“Toplu mezardan annem, kardeşim, nenem, dayım, yeğenlerim ve öğrencilerim çıktı…”
Annesini, kardeşini, ninesini, dayısını, yeğenleri ve öğrencilerini EOKA-B’nin Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamında kaybeden Aysel Soykara, yaşadıklarını TAK Ajansı’na anlattı…
Fehmi GÜRDALLI - TAK
“17 Ağustos’ta köye dönebildik. Geldik ve düştük yangının içine. Çektiğim acı anlatılamaz. Bir ben bir de Allahım bilir. Kimseler yok, evler virane perişan. Avluları dolandım kimse yok. Annemin yatağına girdim. İçimden öyle geldi, gireyim da kokusunu alayım. Gerçekten kokusu içindeydi yatağının. Girdim yattım, çektim kokusunu. Hala daha o koku burnumdadır.”
Muratağa’da 14 Ağustos’daki katliamda 45 yaşındaki annesi Rasime Osman’ı, 15 yaşındaki kız kardeşi Sezay Osman’ı, nenesini, dayısını, yeğenlerini ve öğrencilerini kaybetti Aysel Soykara.
Kendi ise, Makarios’a karşı 15 Temmuz’da yapılan darbeden birkaç gün sonra, Mağusa’ya gitmesi için ısrar eden eniştesi sayesinde hayatta.
Hayatta ama yaşadıkları, dinledikleri, gördükleri 46 yıldır onun için büyük bir acı olmaya devam ediyor.
Her yıl düzenlenen anma törenleri dışında hala Muratağa’ya gitmek, yaşadıkları evi görmek istemiyor.
1974 yazında 24 yaşında olan Aysel Soykara, bugün emekli bir öğretmen olarak Topçuköy’de yaşıyor.
Aysel Soykara, katliamın 46’ıncı yıldönümünde Türk Ajansı Kıbrıs’a (TAK), yaşadıklarını anlattı.
Soykara, “yaşananlar bir soykırımdır, başka açıklaması yok” dedi.
“DİKEN ÜSTÜNDEYDİK”
“Biz 1974’ten önce de her zaman diken üstündeydik” diyen Aysel Soykara, 1974 öncesinde de bölgede bazı olaylar yaşandığını, 1958’de Atlılarda ovada hayvan otlatan 3 Kıbrıslı Türk’ün Rumlar tarafından öldürüldüğünü, 1964’te ise eniştesinin oğluyla birlikte esir alınarak sorguya çekildiğini ve kendilerine eziyet yapıldığını aktardı.
Soykara, 8 Ağustos’ta Erenköy bombardımanı sonrasında Rumların korkarak eniştesini ve oğlunu bıraktığını, ancak yüzüne aldığı darbelerden gözlerine kan oturan eniştesinin, bu olaydan sonra ailesini de alarak Muratağa’yı terkettiğini ve Mağusa’ya taşındığını hatırlıyor.
Ve ekliyor “Keşke biz de gitseydik. O dönemde ben babacığıma söyledim. Biz de gidelim kaçalım. Rahmetlik anacığım, ‘biz kasabada ne yapacağız. Bizim işimiz hayvanclık’ dedi.
Aysel Soykara, İstanbul’daki eğitimini tamamlayıp döndükten sonra, Muratağa okulunda öğretmenliğe başlamıştı ve Haziran ayında öğrencilerine karnelerini dağıtmıştı. Yaklaşık ikibuçuk ay sonra, o öğrencilerin çoğunun katliam çukurundan çıkarılışına da tanıklık edecekti.
Muratağa’da yaşayan Kıbrıslı Türklerin 1974’ün sıcak yaz günlerindeki yaşamı, 15 Temmuz’da Makarios’a karşı yapılan darbeyle, birden bire değişecekti.
“15 Temmuz öncesi ben Haziran’da öğrencilerimin karnelerini verdim ve okulları tatil ettik. Aileler herkes kendi işindeydi, tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylülerin hasadını satmaya çalıştığı bir dönemdi. 1974 yazında, 15 Temmuz’dan 1gün önce, Mağusa’da yaşayan ablam eniştemle köye geldi ve 3 çocuğuyla köyde kaldı. Eniştem Mağusa’ya döndü. Pazartesiyi o gün. Biz bir olay beklemiyorduk. 15 Temmuz’da bir gün sonra, Salı günü, saat 10 sularında radyolardan duyduk, Makarios’a darbe düzenlendiğini. Makarios’a darbe düzenlendiğine ilişkin yayınlar yapılıyordu. Köyün yolundan Rum askerleri geçip gitmeye başladı. Bazı Rumların köyün içinde koşuştuğunu, bazılarının babutsalıkların içine saklanmaya çalıştığını gördüm. Meğer onların da EOKA-A EOKA-B davası var, bunlar birbirlerini öldürür. Bir değişik durum.”
Mağusa'dan köye gelen ablasının korktuğunu ve “keşke kalmasaydık, biz de Mağusa’ya dönseydik” dediğini kaydeden Aysel Soykara, annesininse onları yatıştırmak için “korkmayın bize bir şey yapmazlar şimdi annem, önce büyük yerleri halledecekler sonra bize gelsinler” karşılığını verdiğini anımsıyor.
“Ama korkmuştuk doğrusu” diyen Soykara, 15 Temmuz’da yolların da kapandığını ve köye giden gelen olmadığını kaydediyor.
“GİT EVLADIM”
17 Temmuz 1974 ise, Aysel Soykara’nın yaşamında derin izler bırakan bir başka tarih olacaktı.
Mağusa’daki eniştesi, ablası ve çocuklarını almak için gizlice köye gelmişti. O da onlarla birlikte Mağusa’ya gidecek, ancak gözü arkada kalacaktı.
“17 Temmuz’da ansızın koşa koşa eniştem geldi. Rumları gördü ve şüphe uyandırmasın diye kestirmeden geldi. Ablama dedi ‘geldim size almaya. Hade hemen, toparlan gidiyoruz’. Sonra annem yaklaştı ‘ne olacak oğlum?’ dedi enişteme. “Anne” dedi, ‘çok büyük savaş olacak, kendinize göre yer bulasınız saklanasınız. Kalmayasınız” dedi “böyle evin içinde…”
Ablasıyla birlikte, o dönem Mağusa’ya nişanlanan kız kardeşlerinden Gülay’ın da gitmek için hazırlanmaya başladığını söyleyen Aysel Soykara, eniştesiyle konuşmasının da etkisiyle annesinin korktuğunu ve paniklediğini, ne yapacağını şaşırdığını anımsıyor
“Değişik bir korkuydu. Ben baktım anneme, dedim gitmeyeceğim, kalacağıma annemle. Ne olursa olsun…
Onlar hazırlandılar kapının önünden indiler, atladılar arabaya. Sürdüler arabayı. Rahmetlik eniştem arabanın önünde otururdu. Biraz gittikten sonra durdu, uzandı arkaya böyle eliyle da işaret eder bana, ‘sen da gel, sen da gel’ diye.
Ben dururum, hiçbir şey yapmam bakarım. Arabayı geri verdiler. Geri geri geldiler. ‘Atla’ dedi eniştem gidelim. O anda ne yapacağımı şaşırdım. Gitsem mi kalsam mı? O anda rahmetlik anacığım ‘git evladım. Git bakalım da ne olacak. Git da birkaç güne gelirsiniz’ dedi. Tam bu şekilde.
Ben de bindim arabaya. Arkadan benim küçüğüm kardeşim Sezay, 15 yaşında, attı kendini evin kapının içine ve tepinir. Ben de gideceğim, ‘ben de gideceğim ablalarımınan’ der. Rahmetli anacağım tuttu, ‘sen olsun kal beniminan bana can yoldaşı ol’ dedi. O şekilde ayrıldık ve gittik Mağusa’ya 17 Temmuz 1974’te. O ayrılıktan sonra o köye ne gidesim ne dolaşasım ne o eve giresim gelir. Oralarda yaşayamam.”
“HABERSİZ GEÇEN BİR AY”
Aysel Soykara, 20 Temmuz sabahı Rauf Denktaş’ın radyodan yaptığı ve Türkiye’nin 1974 Harekatı’nın başladığını duyurduğu konuşmasını Mağusa’da dinledi. Soykara, Denktaş’ın konuşmasını, “kimse köyünden yerinden ayrılmasın, Kıbrıs’ın dört bir yanına çıkarma yapılıyor’ sözlerini dün gibi hatırladığını ifade ediyor.
Mağusa’da 20 Temmuz sabahı erken saatlerde herkesin sığınaklara götürüldüğünü anlatan Soykara, ablasının evinin de surlar içinde olduğunu ve birkaç şişe su, ekmek ve çocuklara birkaç paket bisküvi alarak sığınaklara gittiklerini belirtiyor. “Venediklilerden kalma çok sayıda sığınak vardı” diyen Soykara, 20-22 Temmuz arası devam eden çatışmaların şiddetini “Havan toplarıyla o kadar dövdüler ki çıktığımızda taş taş üzerinde bulamayacağımızı sandık” sözleriyle özetliyor.
Günlerce Muratağa’dan haber alamayan Aysel Soykara, 25 Temmuz’da babasının esir alınarak Mağusa’ya getirildiğini öğreniyor.
“22 Temmuz’dan sonra ateşkes oldu. Mağusa’nın dış kısmında kalanların kimisi esir kimisi şehit oldu. 22 Temmuz’dan 3 gün sonra dediler bize, “Mağusa Türk Gücü’nün top sahasında babanız esirdir”. Ablamın evi sahaya yakındı. Gittik koştuk, babamızı gerçekten bulduk. Köyden birkaç kişi daha vardı. Halamın kocası da vardı eniştemiz beraberinde, onu da aldık. Geldik, babam anlattı işte “20 Temmuz günü geldiler, otobüslerle bütün köyün insanını aldılar, Alaniçi’nin (Piperistorana) ilkokuluna esir götürdüler. Bütün gün orda tuttular.”
O esirlerin içinden 3 kişiyi ayırdılar. Biri dayım Rüstem Akansoy, bir tanesi Sandallarlı Mehmet dayı, bir tanesi de köyden Arif dayı. Bahçelerin ağaçlıkların içine götürdüler. Dipçiklerle vurdular. Öldürmekti niyetleri. Tam o sırada uçaklar geçti alçaktan. Askerler yere yatmışlar. Saklandılar. Sonra demişler ‘Hade gidin geri’. Gittikten sonra geri dayımlar ilkokula, bir Rum komutan gelmiş demiş ‘ister misiniz Karaol’a götürelim sizi’. Erkeklere dediler. Dayım demiş ‘kabul edin gidelim en azından kayda geçelim de durumu BM’ye bildiririk.” Tekrar arabaya doldurmuşlar akşamüzeri. Erkekleri Karaol’a (Gülseren) Mağusa’ya götürmüşler, kadın ve çocukları da köye tekrar. 25 Temmuz gibi. Onlar içinde annem kız kardeşim, nenem da vardı. O günden sonra köyden hiçbir haber alınmadı. Babam Mağusa’da bizimleydi. Ama köyden hiçbir haber alamıyorduk.”
KATLİAM GÜNÜ
O arada bir grup daha esirin köye bırakıldığını aktarıyor Aysel Soykara. Bunlar arasında dayısı, köyün imamı da olan amcası Hasan Nihat ve çoban olan Kemal amcası da vardı.
