1. YAZARLAR

  2. Eralp Adanır

  3. Temmuz’un yarattığı “Araf”
Eralp Adanır

Eralp Adanır

Temmuz’un yarattığı “Araf”

A+A-

Hiç uyumadan günü gün, geceyi gece etmiştik ertesi güne kadar.

Genelde insan; bilinmezlikten korkar da biz o günlerin çocukları ailemize güvenmenin huzurundaydık.

Anen ne yaparsa onunlaydın.

Ölümse ölüm, yaşamsa yaşam.

50 yıl öncesinin dünü, çocukluğumuzun travmasının başlangıcını yaratmıştı bizlere.

“esir” olmayı öğrendik ister istemez.

İtilip kakılmayı, kurşun ve havan mermilerinin düşerken çıkardıkları ıslık, patlarken sarsılan kulak zarımız, o günden sonra kulaklarımızdaki acının melodileri olmuştu.

Daha çocuktuk, yaz tatilinin keyfini çıkaracaktık iştahla.

Sokakta akşam karanlığına kadar oynar, geceleyin karpuz-hellimle serinletirdik kendimizi.

15 Temmuz’da ilk kurşun seslerini duymuştuk çocuk kulaklarımızda.

Vızır vızır Limasol’un Türk bölgesinden, Hacı Yahya Köprüsünden Türk bölgesine geçip giden askeri araçlar içerisinde Rum askerleri.

Film seyreder gibi seyre dalmıştık o gece de.

Bize dokunulmamıştı ya, Taksim Sineması’ndaki savaş filmlerinin içinde hissederdik kendimizi.

Ta ki 20 Temmuz’un sabahında o seslere, o kurşunlara, o bombalara kulak misafiri olana kadar.

Bu sesler en kötü misafirlerdi artık bizler için.

Misafir diye gelip yerleşen, misafirlikten ev sahipliğine dönen o kurşunlar, bombalar ve onun sahipleri.

O çocuk halimizle tanıştık EOKA-B denen askerle.

Şapkasındaki yazıdan anlamıştım.

Elinde; o günden sonra silahların isimlerini de o tertemiz belleğime kaydetmek zorunda kaldığımdan öğrenmiştim; Bren Gun diyorlardı ona.

Kocamandı, neredeyse boyum kadar.

Onun “ekso” deyişiyle hastahanenin avlusuna, eve sığınmış onlarca anne, anneanneler, kız-erkek çocuklar ve yaşlılarla nasıl koşmuştuk...

Hastahanenin önündeki o parkı ilk kez bu kadar insan dolu görüyordum, güneş tepemizde bizi yakarken.

Kimisi ağlar, kimisi korkulu gözlerle yakınlarını arar, kimisi... kimisi... bilinmezde yaşar...

O çocuk yüreğimizle, saflığımızla savaşla yüzleştik.

Yetmedi esir olduk, yetmedi evimizi, sokağımızı, arkadaşlarımızı, okulumuzu, oyuncaklarımızı, hayallerimizi terk ettik.

Ne için?

Kim için?

Ve niye?

Zaman hiçbir şeyin ilacı olmadı bu konuda.

Göç ettiğimiz Girne’de “Girneli” de olamadım.

Hep Leymosunlu kaldım.

O hastahane avlusunda hep tutsak...

En son 2017’de kızımı götürdüm Leymosun’a.

10 yaşındaydı.

Benim 9.5 yaşımdan biraz daha büyük.

Hastahanenin parkelerinin üzerine oturduk ve karşıda duran evimize baktık. “Bak” dedim, “senin yaşında esir olurken, karşıda evimizin talan edildiğini de görüyorduk. Binlerce insan bu parkelerin üzerindeydi ertesi günün öğle saatlerine kadar. Şimdi o eve bakıyorum da yabancı gibi geliyor bana. İşte bu savaş çocukluğumuzu da evimizi de aldı” dedim.

Şimdi o evimizde kuzeyden göç eden Kıbrıslı Rum bir aile yaşıyordu. Siyahlar içinde yaşlı bir kadın çıkmıştı, yaz günleri oturduğumuz o balkona. Eve baktığımızı görünce el sallamıştı bize. Anlamıştı o evin eski sakinleri olduğumuzu.

Biz de ona sadece el salladık.

O da acıların ve anıların tutsağıydı, belli...

2017’den sonra bir daha gitmedim evimize, mahallemize.

Tekrar bir gün gider miyim bilmem ama Arafta gibi hissediyorum kendimi.

Ne Girneli ne Leymosunlu bazen...

Kıbrıslı demek yeterli geliyor galiba...

Bu yazı toplam 1391 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar