“Teşkilat’tan neden ayrıldım…” 1
Dr. Derviş ÖZER
“Yıllarca savaştım, silah taşıdım, geceleri dışarıda yattım ve Zir kampında soğuğun içinde eğitim gördüm. Çocuklarımın ekmek parasının teşkilata harcadım, onları ihmal ettim ve karımı dövdüm. Bir taraftan yeni doğmuş çocuğunu emzirirken bir taraftan silah temizlettim. İnanır mısın o kadar olağan hale gelmişti ki bu işler evdeki çiçek saksıları silah gaşalarından ve kurşun kutularından oluşuyordu. Diyeceğim şu ki çok silah gömdüm, gömdürdüm ve ölümle tehdit edilen insanları, vur emri verilen insanları kaçırdım. Ve o gün geldi, hepsini bıraktım. O gün neydi diyeceksin, sabret anlatacağım.
Bir gece silah gelecek dendi. Dört kişiydik, oturduk hem sigara içtik, hem bekledik. Saatler sonra silahlar geldi. Silahları teşkilat arabasıyla bize getirenler iki kişiydi. Biz silahlar alıp ilk akşamdan kazmaya başladığımız yere getirdik. Verilen emre göre silahları indirip gömecektik ve zamanı geldiğinde çıkarıp dağıtacaktık. Her şey planlandığı gibi gidiyordu. İlk önce silahları gömeceğiz ve sabaha kadar da silahları gömdüğümüz yerde, yeni kazılmış toprak izi kalmasın diye de tarlayı süreceğiz. Neyse silahları getiren iki kişi silahlı bir şekilde bizi koruyorlar, biz de gâvur ölüsü gibi ağır teneke silah gaşalarını indirip kazdığımız yere diziyorduk. Bir indirdik, iki, üç, dört derken bir ses duyduk
“Ne var ne yok be arkadaşlar. Hayırdır gecenin bu saatinde.”
Kahveci Mustafa, elinde bir fener, bir su küreği üstümüze çıktı. Dört kök zeytini var, gece Değirmenlik suyu sırası ona gelmiş, gitmiş zeytinlere su vermiş da evine gelecek adam. Yatıp uyuyacak. Yarın da çocukların nafakasına gidecek. Diyeceğim üstümüze çıkıverdi. Silahları getiren iki adamın silahlarına kurşun sürmesi sesini duyunca durdu. Aha da gitti dedim. Dağ gibi adam gitti. Biz gaşaları bıraktık, koştuk. Birimiz Mustafa dayıyı aldık, diğerimiz adamları durdurdu ama dona kalmıştık. Bir iki saniye daha adamı vuracaklar. Kahveci Mustafa korkudan nüzül olmuş gibi titriyor. Yavaş yavaş adamı eve bıraktık. Kapısını gözetlemeye adam koyduk, bir yere gidip bizi ihbar etmesin diye. Dönüp geldik silahları tekrar çıkardık. Başka yere gömdük. Ve ben sabaha kadar sabanla dört dönüm tarla sürdüm. Sabah da işe gittim. Gittim ama aklım köyde Kahveci Mustafa’da.
Kahveci Mustafa’nın bizi ihbar etmesinden korkulduğu (teşkilatı açık eder korkusu ile) için vur emri çıkacağını zaten hepimiz biliyorduk. Gece evine vardık. Kahveci Mustafa evin içinden çıkmamış, akşamki kıyafetlerini de değiştirmemiş. Minderin üzerinde oturmuş, sigara sarar ve arka arkaya içer. Kimseye, karısına da bir şey dememiş. Yanına yanaştık yüzümüze bile bakmadı. Nasıl konuşacağız, nasıl diyeceğiz, ne diyeceğiz bilemedik. Zaten adamın bir suçu yok, işinde gücünde geldi üzerimize çıktı. Diğer taraftan emir geldi gelecek. Ona nasıl uyacağız. Uymazsak ne olacak. Bizi ihbar eder mi İngiliz’e. Yok öyle de bir adam değil. Yıllarca komşuluk ettik ama ya söylerse. Emir bu, uyulacak. Ya uymazsak. Birisi uyacak. Birisi gelecek ve olay sessizliğe gömülecek. Çocukları da güçücük.
“Mustafa Dayı!”
Bakmadı bile…
“Mustafa Dayı!”
Sigarasını içmeye devam etti. Kafasını bile kaldırıp yüzümüze bakmadı. Zaten baksa biz onun yüzüne bakamayacağız. Birer sigara da biz yaktık ve yavaşça kulağına dedik:
“Kaç Mustafa Dayı!”
Kafasını kaldırıp siz ne diyorsunuz be dercesine baktı. Siz kimsiniz de beni doğup büyüdüğüm topraklardan kovuyorsunuz dercesine baktı. Hiçbir şey demedi. Gözünden bir damla yaş döküldü yerinden kalktı ve bizi kapıya kadar geçirdi.
Kahveci Mustafa dışarı çıkmadı, o geceden sonra gören bile olmadı. Duyduk ki İngiltere’ye gitmiş. Daha sonra çocukları da gitti.
Kahveci Mustafa İngiltere’de yaşadığı kırk sene içinde Kıbrıs’a ve köye sadece bir kez geldi ve kovulduğu köyünden topraklarından uzakta el yerlerinde, akrabalarından uzakta köye köylüye kırgın öldü.
Devam edecek