14 Ağustosta 2. Harekat’ın başlamasının ardından Türk askerleri 15 Ağustos’ta Serdarlı, 16 Ağustos’taysa Muratağa’ya ulaştı. O yıllarda Sütlüce’de öğretmen olan bir eniştesi de askerlerle birlikte Muratağa’ya girmiş, ancak kapıları kırılmış evler, ve bomboş bir köyle karşılaşmıştı.
“16 Ağustos’ta Mağusa’nın kurtuluşu oldu. Bu eniştem geldi askerlerle Mağusa’ya bir gün sonra ve bize “gittim köye, kimse yok, kimseyi bulamadım” dedi. Babam da bizimleydi ve ona “köye dönmemiz lazım” dedi. Bu haftalar sonra, 17 Ağustos’ta köyle ilgili aldığımız ilk haber oldu.”
Önce babası ve enişteleri Muratağa’ya gitti, birkaç gün sonra da Aysel Soykara ve Mağusa’daki diğer kardeşlerini köye getirttiler.
“ANNEMİN YATAĞINA GİRİP KOKUSUNU İÇİME ÇEKTİM. O KOKU HALA BURNUMDADIR”
Muratağa’ya döndüklerinde yaşanan felaketle onlar da karşı karşıya kaldı. Gerisini, katliamdan kurtulanlardan dinleyeceklerdi.
“Köye gelmez olaydık… Geldik düştük yangının içine...
Ne anlatılır, ne yaşanır. Allah kimseye yaşatmasın o gün çektiğim acıyı. Bir ben bilirim bir da Allahım bilir. Anacığımı aradım, yok. Kimseler yok evler perişan virane, gezdim o avluları dolandım, yok. Kimse yok.
Annemin yattağına girdim. İçimden öyle geldi, gireyim da kokusunu alayım. Gerçekten kokusu içindeydi yatağının. Kalmış. Girdim yattım çektim kokusunu. Hala daha o koku burnumdadır.”
Aysel Soykara, 14 Ağustos sabahı, çoban olan amcasının, Cenevre’de anlaşma olmadığını radyodan dinlediğini, savaşın tekrar başlayacağını tahmin ederek karısı ve torunuyla birlikte yeni bulunan ve kimsenin bilmediği, yolun hemen yanındaki bir mağaraya saklandığını ve böylece kurtulduğunu aktarıyor.
Ancak köylülerin çoğu o kadar şanslı değildi.
“Rahmetlik anacığım o sabah haber dinlemedi herhalde. Sabahtan kalkmış keçilerini sağıp sütünü mayalamış. Hayvanların içinde dolanırmış. Bu söylediğim amcamla bizim ev duvar ayırırdı. Amcam karısı ve torunuyla erzaklarıyla radyolarıyla saklanmaya gitmişler. Anneme demiş ‘gelin bugün hayvanları salıverme gün değil bugün evde kalacayık bakalım ne olacak.’ Sonradan anladığımız, anacığım da kendi evinden çıktı ve karşıda dayımın evine gitmeye çalıştı. Ama Rumlar gelmiş otobüsle köye. Rahmetlik annem yetiştirememiş eve girsin. Kurtulanlar söyledi bana daha sonra, diğer amcamın çocukları. Rahmetlin anneciğimin terlikleri evin kapısının önünde kalmış. Apar topar samanlıkların içine girmişler ama Rumlar hepsini toplamışlar. Mağarada saklanan amcam her şeyi duymuş. Rumlar insanları toplarken çocuklar kaçışırmış. Korkmayın derlermiş çocuklara “nefase, nefase” derlermiş Rumca.”
Kurtulanlardan biri de Aysel Soykara’nın imam olan amcası Hasan Nihat’tı. Hasan Nihat samanlığa girip kafasına bir kutu geçirerek, çocukları da çamurdan yapılmış kilerlerin (pilin) içine saklanarak ve Rumların tuzağına aldanmayarak hayatta kalmayı başarmışlardı.
