Teknolojiyi Sorgulamak 2
Performansıyla tapmaya başladığımız bilgisayarlar ve yapay zeka gibi duygulardan arınmış bir düşünme biçimini en doğru düşünme şekli olarak görüyoruz.
Yılmaz Akgünlü
Bilim insanları, gelecek için, içinde devasa ısıtıcı, klima ve vantilatörlerin yıl boyu konforlu yaşam koşulları sağlayacağı kubbeyle örtülü şehirler öngörüyorlar. Denizlerin tabanında kolonileri ve yer altı şehirleri inşa etmeyi hayal ediyorlar. Ama şehir sakinleri ölmekte, parlak gün ışığını, yemyeşil kırları, bitkilerle hayvanları ve hafif bir meltemi tenlerinde duyumsamayı unuttular. İnsan ancak doğayla birlikte hakiki bir yaşam sürebilir.
Masanobu Fukuka – Doğal Tarımın Yolu
70li yıllarda birçok çizgi film televizyon çağının başlamasıyla çok popüler olmuştu.. Bunlardan biri gelecekte geçen Jetgiller, diğeri ise dinozorların yaşadığı çağlarda geçen Taş Devri idi. Benim favorim Taş devriydi, çünkü arka planın daha doğal olması her şeyi daha sıcak ve sevimli bir hale getiriyordu. Jetgiller ise insanların uçan arabalara bindikleri, ileri teknoloji ürünleri kullandıkları ve yüksek binalarda yaşadıkları daha soğuk bir ortam gibi gelirdi bana.
O dönemlerde başka bilim kurgu film ve dizileri de vardı. Uzay yolu dizisinde galaksinin bilinmeyen dünyalarına seyahat eden bir gemi ve mürettebatının maceralarını izlerdik. Bu dizide en kötü durumlarda ışınlanma teknolojisi imdada yetişir ve kahramanlarımız zorlu anlarda ortamdan ışınlanarak kaçarlardı. Star Wars, yani Yıldız Savaşlarında ise akıllı robotları görmeye başladık. Bunlar sadece akıllı değillerdi, aynı zamanda duygusal bir yapıları olduklarını da hissederdik, onları sever ve zor bir duruma düştüklerinde üzülürdük.
İnsanın kendisine hizmet eden her şeye, hatta cansız nesnelere karşı bile bir minnet duygusuyla hareket etmesi normal karşılanabilir. Ancak biz robotlara bilinç atfederken biraz daha dikkatli olmak zorundayız. Teknoloji geliştikçe ve insanlar makinelerle daha fazla haşır neşir oldukça kendilerini aslında sonucunu öngörseler hiç girmek istemeyecekleri bir tuzağın içine koyabilirler. Etrafımız bize hizmet eden, tepki veren, bizi rahatlatan makinelerle doldukça onlara bağımlılığımız bizi insani özelliklerimizi kullanmaktan alıkoyan bir boyuta ulaşabilir. Her yere arabayla giderken yürümeyi unutabilir, basit hesaplamalar için bile hesap makinası kullanırken zihinsel uyanıklığımızı kaybedebilir, ödevlerimizi, işlerimizi, sorumluluklarımızı bilgisayarlara devredebiliriz. Belki de bu bazı işlerimizin azaltılması açısından iyi görünebilir. Ancak bu konuyu iyice düşünmekte fayda var. Biz sadece kişisel olarak bazı işlerimizi makinalara devrediyor değiliz. Bütün bir toplumsal sistem olarak da işleri makinaların yapacağı bir dünyaya doğru evriliyoruz. Stig Borsen Hansen, Teknoloji Felsefesi adlı kitabında şöyle diyor:
“Bu evrende teknoloji aynı zamanda insanın özgür olmayışına dair mantıksal temellendirmeyi de sağlar ve özerk olmanın, kendi hayatına yön vermenin " teknik olarak" imkansız olduğunu gözler önüne serer. Çünkü bu özgür olmama hâli akıl dışı veya siyasi olarak değil, daha ziyade yaşam konforunu artıran ve yapılan işin verimliliğini yükselten teknik aletlere teslimiyet şeklinde kendini gösterir.”
Ancak sadece işlerimizi makinalara devretmekle de kalmıyoruz, yarattığımız bu sisteme tabii oluyoruz ve bir süre sonra yarattığımız sistemin kontrolü ya da güdümü altına giriyoruz, en değerli şey olan özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Eğer kendisine dayanıp güveneceğimiz bir doğal dünya kalmamışsa özgür olmanın da anlamı olmayacağını kavrayamıyoruz. İnsan türü olarak sahip olduğumuz garip bir özelliğimiz bu. Yarattığımız şeyi bizim yarattığımızı unutup hayalimizde kurguladığımız bu sistemin bizim insan olarak yaşamamız ve yapmamız gereken çok daha önemli yetilerimize ve projelerimize ket vurmasına da neden oluyoruz.
