, “KKTC tanınsın demek, AB yurttaşlığından vazgeçtik demektir. Bunu halka bu şekilde sorsunlar bakalım UBP’liler dahil, Kıbrıs Türk halkı bunu kabul ediyor mu?” diye sordu.
“Yaşadığımız süreç hırsızlar bürokrasisine doğru evrildi”
►Bir süredir, ülkede ‘demokrasiye ve Kıbrıslı Türklere müdahale’ tartışmaları çoğaldı. Toplum içerisinde kutuplaşmalar, ötekileştirmeler de konuşuluyor. Kıbrıs’ın kuzeyinde toplum ve siyaset nereye evriliyor?
► “Aslında Kıbrıs Türk demokrasisine yapılan müdahaleler, hakkında konuştuğumuz ya da tartıştığımız soyut bir konu değil, doğrudan yaşadığımız ve hepimizin gözü önünde gerçekleşen somut olaylar silsilesi şeklinde vuku buluyor. Daha önceki dönemlerde, seçimlerimize müdahale edildiği ile ilgili çeşitli olayları bazen siyasilerin bazense bürokratların ağzından duyardık ama 2020 yılında gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu müdahaleleri oldukça açık bir şekilde gözümüzle de görmeye başladık.”
“Türkiye'den buraya gönderilen ekiplerin çalışmaları sadece yerel basına değil, Türkiye'deki basına da yansıdı. TBMM'de görev yapan bazı vekiller, KKTC'de Ersin bey lehine açıkça seçim çalışması yürüttüklerini gizlemeden, hatta bazı çalışmalarını Türkiye basınına servis ederek yürüttüler. Kapalı Maraş konusunda YSK yasaklarını ihlal eden açılış törenleri de bunlardan bir tanesidir. Uluslararası hukuk hilafına atılan ‘İki Devletlilik’ tezi de böyle bir şeydir. Daha sonra UBP Kurultayı'na yapılan müdahale, sonrasında Faiz Bey'in hem kabinesine hem de kendisine yapılan müdahalelerin hepsi toplumun gözü önünde oldu. Bu siyasi müdahaleleri, kara para aklama konusunda çıkarılan yasa gücünde kararnameler, KIB-TEK'te yaşanan ihalesiz yakıt alımları, Anayasa ihlalleri, ‘Belediye Reformu’ adı altında dayatılan tahribat paketi, İskele-Yeniboğaziçi-Mağusa Emirnamesi'nin iptal edilmeye çalışılması gibi olaylarla birlikte düşünelim. Bu olaylar da yaşanan siyasi müdahalelerin ekonomik rant sağlama ile ilgili olduğunu zaten gösteriyor”.
“Sociology of Corruption, yani Yolsuzluk Sosyolojisinde en temel karakteristik özellikler, mali ve hukuki denetim mekanizmalarının zayıflatılması, hukuk ihlallerinin artması ve normalleştirilmesi, halkın rüşvet, iltimas, nepotizm gibi hususları görmesini engellemek için milliyetçiliğin ve hamasetin tonunun yükseltilip koyulaştırılması vardır. Halkın ve halkın temsilcilerinin hesap sorma kabiliyetini azaltmak için, toplumu saflara bölen kutuplaştırıcı söylemlere ve pratiklere başvurulur ki, insanların konsantrasyonu arka planda yürütülen yolsuzluklara değil de ortaya atılan hamasete yönelsin. Yolsuzluğun derinleştiği ülkelerde, yürütme erkini elinde tutanlar, yani hükümetler, Kleptokrasi (hırsızlar bürokrasisi) dediğimiz bir düzenin mimarı olurlar. Şu anda yaşadığımız sürecin maalesef Kleptokrasiye doğru evrelediğini söylemek mümkün.”
"Öncelik Külliye mi?"