“Köyün bir Ayşe genablası vardı, büyük amcamızın karısı. Koymuşlar Rumlar ve çağırtmışlar amcama “a Hasan efendi çık, bak biz bindik otobüse bir şey yok. Çıkın” diye kaç ses çağırtmışlar. Çıkmadılar tabii. Çıkmayınca vurup kapıyı kırmışlar ve girmişler içeri. Bir şey alıp pilinin içine fırlatmışlar ama çocuklar ses çıkarmamış. Baktılar biri yok bıraktılar ve gittiler.
Sonra otobüslere bindiler ve götürdüler şu an katliam çukurunun olduğu yere. Apar topar acele indirdiler. Silah seslerini amcam duydu. Dozerlerle yarım yamalak çöp yığının içine gömdüler ve örttüler. Yaktılar da kendilerini. Bunları dinledik biz döndükten sonra.”
KATLİAM ÇUKURUNUN İZLERİ
Sonraki günlerde Mağusa’dan gelen köylüler, Aysel Soykara’nın dayısı Hüseyin Akansoy, amcaları ve babası günler süren aramalar sonunda dozer izlerini buldular.
Günlerdir duydukları ama inanmak istemedikleri şüphe doğrulanmış, yakınlarını herhangi bir yerde sağ bulma umudu, yerini büyük bir acıya bırakmıştı.
“Dozer izlerini ve eştiklerinde toplu mezarı buldular. Ağustos 28 gibi falan olması lazım. Askere haber verdiler askerler geldi. Toplu mezar tespit edildi ve kazmaya başladılar.”
“TOPLU MEZARDAN ANNEM, KARDEŞİM, NENEM, DAYIM, YEĞENLERİM VE ÖĞRENCİLERİM ÇIKTI”
Kazı başlayıp şehit düşenler çıkarılmaya başladığında, oradakilerin ağlamalarından askerlerin çalışamaz duruma geldiğini ve komutanların kendilerini oradan uzaklaştırdıklarını aktarıyor Aysel Soykara.
Kazının üçüncü gününde bağrına taş basarak sessiz duracağı sözü vererek komutandan kazıyı izlemek için izin aldığını, o gün annesinin ve kardeşinin de çıkarılışına tanıklık ettiğini anlatıyor Aysel Soykara.
“Çıkardıklarını sıralıyorlardı. Çoluk çocuğun elleri bağlıydı birbirine. Kaçmasınlar diye bağladılar herhalde. İki gün oralarda duramadık. Ağla ağla bağır bağır. Askerler bizi geri yollattı ağlardık ve etkilenirler çalışamazlar diye. Üçüncü gün gittik yine. Ben dedim oradaki komutana ‘bugün beni bırakın ağlamayacağım. Bırakın göreyim, ağlamayacağım. Kazmaya başladılar ve bizimkileri çıkardılar.
Rahmetlik anneciğimin elbisesini gördüm. O elbiseyi kızkardeşim birkaç günün içinde dikmişti. Yazlık elbise. Hiç gözümün önünden gitmez. Lacivert, beyaz, kırmızı desenli bir kumaş. Yemenisi başında.
Çukur bulunana kadar bir yerdedirler ve sağ salim bulacağız diye bir umudum vardı. Ama katliam çukuru tespit edilince umutlarım bitti.
O gün annemin yanısıra kız kardeşimi, nenemi, dayımın çocuklarını gördüm. Onları da çıkardılar. Kız kardeşimim üstünde de yeşil bir pantolon vardı.
Öğrencilerim de hep çıktı tabii. Ben öğrencilerime de evlatlarım diye ağlarım…”
“ANACIĞIMA DOYAMADIM”
1974’te 24 yaşında olan Aysel Soykara, İstanbul’daki 4 yıllık üniversite eğitiminin ardından döndükten sonra annesine doyamadan onu kaybettiğini söylüyor.
