Thich Nhat Hanh'ın Ardından Çağa Bakmak
O yüzden sonsuzlukla ilgili düşünceler yanlış anlaşılırsa insanı kendisinden mahrum bırakma tehlikesini taşır. Ben, ben-olmayan sayesinde benim. Benim ortaya çıkışım, ben-olmayan bütün dünya sayesindedir. Hem tekim hem de herkesle birlikte sonsuz.
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Yükseklere çıkıp eşsiz bir manzarada uzak ufuklara doğru yol alırken insan kendisini saran bilinçliliğin ötelerindeki bir şeylere doğru varlığının genişlediğini duyabiliyor. Bu, çağları ve mekanları aştığımız zamandır. O yüzden yüksek yerlere çıkıp oturmayı ve kendi dar varoluşuna bir süre ara vermeyi seviyor insanlar. Bu tür aralar ince ayırımları görmemizi sağlayabiliyor. Mesela çağı yaşamakla çağın kölesi olmak arasında ince bir ayrım var. "Günümüz" dünyası dediğimiz şey aslında ne anlama geliyor? Ve onu aşmak gibi bir zorunluluğumuz var mı gerçekten? Her insan için varoluşun ayrı bir anlamı ve değeri olduğunu kabul ettiğimizde çağı aşmanın gerekli olduğu düşüncesi de görecelik aleminde kaybolup gidebiliyor ne yazık ki. Evet katı ve değişmez bir algılanışı yok dünyanın ama sözler aldatıyor da, çünkü belki de bazı temel şeyler son derece katı ve değişmezdir. Belki de esnek ve boş bir zihin katı ve kesin bir gerçekliktir.
Başka bir deyişle söz kendi kendisinin çukuru oluyor, yuvarlanıp boğulduğu çukur. Her şey anlatmak istediği şeyin tersini anlatıyor: Anlaşılmak anlaşılmamak, anlaşılmamak da anlaşılmak. Somut olgulardan yola çıkıp somut bir dünyada olan biteni inceleyim derken, insan tekil olanın içinde kendini yitirme tehlikesi yaşıyor. O yüzden anlaşılır ve mantıklı bir anlatım biçimi hiçbir "hakiki" şeyi anlatmıyor. Gerçeklik bilmecelerde, anlamsız görünen paradokslarda en içten ve yalın haliyle kendini sanki ilk kez açığa vuruyor. Ama bu aynı zamanda hep var olan bir gerçekliğin güven veren hissidir.
Günümüz insanı bu bilmeceleri, paradoksları, söz dışı alanları ifade edebilecek olan felsefeye, şiire ve sanata mesafeli artık. Bazı insanlar onları tıpkı evindeki en değerli ama en az kullanılan ziynet eşyalarından biri gibi görüyor. Kasalarda kilit altına aldığı o değerler hiç bir işe yaramıyor. Başka birçok kişi içinse pratik gerekliliklerden ve sonu gelmez (sözde) bilgi akışından başka bir şey değil dünya. Sanat ve felsefe karın doyurmuyor. Belki de bu yüzden yaşamı anlamaya, onu yaşanmaya değer şekilde yaşamaya yönelik derin çabalar daha da çok özveri gerektiriyor ve zamanında bu yolları biraz olsun deneyip de ne kadar meşakkatli olduklarını gören insanlar topyekûn vazgeçiyor bu yollardan. Ulaşamadıkları bu değerleri de ya küçümsüyor ya da görmezden geliyorlar.
Oysa ki güzellik her yere işlemeli, nefes alış verişimizden yürüyüşümüze, oturuşumuzdan gündelik eylemlerimizdeki etik standartlara kadar her yeri sarmalı. Sanatı ve felsefeyi belli insanların tekelinde olan özel bir anlatım biçimi olarak görüyoruz. Bu bize böyle dayatılmış olsa da günlük yaşantımızdaki her eyleme güzelliğin ve sanatın gücünü verecek olan bizleriz. Bu düşünceler ister istemez çağımızın büyük insanlarından birinin yaşamını ve sözlerini anımsatıyor. Sanatı ve güzelliği nasıl gündelik yaşamımızın bir parçası yapabileceğimizi anlatan bir usta var.
22 Ocak 2022'de Wietnamlı ünlü Zen ustası Thich Nhat Hanh'ı sonsuzluğa uğurladık. Hanh kendisini yaşayan bütün varlıkların mutluluğuna adamış olan bir Zen keşişiydi. ‘Yaşamaya başlamak için bekleme, şimdi yaşa.’ diyerek bütün eserlerinde bizi büyük bir güçle şimdiki zamanda yaşamaya teşvik ediyordu.
Günümüz dünyasının darmadağın olmuş yaşamları olan, sevgiyi ve yaşamı hep daha sonraya erteleyen insanlarına şöyle sesleniyordu bu büyük bilge: "Unutma ki sadece tek bir önemli zaman vardır, o da şimdidir. Şimdiki an, üzerinde egemenliğimiz olan tek zamandır. En önemli kişi birlikte olduğun, hemen karşında olan kişidir zira gelecekte herhangi başka biriyle bir ilişkin olup olmayacağını kim bilebilir? En önemli iş yanı başında duran insanı mutlu etmektir çünkü tek başına bu, yaşamı arayıştır."
Bu yazıyı yaşamımızda sanatın ve güzelliğin önemi üzerine düşünürken, tam da bu konularda en derin ve çarpıcı tespitleri yapan Thich Nhat Hanh'ı anmaya adamak istedim. Hanh, Martin Luther King tarafından 1967’de Nobel Barış ödülüne aday gösterilmiştir. Manevi öğretilerin dünyasal yaşamımızdaki sosyal sorunlarla olan ayrılmaz birliğini çok iyi yansıtan bir olgudur King’in bu hareketi.
Hanh bir zen ustası ve zen dediğimizde aklımıza ilk gelen maalesef bir manastıra kapanıp meditasyon yapan insanlar olur. Oysa ki bu çok yanlış bir düşünce. Zen günlük yaşamımızın içindedir. Ve çoğu zaman Zen ustaları öğrencilerini belli bir eğitimin ardından günlük yaşamlarına dönmeye teşvik ederler. Manastır yaşamı aslında hastalanmış zihinlerimizi iyileştirecek bir zihinsel bakım hastanesine benzetilebilir. Hastanede iyileşen hastanın yapması gereken normal hayatına döndüğünde kendisine uygulanan tedaviyi korumaktır. Çağımızda çoğu insanın böyle bir zihin ve irade eğitimi alabileceği kurumlaşmış bir yapı yok. Bu yüzden kendi çabalarımızla bir yerlere varmaya çalışıyoruz. Ancak bu yolda bizi engelleyen çok çetin çeldirici düşünceler var. Bu düşünceler internet ve popüler kültür yoluyla yayılıp zihinlerimizin birer parçası oluyorlar. İşte çağımızı belirleyen en önemli şeylerden birisi de sosyal medya, tv, kitaplar ve diğer insanların konuşmaları yoluyla maruz kaldığımız bu düşüncelerdir. Hanh'a göre ise "Düşünce sihirli bir algı yanılmasıdır; aslında gerçek olmayan şeyin hayaliyle türlü çeşitli yeniden doğuşları etkisi altına alır. Düşünce, hiçbir kalıcı gücü olmayan akan bir nehir gibidir; oluştuğu anda oradan ayrılır ve gözden kaybolur. Düşünce bir lambanın alevine benzer, nedenler ve koşullar arasında devam eder. Düşünce bir şimşek gibidir, bir anda boşalır ve orada durmaz..." Gerçekte düşünce böylesine akıcı bir şeyken biz aslında onu böyle algılayamıyoruz ve bazı düşüncelere sürekli maruz kalıp onlara tutsak yaşıyoruz.
