TEK ADAM…
En azından kendi adıma konuşayım, daha 2 aydan az zaman önce, 25 Temmuz 1980’de DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in cenazesinde hesap soracağını, faşizme geçit vermeyeceğini haykırarak yürüyen onbinlerce insanın nereye kaybolduğunu hep merak ettim. Ömrüm boyunca gördüğüm en büyük kalabalıklardan biriydi ve o ilk gençlik heyecanımla sadece 2 ay sonra ülkenin üzerine çökecek korkunç karabasanı hayal bile edemezdim…
12 Eylül 1980 sabaha karşı 5 general, emir komuta zinciri içerisinde anayasal düzeni silah zoruyla yıkarak yönetimi ele geçirdi. O sabahın manşetlerini hatırlıyorum. Tanklar sokaklarda ilerlerken, askerler evleri basarak gençleri toplarken, radyo ve televizyondan “teslim ol” çağrıları yayınlanır, teslim olanlar ve yakalananlar yüz göz dağılmış, önlerinde çok sayıda “yasak yayınla” ekranlarda teşhir edilirken toplumun sessiz sedasız darbecilerin yanında hizalandığını… Anlı şanlı kurum ve kuruluşların “kahraman orduya” destek mesajlarını… Rektörlerin, hakimlerin, gazetecilerin, sendikacıların, hekimlerin, öğretmenlerin, ezcümle toplumun her kesiminin generallerin önünde esas duruşa geçtiğini… Hatırlıyorum…
Sonra Özal’lı yılları… Sonra Demirel’li, Çiller’li, Yılmaz’lı, Ecevit’li yılları… Bakmayın siz “eski Türkiye’de herşey ne güzeldi” dediklerine… Eski Türkiye’de de itiraz edenler, biat etmeyenler, diz çökmeyenler, direnenler için cehennem aynı harlı ateşiyle kaynatmaktaydı kazanlarını… Ve o cehennem ateşine toplumun istisnasız her kesimi odun atmaktaydı… Şeytanlar öylesine şeytandır ki bizim coğrafyada, kendi cehenneminin ateşini harlayacak odunları yine toplumun kendisine taşıttı hep…. Ateş harlandıkça, gelecek güzel günler hayali kuranların cayır cayır yakılırken yükselen haykırışları, trans haline geçen toplumun vaveylasında dağılıp gitti, duyulmaz oldu…
Bizim coğrafya gücü sever. Güç karşısında, demir yumruk, sopa karşısında hizalanıp esas duruşa geçer. Diktatörlüklerin günahı, faturası tek adamlara çıkarılsa da o tek adamları “tek adam” yapan, etrafında hızla kümelenen ve kaşlarını çatıp, parmaklarını öfkeyle sallayarak kraldan fazla kralcılık yapan kitlelerdi hep. Koca koca üniversite rektörleri, koca koca hakimler, koca koca medya patronları, koca koca işinsanları öyle hızla kümelenirler ki diktatörün etrafında, diktatörün kendisi bile şaşa kalır bu coşku, bu heyecan, bu iltifat karşısında…
Bu yüzden 12 Eylül darbesiyle hesaplaşamadı bu toplum… Bu yüzden 27 Mayıs’la, 12 Mart’la, 28 Şubat’la yüzleşmeye, hesaplaşmaya yanaşmadı hiç. Herkes ucundan kıyısından, az ya da çok suç ortağıydı çünkü.
27 Mayıs sonrasındaki ilk “rahat” seçimlerde Demirel’in %52.9’la iktidara gelip 12 Eylül’e kadar “Milliyetçi Cephe” iktidarlarının ülkeyi yönettiğini, 12 Eylül sonrasındaki ilk seçimlerde Özal’ın %45’le iktidara gelip 2002’ye kadar irili ufaklı “Milliyetçi” iktidarların ülkeyi yönettiğini, merkez siyasetin gırtlağına kadar yolsuzluğa, pisliğe bulaştığı 2000’lerin başında Erdoğan’ın %34.7 ile yola çıkıp 2007’de %46.7’ye sıçradığını ve o tarihten bugüne %49-50 bandında hüküm sürdüğünü, velhasıl kelam kibarca Türk-İslam sentezi namlı İslamofaşizmin toplumun yarıdan fazlasının bayıla bayıla peşine takıldığı 50-60 yıllık bir hikâye olduğunu konuşmayı sevmeyiz pek…
Benim ilk gençlik yıllarımda mahalleler sayısını bir türlü hesap edemediğimiz sol fraksiyonlar arasında bölünmüş; goşistler, revizyonistler, sosyal faşistler, maoistler, reformistler, oportünistler diye birbirine hakaret boca eden, bazen birbirine silah bile çeken solcuların iç kavgaları ganiydi… Herkes herkese “devrimin önündeki engel” gözüyle bakar, birbirine öfke ve kin kusardı. 12 Eylül sabahı bir baktık ki goşistinden revizyonistine herkesi toplayıverdiler aynı zindanlara. Biz birbirimize en sinkaflı küfürleri savurur, birbirimizi devrimin önündeki biricik engel görürken bir de baktık ki toplum, daha ilk sıkıyönetim bildirisinde asker selamına durmuştu bile… 80’li yıllarda ne revizyonist, ne goşist, ne maoist, ne sosyal faşist kavgasına mecali kalmamıştı kimsenin.
İslamofaşizmin toplumun hücrelerine yayılma tarihi, bizim birbirimizin çanına ot tıkama tarihimizle paralel yürüdü hep…
Biz birbirimize sövdükçe, biz birbirimizin kanına ekmek doğradıkça, biz birbirimize olan nefretimizi yenip bir türlü yan yana, omuz omuza gelemedikçe milliyetçi-muhafazakârlık, nam-ı diğer İslamofaşizm geride bıraktığımız 50-60 yılda semirdi, güçlendi…
Milliyetçi muhafazakârlık dediğimiz “kolektif suç ortaklığı”, on yıllar içerisinde bir çok “tek adam” üretti… Tek adamlar ölerek, devrilerek, şu ya da bu biçimde gittiğinde toplumun kahir ekseriyetini oluşturan suç ortakları ellerini yıkayıp, bir önceki tek adamı lanetleyerek yeni bir tek adamın etrafında kümelendi…
Tek adam rejimi diye bir şey olmadığını, tek adamları tek adam yapanın sağcısıyla solcusuyla bu coğrafyanın kahir ekseriyeti olduğunu; yaşadığımız her melaneti bu kahrolası sessizliğimiz, bu kahrolası birbirimize olan güvensizliğimiz, bu kahrolası her şeyi en iyi ben bilirimciliğimiz, bu kahrolası egolarımız, bu kahrolası kendimizi yalnızlaştırmamız olduğunu anlamamız için belki bir 50-60 yıl daha gerekecek…
Bugün televizyonları açtığınızda her evde hep aynı adamın o öfkeli, o kindar, o azarlayan sesini duyuyorsanız… Sessizliğinizi onun sesine kattığınız, sizinle benzer şarkıları söyleyen çocukların sesini kıstığınız içindir…
Tek adamları sizin o kahrolası tekleşme, sadece size benzeyene tahammül edebilme, sizinle benzeşmeyenin yok edilmesine alkış tutma itiyadınız yarattı, yaratmaya devam edecek…