“24 yaşındaydım, bekardım, üniversiteden yeni mezun oldum gelmiştim, aile hasreti içindeydim 4 sene. Biz senede bir gelebilirdik ancak. Bugünkü gibi imkanlar yoktu. Onun için çok hasretidim aileme anacığıma. Doymadım. Sevinmedi. Besledi büyüttü bizi, ezildi elendi, göremedi. 5 kardeştik dördümüz hayatta. En küçük kardeşim ve annem katledildi. Babamı da 2000 yılında kaybettik.
Yani insanın anasını bu şekilde kaybetmesi öyle korkunç ki anlatılmaz. Allah kimseye yaşatmasın kaybolduğunu öğrenmek, öldüğünü öğrenmek. Ölüm çukurlarından cesedini bulmak çıkarmak görmek. Tarif edilemez bir acı.”
GELİNLİK GİYMEDİ, KIZ KARDEŞİNİN ADINI İLK ÇOCUĞUNA VERDİ
Aysel Soykara, katliamdan kurtulanların ve kayıplarıyla büyük bir travma geçirenlerin yeterli desteği ve ilgiyi görmediğini de düşünüyor.
“Ne bir psikolog, ne bir doktor, ne bir danışman gördük. Ne de bir büyük gördük. Çok ağır bir travma. Allahın vediği bir güç, başka bir şey diyemeyeceğim. Tekrar geride kalan kardeşler birbirimize dayandık. Herkes aynı dert, herkes yaralı. Seneler geçti biz mamırlayana kadar. Ben 15 sene düğün derneğe katılmadım. Ben evlenirken gelinlik giymedim, düğün yapmadım. Ben hala daha anamın acısını taşırım. Taşkınlık yapamam, acayibime gider, ruhum Kabul etmez yani bunları. Kızma kardeşimin adını koydum…”
“BARIŞ GÜCÜ ASKERİNİN YAKASINA SARILDIM, NASIL KORUYAMADINIZ DEDİM”
Katliam çukurunun başında o gün, Birleşmiş Milletler (BM) Barış Gücü’nün üst düzey bir subayının da bulunduğunu söylüyor Aysel Soykara. Ve yakasına nasıl sarıldığını anlatıyor.
“O gün BM Barış Gücü’nün üst düzey subayı da vardı. Ve ben gittim onun yakasına sarıldım onun. Dedim nasıl barış gücüsünüz siz? Saydım, ‘bu benim annem, be benim kardeşim, bu benim nenem, bu benim yeğenlerim. Bu benim dayım’. Hepsini gösterdim kendine. Dedim nasıl korumadınız? O öfkeyle yakasına sarıldım ve çekiştirdim. Dedim koruma sözü verdiniz ve böyle yaptılar.
O da ‘hayatımda böyle bir vahşet görmedim’ dedi. ‘Ben böyle bir vahşeti ilk defa görürüm’ dedi.
Yaşanan bir soykırımdır. Başka bir açıklaması yok.”
Aysel Soykara, yaşanan acıların, savaşların bir daha tekrarlanmamasını diliyor. “Rumlarla yan yana yaşayalım, ama içimize girmesinler, ben istemem” diyor.
“Bu acılar bir daha yaşanmasın. Bu acıları yaşamak, yani savaş kolay bir şey değil. Allah bir daha ne çocuklarımız ne torunlarımıza ne de neslimize yaşatmasın. Çünkü savaş çok acı bir şeydir. Rumlar bizimle anlamaya baksınlar. Bıraksınlar bizi, herkes yerli yerinde kalsın. Yan yana yaşayalım. Bu kadar basit. Bir daha içimize girmesinler. Biz göremeyiz yani. Ben Rum’un yüzünü göremem. Bu şehitler boşuna gitmedi. Her yerde şehit var. Bu insanlar göğsünü siper etti bu nesil rahat yaşasın diye.
(TAK Ajansı Haber Bülteni’nden – Fehmi GÜRDALLI – Fotoğraflar: Erol UYSAL – 13.8.2020)