Düşüncelerin kalıcı bir gücü olmamasına rağmen bizi kendi yarattığı yanılsamaların kalıcılığı konusunda kandırabilmesine ne demeli? Sosyal medya bize benliğimizi pohpohlamanın ve yüceltmenin en önemli şey olduğunu öğreten öğretiler ve modellerle dolu. Sanal dünyada yarattığı benliği ile kişi, gerçeklikle alaka kurmadan tamamen kendi oluşturduğu ve beğenileceğine inandığı sahte bir benliği benimser. Baudrillard, “Gerçek artık korunaksızdır ve onunla bir bağlantımız kalmamıştır. Mesafelerin aradan kalktığı bu dönemde artık simülasyon çağına girilmiştir. Bu farklı döneme geçişle artık bizler gerçeğin aktörleri değil, bir sanalın iki tarafa çalışan ajanlarıyız” der (Baudrillard, 1997, s. 125). Böylece gerçekliği zamansal boyutunda kaybettik ve gerçek zaman elimizden kayıp yaşanamaz hale geldi. Asli bir gerçekliği olmayan sanal zaman kipleri olan geçmiş ve geleceğin hâkimiyeti altına girdik.
Bu yüzden bir bakıma insanlar Hanh ustanın dediği gibi yaşamımızı sürekli geçmiş ve gelecekle meşgul olarak geçirirken şimdiki zamanı kaybederek yaşamaktadır. Bu konuya biraz daha derinlemesine bakarsak neden hayatı şu anda yaşamakta zorlandığımızı da anlayabiliriz. Bu anlayışa ulaşmak zorundayız çünkü sorunumuzun kökenini derinlemesine anlamadan sadece şimdiki zamana yoğunlaşma çalışmaları yapmak istenen etkiyi vermez. Bizler şimdiki zamana yeterince değer vermiyoruz çünkü her şeyden önce doyumsuzuz. Sadece şimdiki zamanda yaşanan bir dünyayı basit, sıradan ve biraz da aptalca bulma eğilimindeyiz. Çünkü bize öğretilen ve benimsediğimiz yegâne gerçek, “hayatı kontrol altına alıp” gelecekteki mutluluğumuzu da garanti altına almak olduğudur.
Bu mantığa göre, yaşamımızı şu ana odaklanarak yaşamak bizi uyuşturabilir ve geleceğe yönelik yatırımlarımıza harcayacağımız çabalardan bizi uzaklaştırabilir. Oysa bu yöndeki çabalarımız ölümün sert gerçekliğine çarptığında un ufak olmalıydı. Çünkü ne kadar güçlü bir şekilde geleceği kontrol altına alsak da aslında bu başarı geçici yaşamımızda çok da büyük bir iş sayılmaz. Öldükten sonrasını kontrol altına alabilir miyiz? Tabii ki toplumsal dinler buna da bir cevap bulmuş. Dinsel inançları olan insanlar yeterince sevap işler ve Yaratıcı güce ibadette kusur etmezlerse cennetteki yerlerinin de hazır olduğuna inanırlar. Bu dünya geçicidir ve yüz vermeye değmez, esas olan ölümden sonraki hayattır, o halde burada özene bezene yaşamaya ne gerek var? Bu tür hesapçı düşüncelerin bir insanı daha da çok kendine odaklı ve bencil birisi yapacağı ortada değil mi? Ben, ben, ben. Şimdi bu dünyadaki benliğimin mutluluğu ve ölümden sonraki benliğin mutluluğu.
Şimdiki zamanda yaşama kavramı bile yozlaştırıldı. Budizm ve Hint öğretilerini kullanan günümüzün popüler “kendini gerçekleştirme” akımları haz odaklı bir şimdiki zaman anlayışını teşvik ettiler. Bu akımların ana özelliği geçmişle ve gelecekle samimi bir şekilde ilgilenmeden hedonist bir şimdiki zamanda yaşama düşüncesini yaygınlaştırmaktır. Oysa geçmişiyle yüzleşemeyen, onunla bağ kuramayan, geçmişini sindirerek aşmamış bir insan ondan nasıl kurtulabilir? Geçmişin, şu anın ve geleceğin ilişkili ve bütünlüklü bir biçimde aktığı bir zaman hissiyatı insanı zamanın baskısından özgürleştirebilir. Şu anda yaşama “sonsuz şimdide” yaşama hissine dönüşmediği sürece modern insanı kaygılı ve tatminsiz bir yaşama mahkum eder.