► Toplumun büyük bir kesiminde ‘Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne değil, farklı alanlara yatırım yapılması gerektiğine yönelik sesler yükseliyor. Hükümet üyeleri ise bu adımı memnuniyetle karşıladıklarına dair açıklamalar yapıyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
►“Külliye bu toplumun talebi değildir. Ersin bey dahil, bu toplumdan hiçbir siyasi ya da vatandaş "Hadi Lefkoşa'nın ciğeri olan ağaçlık bir bölgede ağaçları keserek devasa binalar yapalım" demedi. Türk Lirası kullanıyor olmamızdan dolayı son bir buçuk yılda ciddi şekilde fakirleştik, mülksüzleştik ve insanlarımız göç etmeye başladı. Hastanelerde ilaç, teçhizat ve personel eksikliği var. Hakeza okullarımız, yollarımız, alt yapı hizmetlerimizin çoğu da dökülüyor… Halk tüm bu zorlukları bilfiil yaşarken, sırf gösteriş olsun diye yapılan bir Külliyeye elbette itiraz eder. Bu Külliye için harcanacak para, Türkiye halkının parasıdır ve Türkiye'de de insanlar derin bir yoksullaşma içindeyken, Anadolu halkının parasının orada ya da burada saraylar ya da külliyeler için harcanması tek kelime ile israftır. Ancak itirazın nedeni kaynakların sadece Külliye için israf edilecek olması da değildir. İtirazın bir diğer nedeni de, bu yapının toplumsal irademiz hilafına, bir emrivaki olarak toplumumuza dayatılmasıdır. Kıbrıs ayrı bir ülkedir, Türkiye'nin vilayeti değil. KKTC de kendi kurumları olan, kendi yasaları ile yönetilen bir yerdir, öyle olmalıdır. Ancak her gün egemenlik ve devlet hamaseti yapan Bakanlar Kurulu, ülkenin ortasına izinsiz, vizesiz olarak yapılmaya başlayan bu kaçak yapıyı, sırf talimat aldıkları için savunur durumda görünüyorlar. Külliyeye karşı eylem düzenlendiğinde hepsinin aynı tornadan çıkmış gibi peş peşe açıklama yapması da tesadüf değil. Belli ki bir yerlerden talimat öyle gelmiş.”
“KKTC tanınsın demek, AB yurttaşlığından vazgeçtik demektir. UBP’liler dahil, Kıbrıs Türk halkı bunu kabul ediyor mu?”
► TC Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında “KKTC’yi tanıyın" çağrısını gerçekçi buluyor musunuz?
► “Bir çağrının gerçekçi olabilmesi için dünyada ve uluslararası hukukta karşılığının olması gerek. Şimdi önce böyle bir çağrının karşılığı var mı onu konuşalım. Bir kere Türkiye, Yunanistan ve İngiltere neyin garantörüdürler? 1960'ta kurulan ve Kıbrıslı Türklerin de kurucu ortağı olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin garantörüdürler. Peki, 1960 Antlaşmalarına göre neyi garanti ederler? Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasal bütünlüğünü ve toprak bütünlüğünü… Yani uluslararası hukuka göre Türkiye, toprak bütünlüğünü garanti ettiği bir devletin bölünmesini savunamaz. Kendi sınırları içerisinde bölücü hareketlere karşı mücadele ettiğini söyleyen bir yönetim, Kıbrıs söz konusu olduğunda bölücü bir tutum takınırsa, bu zaten siyasi olarak da tutarsızlık olur.
Ayrıca "KKTC'yi tanıyın" demek, Rauf Raif Denktaş'ın müzakere ettiği ilk dönemlerden itibaren kazanmış olduğumuz "iki bölgelilik, iki toplumluluk ve siyasi eşitlik" gibi BM parametrelerini çöpe atmak demektir. Bunun bir başka boyutu, doğalgaz konusundaki hak taleplerimizdir. Biz Kıbrıslı Türkler olarak bugün Kıbrıs sularındaki doğalgazdan neye dayanarak hak talep edebiliyoruz? Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin kurucu ortağı olma pozisyonumuza dayanarak hak talep ediyoruz. Eğer biz ayrıldık, güney sizin, kuzey bizim gibi bir noktaya gelirsek ve KKTC zaten ayrı bir devlet o yüzden güneydeki karasuları üzerindeki hak iddialarımızdan vazgeçtik dersek, doğalgaz konusundaki taleplerimizden de vazgeçmiş oluyoruz. Ve yine bir başka boyutu daha var: Bugün birçok Kıbrıslı Türk, Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlık hakkı olduğu için Avrupa Birliği vatandaşı… KKTC tanınsın demek, AB yurttaşlığından vazgeçtik demek. Bunu halka bu şekilde sorsunlar bakalım UBP’liler dahil, Kıbrıs Türk halkı bunu kabul ediyor mu? Tüm bunların yanında, BM Güvenlik Konseyi 5 daimi üyesinin mutabık olduğu az konulardan bir tanesi de bir Türk tezi olan Kıbrıs'ta Federal Çözüm modelidir. Bu konuda üretilmiş birçok BM kararı vardır. BMGK bugüne kadar ürettiği tüm kararları çöpe atıp yarın KKTC'yi tanıyacağını söylemez. Fakat bunların hepsini de geçtim. Kıbrıs bölünmek için oldukça küçük bir adadır ve biz adamızı bir bütün olarak yurdumuz kabul ediyoruz. Bu yüzden ortak yurt mücadelemiz devam edecek. Hani ‘50 yıldır federal çözüm görüşüyoruz, ama olmadı’ diyorlar ya… Biz 50 yıl değil, sadece 10 yıl federal çözüm görüştük. Bunların ilk 5 yılı sayın Mehmet Ali Talat döneminde, sonraki 5 yılı da sayın Mustafa Akıncı dönemindeydi. Bu dönemler dışında federal çözüm görüşülmedi. Ve 2017 Crans Montana Zirvesinde federal çözüme ramak kaldığını gösteren bir çerçeve, Guterres Çerçevesi ortaya çıktı. Sayın Anastasiadis o dönemde ayak sürümeseydi, sorun çözülmüştü. O yüzden gerçekçi olmayan çağrılar yerine, Guterres çerçevesinden yola çıkarak federal çözümü sağlamak şu anda hem Türkiye ve Yunanistan başta olmak bölgenin hem de ada halklarının faydasına olur.”
