TOKSİK BİR ÇAĞ AĞIT
Bir kez miden bulandığında kusmadıkça rahatlayamıyorsun ya, stres ve üzüntü de öyle. Vücudunda oluşan toksini atmak için ağlaman gerek belki de. Çoğu zaman ağlayamıyoruz ama. Yanlış anlaşılacak diye içimize atıyoruz. Bir de ağlamaların çeşmesi açıldı mı durmuyor çoğu zaman. Çağrışımlarla açılan bellek odalarından geçmişteki zehir kutuları boşalmaya başlıyor. Ağlamak, zayıflık, çaresizlik gibi algılanıyor. Bu nedenle kaçınıyoruz ondan en çok da. Sürekli kırılganlıklarımızı gizlemek, başkalarına iyi ve makul görünmek zorundayız. Kamusal alanın kural ve kodları bunu dayatıyor. Fiziksel bir hastalığımız olduğunda bir köşeye çekilmek, tedavi görmek için bahanemiz var. Ayağımız kırılsa diyelim ki, görüntümüz başkalarını yardıma çağırıyor. Birisi destek olmak için kolumuza girebiliyor. Kalbimizin ne kadar kırık, ruhumuzun ne denli yaralı olduğu görünmüyor ama. Bir zayıflık belirtisi göstermeye görelim bir anda iştahı kabarıveriyor eşikte pusu kurmuş kötülüğün.
Toplum böyle olunca kendine duygusal güvenlik alanları aramaya başlıyor insan. Aile, sevgili, evlilik sözde bunun için gerekli. Dışarılarda hırpalansan bile sığınacağın alanlar olarak görünüyor bunlar. Öyle dizayn edilmişler. Oysa en büyük toksin buralarda oluşabiliyor. Kişilikler paramparça ediliyor, ruhlar ağır yaralanıyor. Güvenlik ihtiyacı özgürlüğe set çekiyor. Toplumun esas bunu görmemesi gerekiyor. Kutsal aile dört duvar arasına gizliyor günahlarını. Kol kırılıp yen içinde kalıyor. Özelini öyle uluorta açmak bir zayıflık belirtisi olarak görülüyor zaten. Kurban psikolojisi ve mağduriyetin sana bir marka olarak takılması daha da beter.
Her hayatın kendi zorluğu var. Şimdilerde özel hayatların bir kurgu içinde ortaya saçıldığı bir dönemdeyiz. Zayıflık, taciz değil de bir ihtişam en çok sergilenen. Başkalarına nispet yapılan birer gösteriye dönüşebiliyor özel hayatlar. Zenginlikler, diplomalar, dolce vitalar, çılgın eğlence anları sosyal medyayı sallıyor.
Bir yanda derin yoksulluk diğer yanda saçlara bigudi olarak sarılan yüz dolarlar. Bir yanda kirasını ödeme zorluğu diğer yanda dekorasyon harikası villalar. Bir yanda otobüste insan konservesi olmak diğer yanda süper lüks arabalar. Bir yanda bir kabusa dönüşen evlilikler, diğer yanda muhteşemlikte birbiriyle yarışan yıldönümü kutlamaları. En hazini ise bütün bunların şu veya bu biçimde sahip olunması zorunlu hale gelen bir küçük aletle tanık olunabilecek durumda olması.
Değişim o denli hızlı ki geride kalanlar daha da geriye düşüyor sürekli. En tepedekiler yerin dibine de girebiliyor bir anda.
Ruhsal olan bedeni sarsıyor en çok. Ruhun biriktirdiği toksinle zehirleniyor bedenler. Ruhu ve bedeni iyileştirmenin de bir endüstrisi oluşmuş. Diyetisyenler, terapistler, yoga okulları, her derde deva kişisel gelişim kitapları ve atölyeleri artık büyük bir endüstri. Her şey hızla demode oluyor ama. Pazara hep yepyeni bir hizmet, yepyeni bir ürün çıkmak zorunda.
Kim bilir belki de bir alana toplanıp hıçkıra hıçkıra ağlayabilmeliyiz içinde yaşadığımız bu distopya için. Gözyaşlarımızın nehrinde bir sala tutunup başka bir hayata yol alabiliriz belki. Toksik bir çağa ağıt yakarak onu aşmaya çalışabiliriz.
Her şey kötü değil elbette, bir yerlerde bazı gül bahçeleri var. Hangi dağın ardında olduğunu bilmesek de güzel günler mevcut belki de bir yerlerde.
Çocuklar nasıl bir dünya devralacaklar bilemiyoruz henüz. Şair en güzel günlerin henüz yaşamadıklarımız olduğunu söylerken “tarihsel iyimserlik” teorisinin etkisi altındaydı besbelli. Bizlerin hayatı tarih içinde mini minnacık bir dilim aslına bakılırsa.
En iyisi güzel olan şeylere tutunmak belki de. Güzellikleri korumak ve çoğaltmayı misyon edinmek kendine. Birine sevgi vermek, birilerini gülümsetmek, bir ağaç dikmek, yaralı bir ruha merhem olabilmek.