Gerçekten şimdiki zamanda yaşamak, sonsuz şimdide yaşamak mümkün müdür ve eğer mümkünse nasıl başarılabilir sorusu çok zorlu bir soru. Budizm’in buna verdiği cevap sürekli bir uyanıklık ve gözlemcilik halinde yaşamak. Şimdiki zamanın her an değişen gerçekliğine uyum sağlayabilen esnek, açık ve alıcı bir zihne ulaşmamız gerekiyor bu öğretiye göre. Zihnimizi bunun için eğitmeliyiz. Blake’in deyişiyle “algının kapılarını temizle ki, her şey olduğu gibi görünsün: sonsuz”. Daha somut olarak algının kapılarını temizlemek yoğun bir farkındalık çalışmasını günlük hayatımıza yaymakla mümkün. Canlı, uyanık ve aşkla yaşamak. Bu teknikten çok bir duyarlılık meselesi. Anda kalma duyarlılığını geliştiren hayata karşı sevinç dolu bir kucaklama hissinin sonucu bir zihinsel güç. Mutluluğumuzun temelinde de bu gücün geliştirilmesi yatıyor. Birol Gökduman’a göre şimdide yaşamanın sırlarından birisi de yaptığımız her işte nefesimizin de farkında olmayı sürdürmektir. Nefesimiz bizi en temel gerçekliğin büyülü güzelliği hissine geri döndürecektir.
Sonsuz zamanı algılayamadan sınırlı benliğinin sunduğu zaman hissiyle yaşamaya odaklı insan nasıl gerçekten mutlu olabilir? Bu his bizleri çevremize ve onun sorunlarına yapıcı bir biçimde odaklanmaktan alıkoyan saplantılı bir algı yaratmaz mı? Dünya bunca acı çekerken, insanların büyük çoğunluğu yoksulluk ve zorluklar içindeyken ve doğa gitgide yok olurken nasıl gerçek anlamda mutlu olabiliriz ki? Hayatı ve ölümü kontrol altına almaya bu kadar odaklı bir insan kendisini yüceltip zenginleştirirken dünyayı daha da batırmaktan başka ne yapabilir? Dünyanın acısına duyarlı olmak benlik tutkumuzu besleyen kısır döngüye düşmüş zihnimizi kırmanın belki de en iyi yolu olmalı. O yüzden dünyayı kurtarmak için ne yapmamız gerektiği sorusu karşısında Hanh: "En çok ihtiyaç duyduğumuz sey, içimizde ağlayan Yeryüzü'nün sesini duyabilmektir" demiştir.
İçinde ağlayan Yeryüzü'nün sesini duyan insan ağlayanın kendisi ve var olan bütün duyarlı varlıklar olduğunu anlar. Gerçek benliğimizin var olan bütün her şeyle olan ayrılmaz bağı bizim aslında tam da kontrol altına almak istediğimiz mutluluğumuzdur. Gerçeğe kendi gözlerimizle baktığımızda "ben" dediğim şeyin kurgudan ibaret bir yanılgı olduğunu anlarım. O zaman gerçekten yaşamaya başlayabilirim. Yanılgılı, geçici ve tek başına hiçbir gücü olmayan bu kurgu benim cehennemimdir. İnsanın en büyük hapishanesi dünyadan ayrıymışçasına hayalini sürdürdüğü benliğidir. Bu benlikten kurtulmak özgürleşmektir. Gerçek, büyük ve sonsuz olana dönmek ve HERŞEYLE beraber akmak, birlikte büyüyerek çoğalmaktır. Ancak öte yandan bir insanın bireyselliğini bulması ve sonsuzlukla beraber akarken kendi küçük varoluşunu o sonsuzlukla uyumlu hale getirmesi de dünyanın zenginleşmesine yapacağı en büyük katkıdır.