İnsanlığın evriminde benzer şeyleri daha önce nasıl yaşadığına bir bakalım. İnsanlar binlerce yıl önce, totem inançlarının mutlak bir etkisi altındaydı. İlkel kabileler her biri kişisel de olabilen binlerce totemin boyunduruğu altında yaşıyorlardı. Totem inancına göre, her kabilenin bireyleri totem olarak seçtikleri varlıkların insan biçiminde yaşayan formları olduklarına inanırlardı. Gebeliğin nasıl oluştuğunu anlamayan bu insanlara göre bir kadın hamile kaldığını karnındaki ilk hareket sırasında anlardı. Ve işin ilginç yanı o sırada bu kadın bir ağaca bakıyorsa bu ağaç tarafından, bir hayvana bakarsa bu hayvan tarafından hamile bırakıldığını düşünürdü. Böylece doğurduğu çocukta o totem grubuna ait olurdu. Bir çocuk doğduğunda annesi ilk hamilelik hissi anında bir geyiğe bakmışsa o çocuk bir geyik olduğuna inandırılırdı ve aslında o insan gibi görünse de bir geyikti. O çocuğun totemi bir geyikti. Şu anda bize komik ve saçma gelen bu inanç insanların doğumun nasıl gerçekleştiği konusunda son kerte bilgisiz olduğu o eski dönemlerde onlar için mantıklı tek açıklama biçimiydi. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz sanırım: İnsanlar özlerine ve asıl varlıklarına ilişkin bilgisiz olduklarında onlara o an en makul gelen açıklamaya göre benliklerini tanımlarlar. Daha sonraları insanlar doğumda babanın rolünü anlamaya başladıklarında bu tabii ki bütün bir kültürü ve algı biçimini kökten değiştirdi.
Sonraki dönemlerde büyük insan toplulukları bir araya geldiklerinde artık onları bir arada tutmaya yarayan daha genel totemlere, Tanrılara doğru bir evrim geliştirdiler. Örneğin güneş herkes için daha anlaşılabilir daha genel bir Tanrı olabilirdi. Daha da ileri gittiğimizde ise somut varlıklardan soyut, her şeyi kapsayan bir Tanrı düşüncesinin inancın başlıca biçimi haline geldiğini görebiliriz. İnsanlar başlangıçta bu soyut imgeyi dahi kavramakta zorlandıkları için, peygamber denilen ve Tanrının oğlu olan ya da onunla çok özel bir ilişkisi olan ya da hatta Tanrının doğrudan kendisinin bedenlenmiş bir biçimi olduklarına inandıkları insanlara tapmaya başladılar. İsa, Muhammed ya da Buda bu insanlardan bazıları olabilir.
Dinler ne kadar asli metinlerinde Tanrıyı her şeyi kapsayan, her şeyin ötesinde, hem burada hem hiçbir yerde olan, hem içkin hem aşkın bir varlık olarak tasvir etmeye çalışmışsalar da büyük ve cahil halk kitlelerinin bunu böyle kavraması pek de olası değildi. Tarih boyunca insanların kendi insanlıklarının tam olarak bilincine varmalarını bekleyemeyiz. Bu yüzden de insanların evrenin anlamı ve işleyişi konusunda hatalara düşmesi ve kendi insanlıklarını belki de kavrayamadıkları ve sorumluluğunu tam alamadıkları için içlerindeki güçlerin tamamını ya da bir kısmını bir Tanrı imgesine yansıtıp onda görmeye çalışmaları muhtemeldir. İnsan olma potansiyeline sahip duyarlı varlıklar olarak doğuyoruz, ancak bütün derinliği ve yüceliğiyle bir insanın ulaşabileceği yetiler ve erdemlerin doğması ve gelişmesi öncelikle uzun yıllar süren bir bilgi, kültür ve deneyim birikimini gerektiriyor. Ancak sağduyumuz bize bu birikimin bile yeterli olmadığını ve her bireyin kendisini ifade edeceği bir takım yetenekleri geliştirmesi gerektiğini söyler. Öyle ki sonunda bu yeteneklerin insanlığın hizmetine sunulmuş olması da insanlığımızın tamamına erdirilmesinin nihai amacıdır. Pablo Picasso’nun “Hayatın anlamı size verilen hediyeyi bulmak, hayatın amacı ise bunu başkalarına sunmaktır” sözü bu gerçeğin özlü bir ifadesi olabilir. Herkesin kendi yeteneklerini olabildiğince geliştirip ortaya çıkan ürünleri paylaştığı bir toplum sağlıklı işleyen bir toplumdur.
