1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Tıkır, tıkır, tıkır…”
“Tıkır, tıkır, tıkır…”

“Tıkır, tıkır, tıkır…”

“Tıkır, tıkır, tıkır…”

A+A-

 

Koral Özen
[email protected]

Tıkır tıkır tıkır çalışan makine seslerini hatırlıyorum çocukluğumdan kalan.  Evin içinden hiç eksilmeyen bir arka fon sesi gibi… Parça kumaşlar destelenmiş, dikim sırasını bekliyor. İplikler, düğmeler, zipler…  Sanki yaşama böyle başlamışım gibi. Nenem bazen küçük bir makasla dikilenlerden kalmış artık iplikleri kesmeme izin verirdi.  Dikileceklerin teslim tarihi yaklaştığında,  teyzemle nenemin gece yarılarına kadar uzayan telaşlı hallerini hiç unutamam.  Abimle birlikte kıyafetleri teslim almaya gelen adamın yanında hazır olda durur, parçaları tek tek saymasını bekler ve o anlarda hiç kıpırdamazdık. Adam, dikilenleri alır, yeni parçaları dikilmek üzere sayıp bırakır ve giderdi. O gün,  o evin,  keyifli bir günü olurdu. Görev tamamlanmış ve eve para gelmişti. 

Hep böyle geçti çocukluğum. Kumaşlar ve dikiş makinesi hayatımızda hep oldu o yıllarda. Teyzem dikiş dikmenin yanı sıra kış aylarında yün makinesi ile kazaklar, elbiseler işleyerek evin bütçesine destek olurdu.  Kış gecelerinin soba önü anıları, işlenen kazakların üzerine simli parlak ipliklerle çiçekler, motifler dikilen anıları ile doludur.  Tüm bunlar, evin günlük işleri arasına giren rutinlerdi. Ve iç içe geçmiş diğerleri. Evin temizliği, yemeğin zamanında pişmiş olması, çamaşır, ütü... Bunlar ne zaman olur, ne zaman makine önüne oturulur hiç farkında değilim. Okuldan geldiğimde yemek sıcacık hazır ve sofra kurulmuş olurdu. Abilerim, annem, nenem, teyzem hep beraber sofraya oturur yemek sonrasında da herkes işinin başına dönerdi. Evde hiçbir şey aksamaz ama bunların yapılmış olması takdir de, eleştiri de almazdı. Yapılanlar, yapılması zorunlu görevler olarak algılanırdı. Eleştiri ve takdirin evin gündeminde olmaması, bunları bekleyen bir otorite figürünün evde bulunmamasından kaynaklanıyordu. Nenem evdeki tek otorite merkeziydi. Çocukluk döneminin özellikle yemek beğenmeme ile şekillenen kaprisleri, bu otoritenin sıcak sevecen bakışları arasında erir giderdi.

Bazı geceler aile ziyaretine gittiğimiz yengemlerin evi de bizimkinden farklı değildi. O dönemlerin en yaygın ev içi işçiliği olan evde dikiş dikme orada da vardı. Evde dikiş işini yöneten İrfan Nadir’in dağıtımcıları evleri gezer ve belli sayıda parça verip teslim tarihi konusunda anlaşır; anlaşılan tarihte de gidip dikilenleri teslim alırdı.  Bazı dönemlerde ev tüllü gelinliklerle dolardı. Ve renk renk, boncuklu, dantelli küçük çocuk gelinlikleri...  Nenem bana bakıp gülerdi. İçim kaynar, erirdim o gelinliklere baktıkça. Masallardan fırlamış prenses kıyafetleri. Benim olsalar, bir dolap doldursam onlardan… “Arap memleketine gidecek bunlar” derdi nenem. Masallarla süslenmiş bu elbiselere baktıkça zengin insanlar, süslü şatolar geçerdi aklımdan. Arap memleketlerinde prensesler yaşar diye düşünürdüm. Alaaddin ve Sihirli Lambası, Binbir Gece Masalları... Prensesler,  gelinlikler, masallar… Bir bütün gibi gerçek olurdu hayallerimde.