Benlik yanılsamasından kurtulmak insanın bir benliği olmaması demek değildir. İnsanın geçici ama gene de çok değerli bir benliği vardır ve bu geçici yaşamda o da gerçekleştirilmeyi beklemektedir. Ancak bu her şeyin yok edilmesi pahasına olamaz. O taktirde her şeyle beraber kendisini de kaybeder insan. O yüzden sonsuzlukla ilgili düşünceler yanlış anlaşılırsa insanı kendisinden mahrum bırakma tehlikesini taşır. Ben, ben-olmayan sayesinde benim. Benim ortaya çıkışım, ben-olmayan bütün dünya sayesindedir. Hem tekim hem de herkesle birlikte sonsuz. İşte o yüzden Yeryüzü'nün ağlayan sesine bir umut olmak zorundayım. Yeryüzünü iyileştiren kendisini iyileştirir.
Çağımızı etkisi altına alan, Hanh'ın “yeryüzünün acısı” dediği olumsuz duygu ve düşünceler yığınlar halinde insan ruhunu kirletiyor. Bu kirlilik benlik yanılgımızı besleyen sonsuz girdaplar oluşturuyor. Bir takım çıkar grupları insanları yönetebilmek ve kendi tüketim düzenlerinin bir parçası yapabilmek adına popüler kitaplar, sosyal medya ve televizyon yoluyla iğrenç yaşam öğretilerini yayıyorlar. Hanh bu konuda bizleri keskin bir üslupla uyarıyor: "Kötü bir televizyon programı seyretmek, o televizyon programına dönüşmek demek. Ne hissediyorsak, neyin ayırdına varıyorsak biz oyuz. Eğer öfkeliysek, öfke biziz demektir. Aşıksak, aşk biziz. Karla kaplı bir dağın zirvesine bakıyorsak, o dağ biziz. Ne istiyorsak o olabiliriz. O halde niye pencerelerimizi, kolay para peşindeki yapımcıların sansasyonel televizyon programlarına, kalplerimizi sıkıştırıp, yumruklarımızı sıktıran ve bizi bitap düşüren kötü programlara açıyoruz? Bu tür televizyon programlarının yapılmasına ve çok genç yaştakiler tarafından bile izlenmesine kim izin veriyor? Elbette biz! Fazla kolaycıyız, ekranda ne olursa onu izlemeye hazırız, kendi hayatımızı tasarlayamayacak kadar aciz, aşırı yalnız, tembel ya da bıkkın haldeyiz. Televizyonu açıp öylece bırakıyoruz, başkalarının bizi yönlendirmesine, şekillendirmesine ve tahrip etmesine izin veriyoruz. Kendimizi bu şekilde kaybetmek, sorumsuzca davranma olasılığı olan ötekilerin ellerine kendi kaderimizi teslim etmektir. Hangi programların sinir sistemimize, zihnimize ve kalbimize zarar verdiğinin ve hangi programların bize yararlı olduğunun ayrımına varmalıyız."
Hanh’ın henüz internetin ve sosyal medyanın yaygınlaşmadığı günlerde yazmış bunları. Televizyona farklı iletişim araçların etkilenmesiyle “iletişmsiz iletişim” çağında daha da ilerledik. Teknolojiyi yok etmemeliyiz ancak daha fazla nesli kaybetmeden bu konuda güçlü bir bilinçlenme seferberliğine girişmek durumundayız.
Çağımız henüz Hanh’ın bilgeliğini içselleştirmekten çok uzak görünüyor. Kurduğumuz “ihtişamlı” uygarlığımız her geçen gün bizleri kaldırılması imkansız sosyal, fiziksel ve psikolojik yüklerin altında bırakıyor. Yaşamlarımızın tadı kaçıyor ve manevi çöküntü dünyayı karanlık bir sona doğru itiyor. Böyle anlarda dünyaya mal olmuş Hanh gibi bilgelerin düşüncelerini anlamak ve uygulamak daha da büyük önem taşıyor.