Yukardaki paragraftaki şu cümleyi tekrar etmek istiyorum. Bu yüzden de insanların evrenin anlamı ve işleyişi konusunda hatalara düşmesi ve kendi insanlıklarını belki de kavrayamadıkları ve sorumluluğunu tam alamadıkları için içlerindeki güçlerin tamamını ya da bir kısmını bir Tanrı imgesine yansıtıp onda görmeye çalışmaları muhtemeldir. İşte burası teknoloji konusundaki tartışmamızda kullanacağımız en önemli argüman olmaktadır. Nasıl mı?
İki bin yıldan fazla süren tek Tanrılı dinler döneminde baskıcı ve otoriter Tanrı imgesinin bedeli insan ruhlarında yaşanan çatışmalar ve acılar, toplumsal düzeyde ise bitmeyen din ve mezhep savaşları oldu. Gerçi bu savaşlarda asıl sebep çoğunlukla ülkeler arasındaki rekabetti ama Tanrı bu işe alet edildi. İnsanlar kendileriyle Tanrı (ya da evrenin derin ve yüce uyumu) arasında sağlıklı bir ilişki kuramadılar. Din insanlara barış ve huzur yerine savaş ve çatışma getirdi. Kendi yarattıkları Tanrı onlara hükmeden, üstün bir konundaydı, bütün güçler Tanrının elindeydi, insan ise zavallı aciz bir kuldu, sonsuz bir cehennem korkusuyla dünyevi arzuları arasında sıkışıp kalmış bir yaşam sürdürüyordu. Korkunç suçluluk duyguları duymazsa ya da kendisini cezalandırıp aşağılamazsa bağışlanıp sevilmeyeceğini düşünüyordu. Bu insan ruhunu kirlettiği gibi, toplumsal ilişkileri her yönden zehirledi. Kadın erkek ilişkilerinden toplumsal siyasi yapıya kadar her şeye hakim olan bir ikiyüzlülük ve zalimlik binlerce yıl tek tanrılı dinlere inanan toplumların yapısına ve insan ilişkilerine nüfuz etti. Örneğin, kadın hem şiddetle arzulanan hem de aynı şiddetle küçümsenen bir nesne haline geldi. Bu sağlıksız algıdan her iki cinste nasibini aldı, bugün hala dünya ve doğa üzerinde hakim olan global kültür bu hastalıklardan kendini kurtarabilmiş değil.
İnsan kendi eliyle yarattığı totemlerin boyunduruğunda yaşadığı gibi, kendi elleriyle yarattığı Tanrının da hükmü altında yaşadı. Bu kendine yabancılaşmak demekti, kendi en üstün yeteneklerini, yaratıcı imkanlarını kullanamamak demekti. İnsanın kendi öz benliğinden uzak bir kutsalın, uzaktaki bir Tanrı imgesinin kurbanı olan insanlar, son iki yüzyılda gitgide gelişen ve yavaşa yavaş bütün toplumsal kurumları ele geçiren başka bir sözde kurtarıcının egemenliği altına girdi: Bilimin.
Bilim, rakamlara indirgenebilen, üzerinde matematiksel hesaplamalar yapılabilen ve evrenin sadece mekanik yasalarını ortaya koyan bilgilerin (verilerin) sistemleştirilmesinden ibaret hale geldi. Bilenin bilinenden koparıldığı bir bilim anlayışıydı bu. İnsan doğadan bağımsız, ondan üstün bir gözlemciydi. Bilim de tıpkı Tanrı gibi benim iç dünyamdan, kişiselliğimden uzaklaştırıldı. Kendimi bilip anlamam değildi amaç, kendimi bilmeye kalktığımda bile bunu kendimin fiziksel, biyolojik aslı olduğuna inandığım beynimi araştırarak yapmaya çalıştım. Din nasıl tek bir buyurucu ve cezalandırıcı Tanrı etrafında insanları birleştirip muazzam bir güç kazanmış ve toplumları savaşa götürmekte ve günlük hayatı istenen eksende örgütlemekte acımasızca kullanılmışsa, aynı şekilde bilim de muazzam bir güç kazandı. Bilimin ürettiği teknolojiyi kullanan ülkeler kendisinden aşağıda olan toplumları ve doğayı yok etmeye ve sömürmeye başladı. Bu konuda kendilerini haklı görüyorlardı, evrim teorisinin bazı argümanları güçlü olanın her şeye hakkı olduğunu öne süren bir ideoloji için kullanıldı. Böylece insan her şeyi yapmaya hakkı olduğuna inanmaya başladı. Doğayı parçalara bölüp bu parçalar hakkında bilgi edinirken doğanın bütününü ve kendisinin onun içindeki uyumlu yerini aramayı unuttu. Gende Masanobu Fukuoka’dan bir alıntı yapacak olursak “İnsanlık doğanın bağrından ayrıldı ve son zamanlarda gittikçe artan bir telaşla, evrenin öksüz kalmış çocuğu olarak, doğanın içinden çıkılmaz halini izlemekte. Ancak doğaya dönmeyi denerken de, artık doğanın ne olduğunu bilmediğini, üstüne üstlük dönmeye çalıştığı doğayı tahrip edip sonsuza dek kaybettiğini fark ediyor.”