“Biz kardeşlerimizden ‘düşman’ ve ‘hain’ icat edenlerden değiliz”
► Meclis konuşmanızda, Türkiye-Yunanistan arasında yükselen gerilime değindiniz ve Kıbrıs'ın savaş tehdidi içinde bir repertuar olmasına karşı çıktınız. Bu açıklamanızın ardından hedef gösterildiniz, “hadsiz ve provokatif” olarak suçlandınız. Herhangi bir tehdit aldınız mı?
► “Az önce de söylediğim gibi Kıbrıs'ta federal bir çözüm müzakeresi yürütmek ve diplomatik formüllere başvurmak yerine, bir süredir adamızın hep bir savaş tehdidi ile gündeme getirilmesini yanlış buluyorum. Bu ülke savaştan çok çekmiş ve acılar biriktirmiş bir ülke. Kendi ekonomisini yüzdürebilmek için bu kadar çırpınırken, motor sektörlerimizden birinin turizm olduğu bir yerde savaş tehdidi ile adaya silah yığmak, ülkenin geleceğini bitirir. Silahlanan ister Güney Kıbrıs isterse Türkiye olsun, bunun her türlüsüne karşı olmak bizim sorumluluğumuzdur. Ben kürsüden bunu söyledim. Bunu açıkça ifade etmekten niye kaçınalım? Savaştan rahatsız olunması gerekirken, barış talebinden rahatsız olmak niye? Hedef göstermek için troller aracılığıyla yalan haberler yaptıranlara ilk defa rastlamıyoruz. 2020 yılındaydı sanırım Stanford Üniversitesi Twitter'daki troll hesaplarla ilgili bir rapor yayınlamıştı ve o dönemde Twitter dünyada 45.000 civarında troll hesap kapatmıştı. Bu hesapların 17.000 kadarı Türkiye'dendi. Yani, bu dünyanın birçok yerinde bir medya ve siyaset stratejisi olarak kullanılıyor. Güvenlikçi politikaların ve polis devletinin, hukuk devleti yerine geçmeye başladığı otokratik ülkelerde insanların yalan haberler ve sahte hesaplar aracılığıyla tehdit edilip baskı altına alınmasının aracı olarak kullanılabiliyor internet… İfade özgürlüğünü baskılamanın bir aracı olarak da kullanıldığını söylemek mümkün… İnsan gruplarını yalan haberler üzerinden kışkırtmak, güruhlaştırmak ve yönetenlerin çıkarları doğrultusunda kamplaştırmak için kullanılıyor birçok ülkede. Post-hakikat döneminin en büyük sorunlarından biri bence budur.
Bana gelince… Hem bir sosyolog olarak hem de daha önce de bu tip yalan haberlerle hedef gösterilmiş vekillerden biri olarak artık mekanizmanın nasıl çalıştığını görebiliyorum. Çoğu yeni açılmış sahte hesaplardan tehditler de geldi ama tehditten daha fazla da destekleme oldu. Üstelik Kıbrıs'taki demokrasi güçlerinden gelen destek yanında Türkiye'deki demokrat, aydın yüzbinlerce insan destek verdi. Geçen gün yaptığım açıklamada dediğim gibi, toplumsal kutuplaşma yaratmak için nefret dilini ve ötekileştirmeyi kullananlara karşı bizim yapabileceğimiz en doğru şey, aynı dilin içine girmeden, barış ve kardeşlik dilinden vazgeçmeden demokrasiye ve ülkemize sahip çıkmaktır. Biz kardeşlerimizden ‘düşman’ ve ‘hain’ icat edenlerden değiliz. O yüzden nefret diline karşı sevgi dilini kullanmaya, savaş çığırtkanlığına karşı barış talebini yükseltmeye, otokrasiye karşı demokrasiyi, eşitliği ve laikliği savunmaya, devletlerin itibarının saraylar ile değil, temel insan haklarını ve sosyal adaleti sağlamaktan geçtiğini söylemeye devam edeceğiz. Kendi ülkesinde insan onuruna yaraşır bir yaşam için ses veren herkes sesimiz, toplumsal iradesine sahip çıkan her yürek yüreğimizdir.”