Dikiş dikilen bir evde büyüdüğüm halde, dikiş makinesinin önüne hiç oturmadım. Hızla kumaşa girip çıkan o iğnenin hep elime batacağından korkardım. Bu korkuyu hala yenebilmiş değilim. Evimizin ekmek kazancını, işkence makinesi olarak kapkara demir yığını diye büyütürdüm gözümde. Hiçbir zaman makine önüne oturamayışım,  aile içinde eğlence konusu olmuştur. Saatlerce kitap okur, ders çalışırdım. Şimdilerde bu halim makinenin önüne oturmama yolu muydu diye düşünüyorum. Belki de bilinçaltında para kazanma yolunun ya bu evdeki gibi bir iş, ya da eğitimden geçtiğini düşünüp kitaplara mı gömülmüştüm acaba?  İğne korkusu, kitap kurdu… İlginç bir bağlantı oldu galiba. Dikiş makinesinin önüne oturmamak, evdeki el ayak işlerinin tapusunu almak sayılmıştı benim için. Zaman,  iplik kesme görevi yerine, yerdeki iplikleri süpürme görevine geçirdi beni. O işi yaparken de kendime küçük bir çırak bulmuştum. Küçük kardeşimi halıya oturtur, emekleye emekleye yere dağılan iplik parçalarını toplamasını, bir oyun olarak kavratırdım ona. 

Lise yıllarımda yaz tatili için nenemle İngiltere’ye gitmiştik. Her Kıbrıslının olduğu gibi bizim de İngiltere’de akrabalarımız vardı. Bir süre önce İngiltere’ye gitmiş, orda evlenip çocuk sahibi olmuş, ancak İngilizceyi pek de iyi konuşamayan bir akrabamızın evinde misafir olduk bir süre. Onun anlattıkları bana çok tanıdık gelmişti. Kocası uzun saatler evde olmuyordu. Çevresinde tanıdığı kimseler de yoktu. Küçük bir çocukla evde tek başına. Kıbrıs’ta Nadirler eliyle yürütülen parça dikim işi o yıllarda İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı Türkler arasında daha yaygın bir şekilde yapılıyordu.  O akrabamız da evde dikiş dikmeye başlamış ve O da hem ev işlerinin hem de aile bütçesine katkının yolunu seçmişti.  Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan Kıbrıslıların çalışma yaşamına katılma örneği. Adamızın insanın mı, yoksa o dönemde dünyanın farklı yerlerinde de uygulanan yaygın bir ekonomi alanı mı bilmiyorum. Ancak hatırlama sürecime baskı yaptıkça sadece bizim evde ve Londra’da kaldığımız evde değil,  o yaşam kesitinde çok daha geniş bir alana yayılmış bir iş sahasından bahsediyorum aslında.  Mahalledeki diğer evlerin de durumu pek farklı değildi.

Evimizde erkek bir çalışanın olmamasının getirdiği bir seferberlik hali vardı ve ev halkının ortak çabasıyla dikiş ve örgü paraları evin ekonomik çarklarını çalıştırıyordu. Komşu evlerden tek farkımız belki de erkek çalışan eksikliğiydi. Komşu evlerde evin ekonomik yükünü çeken bir erkek figürü görünse de, ev hanımı olarak kendini evine adamış, emeğini esirgemeden gününü geçiren, o zamanlarda kucaklarında büyüdüğüm sevgili komşu teyzelerimin birer kalifiye tüccar ve organizatör olduklarını ve en azından o zaman dilimi içinde evin önemli bir ekonomik figürü olduklarını bugüne kadar hiç düşünmemişim aslında… Kocası dağıtımcı olan yan komşumuz geceler boyu evin bir odasında kahve pişirip paketler, diğer bir komşumuz, sürüş öğretmeni olan kocasının öğrenci programını ayarlayıp telefonlara bakar, düzenlemeler yapardı. Güne hep sabah kahvesi ile başlanır, kahve sohbetlerinde günün pişecek yemeklerinden başlanarak yapılacak işler sıralanırdı. Günü programladıklarında belki de sabahın kahve molası dışında boş oturacakları zamanları kalmıyordu ama bu bile yüzlerindeki gülümsemeyi eksiltmiyordu. Çocukluk yıllarım boyunca onların aynı tempoyu azaltmadan ve bıkmadan yaşadıklarını hatırlarım. Kendi dünyalarının bir gereği olarak gördükleri ve tamamlanmaması diye bir ihtimalin olmadığı görevlerini,  her ne olursa olsun başarıp tamamlarlardı.