Tanrı ve bilimin ortak noktası insanlara sundukları kurtuluş vaadiydi. En baştaki konumuza nihayet dönebiliriz: Teknolojinin ne olduğu ve nasıl sonuçlara yol açtığı ve açabileceği. Totemler, Tanrı ve teknoloji, sırayla bu üçü tarih boyunca insanların kendi yarattıkları ve sonra da onlara hükmeden güçler haline geldiler.
TEKNOLOJİNİN VERDİĞİ RAHATLIK ve SONUÇLARI
Teknolojinin ana varsayımını incelemekle işe başlayabiliriz. Teknoloji insanlara daha rahat, daha hızlı ve kontrolün daha çok bizde olduğu bir yaşam vaat etmektedir, peki bu gerçekçi bir vaat midir? Eğer öyleyse teknoloji üretimi için harcanan bunca kaynağa karşın buna ulaştığımız söylenebilir mi? Bugün insanların büyük çoğunluğunun daha mutlu ve yaşamlarında anlam bulmuş olarak yaşadıkları söylenebilir mi? Sosyal bilimlerin verileri bu konuda olumlu bir tablo çizmekten çok uzakta görünüyor. İnsanlar teknoloji kullanımı yaygınlaştıkça kendilerini daha mutsuz, stresli ve yalnız hissediyorlar. Teknolojinin hakim olduğu günlük hayat biçimimiz bazı konularda işlerimizi kolaylaştırmış olsa da üzerimizdeki iş yükü hiç de eskisinden az değil, hayat bir bütün olarak hiç de kolay değil, şehirler hiç de yaşanası değil, tükettiğimiz bir çok ürün hiç de daha kaliteli değil. Hızla ve çokça tüketebiliyoruz ama bu tüketim bizi doyurmuyor, tatmin etmiyor. Aksine kendimizi yorgun ve tükenmiş, tüketilmiş hissediyoruz. Sahip olduğumuz cep telefonların bağımlısı olmuş durumdayız. Bir çok insan telefonlarıyla sevdiklerinden ya da hobilerinden daha çok vakit geçiriyor. Bunu istemese ve hatta gerek olmasa dahi bu bağımlılıktan kurtulamıyor.
Çok önemli bir soruyu bütün insanlık olarak sormak durumundayız. Bu yaşadığım hayatı ben mi istiyorum? Yoksa bana bunu istediğim empoze mi ediliyor? Mutluluğumuzun kaynağı gelişmiş bilimsel ve teknolojik ürünlerde mi? Yoksa böyle olduğuna inandırıldık mı? Daha rahat olmakla daha mutlu olmayı birbirine karıştırmış olabilir miyiz? Bir dağın tepesine yürüyerek çıkmak mı beni bütün mutlu eder (bütün güçlerimi kullanarak ve emek vererek o noktaya ulaştığım için), yoksa oraya bir helikopterle bırakılmak mı?
Teknoloji odaklı bir toplumsal düzen bütün zorlukları elimden alıp beni pasif, güçsüz kendisi ve çevresiyle bağı kopmuş bir zombi haline getirebilir mi? Makinalar sayesinde bacaklarımızı ve kollarımızı daha az kullandığımız için bedenen formunu kaybetmiş, hantallaşmış insanlar haline geldik. Bizim zihnimizi taklit ederek yaratılan bilgisayarlara benzemeye başladık. Daha iyi matematik problemleri çözebiliyoruz, tıpkı onlar gibi. Ama tıpkı onlar gibi düşüncelerimiz de mekanikleşme tehlikesi altında. Performansıyla tapmaya başladığımız bilgisayarlar ve yapay zeka gibi duygulardan arınmış bir düşünme biçimini en doğru düşünme şekli olarak görüyoruz. Bilimsel bilgininin ve onun üretim şeklinin her tür duygudan arıtılmış bir ürün olarak bizi en doğruya ulaştıracağına koşullandırmışız kendimizi. Ancak bir insan için sonunda bir duygu, eylem ve yaşantı üretmeyen bir bilgi gerçekte bir ‘bilme’ sağlamaz. Bilginin amacı öğrenmek, değişmek ve mutlu olmaktır. Bunun dışında kalanı ise salt güç istemi için, duygusuz ve yıkıcı eylemlerimiz için bize olanaklar sağlayan bilgidir. Örneğin nükleer silahların yapımı ve kullanılması hiçbir insani amaç taşıyamaz. Belki düşmanı yok etmek gibi bir amaçla meşrulaştırılmaya çalışılabilir, ancak karşımızdaki düşmanı yok ederken ortaya çıkan radyasyon ve çevre yıkımı bütün dünyaya ve bize de zarar vereceğine ve hatta karşımızdaki ülkelerin de bize karşı aynı silahı kullanma ihtimalini doğurduğuna göre nihai anlamda hiç de akılcı olmayacaktır.
Bilimsel bilgi dünyayı yok edecek, zehirleyecek, ekolojik dengeleri bozacak sayısız teknolojinin üretilmesini sağladı. Ve biz bugün plastiğinden, tarım ilaçlarına, akıllı telefonlardan arabalara kadar sayıları her geçen gün artan binlerce ürüne bağımlı halde yaşıyoruz. Bu ürünlerin üretimi çoğu zaman doğa ve insanlara ağır bedeller ödetiyor. Ve gene de elimizde ne bütün dünyanın iyiliği ne de refah var.
TEKNOLOJİ YOK ETTİĞİ DOĞAYA BAĞIMLIDIR
Şimdi bir sonraki aşamaya geçtik. Yapay zeka artık bizim yerimize düşünüp, kararlar alabilecek. Bir yetimizi daha makinalara devrediyoruz yavaş yavaş: düşünmek. Gitgide Matrix filmindeki sanal cehennem distopyasına doğru yaklaşıyoruz. Sanal alemde geçirilen zaman yeni nesil için gitgide artmaya başladı. Peki bizim dünyada varoluşumuzun gerçeklerini ne kadar kapsayabilir bu durum? Biz canlı, kanlı organizmalar olarak evrildik milyarlarca yıl boyunca, hareket ederek, açık havada, güneş altında yaşadık. Dünyanın ürettiği bize en faydalı olan besinler, oksijen ve güneş ışığıyla son derece başarılı bir biçimde geliştik. Bizi destekleyen ve var eden Evren dediğimiz muhteşem sistem hiçbir bilgisayarın erişemeyeceği kadar gelişmiş bir donanıma sahip, bu sistem bütün bir galaksi sisteminin içinde neredeyse sonsuz zamandan beri gelişerek bu noktaya ulaşmış. Biz en gelişmiş bilgi işlem sistemleri kursak bile gene de bu sistem her zaman evrenin en temel güçlerine muhtaç olacak, maddeyi enerjiyi, mekanı ve zamanı bu sistemden beslenerek almak zorunda. Kendi kendine bir hiç. Bütün varlığı aslında bu organik sisteme bağlı. Ve biz bindiği dalı kesen insanoğlu olarak bu doğal, organik sistemle bağımızı kesecek şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Bir gün bu bağı kestiğimizde kendi kendimizi de yok etmiş olacağımızı fark etmiyoruz.
Teknolojik gelişmeler her çağda dünyanın gidişatını belirleyen en önemli etmenlerden oldu. Teknolojisini ilerleten her uygarlık diğerlerine karşı üstünlük kurdu. Bu yüzen insanlığın evriminde teknolojinin rolü yadsınamaz. Teknolojiyi çok iyi anlamak zorundayız. İnsanlığın ürettiği teknoloji bizi biçimlendiriyor, bir süre sonra bizim üzerimizde kaçınılmaz, geri döndürülemez etkiler yapıyor. Ama bu ne teknolojisidir gerçekte? Günümüzde tanımlandığı şekliyle hayatı kolaylaştıran ve doğal olayları kontrol etme gücü (ya da yanılgısı) veren bir teknolojiden başka bir teknoloji olabilir mi? Teknolojinin nihai hedefi olan insan mutluluğu ve refahını yakalamak için başka maddi ve maddi olmayan yol ve yöntemler bulunabilir mi? Belki de çoktan beridir var mıydı bu yollar?