Çoğu zaman yan komşunun bahçesinde, oyun oynayıp çikolata yerken küçücük yaşımla ve bir o kadar da küçük dünya bakışımla düşünebildiğim en zor şey, büyümekle hayatımın çok zorlaşacağıydı. Hangi konuda mı? Çikolata konusunda… Etrafımda hiç çikolata yiyen bir büyük görmemiştim o günlerde. Büyüme kurallarından birinin çikolata yemeyi bırakmak olduğunu düşünür üzülürdüm. Cesur olmak, güçlü, iradeli olmak ve hayatın bu kuralına zamanı gelince uymak gerekiyordu. Büyümek güzeldi ve büyümek fedakârlık gerektiriyordu.  O yıllarda her ne kadar büyümeyi istiyorsaydım da,   bana çikolata verilmesi daha büyümediğimin bir ölçeğiydi benim için. Her ikisini de istiyordum ben… Hem büyümeyi hem çikolata yemeyi…

 Evinde üretip kendini sadece yaşadığı yerle sınırlayan ve bu daracık alanda kendine bir hayat kuran kadın için bu yükün ne kadar ağır olduğunu çocuk gözümle anlayıp algılayabilmem mümkün değildi.  Aradan yıllara geçti ve ben geriye dönüp baktığımda nenem ve teyzem odaklı sadece öpülecek eller getirebiliyorum artık aklıma.
Annem öğretmendi. Yaptığı iş evin dışındaydı ve görünürdü.  Ve bu O’na çalışan ve çalışırken evini de döndürebilen bir kadın olarak hem de saygı hem de takdir kazandırıyordu.  Peki, ama evde çalışan nenem? Teyzem? Daha az mı çalışıyorlardı yoksa daha mı az yoruluyorlardı? Tam aksine hem daha uzun iş saatleri ve daha yoğun emek gerektiren bir iş alanı idi onlarınki. Başlayış ve bitiş saati belli olmayan gücün yettiğince dikiş ve örgü makineleri önünde geçen zaman. Ne kadar fazla üretiyorsan, ne kadar fazla zaman harcarsan o kadar fazla kazanacağın bir iş alanı. 

“Ev hanımı” olmanın dışında da çalışacağı bir iş alanına sahip olan kadın konusundaki saygı algısı o dönemlerde toplumsal bir algı olarak göze çarpıyordu. Küçük yaşıma rağmen annem, nenem ve teyzem konusunda oluşan algı beni rahatsız ediyordu. Bugün de ediyor. Ev işleriyle uğraşan,  yorulan, yıpranan ve buna rağmen yaptığı işin zaten yapılması gereken bir zorunlulukmuş gibi üzerine yüklendiği bir durumda yaşayan kadınlar, doğaladır ki çok büyük haksızlığa uğruyor.  “Ev işi” olarak nitelendirilen her türlü ev emeğinin, bir evde yaşayan bütün bireyler tarafında ortak sorumlulukla yürütülmesi gerekirken, bütün bu işleri evin bir bireyine ve genellikle kadına yüklemek kabul edilebilecek bir davranış biçimi değildir ve bu beklentinin kökeninde ne yazık ki eğitim sisteminin çarpıklığından kaynaklanan öğrenilmiş davranış kalıpları vardır.

Benim tıkır tıkır çalışan makine sesleri arasında geçen çocukluğumdan bugüne taşıdığım yaşanmışlıklarım bugünkü bakışımı elbette etkiledi.  Bugün artık daha farklı koşullarda yaşıyoruz.  Kadınların önemli bir bölümü artık sadece evlerinde değil dışarıda da çalışıyor.  Yalnız değişmeyen gerçek, öğrenilmiş davranışlarının değişmediği gerçeğidir. Bu da bizi eğitim sistemimizde de bir arpa boyu yol almadığımız gerçeğine taşıyor. Hala daha çalışan bir kadının evde harcadığı emeğin yok sayıldığı veya yapılması gereken zorunlu bir yurt ödevi gibi görüldüğü gerçeği yüzümüze çarpıyor.

Toplumsal cinsiyet dediğimiz rollerin getirdiği kalıplaşmış yüklerden sıyrılıp, adil bir işbölümünü hayatımıza sokabilmeyi başarabilmek için öğrenilmiş davranış biçimlerimizin değişmesi sağlıklı bir toplum istiyorsak kaçınılmaz bir zorunluluktur.  Bunun yaşı yoktur ancak küçük yaştan başlayarak okul programlarında yapacağımız değişikliklerle gelecek adına da sağlıklı adımlar atmamız mümkündür. Yoksa sadece erkeklerin askerlik için kullandıkları bir hak olarak gündemde yer bulan vicdani ret hakkının “ev işleri” için kadınlar tarafında da kullanılacağı günler yakındır.

Bu haber toplam 1637 defa okunmuştur
Gaile 255. Sayısı

Gaile 255. Sayısı