1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Toplumsal Tasarımlar “Değişmez” midir?
Toplumsal Tasarımlar “Değişmez” midir?

Toplumsal Tasarımlar “Değişmez” midir?

Toplumsal Tasarımlar “Değişmez” midir?

A+A-

 

Meliz ERDEM
[email protected]

Genel olarak bilinç, olayların belli ölçüde "sistemleştirilmiş bütünüdür".(i) Diğer bir deyişle, bilinç, kişinin etrafında olan biteni fark etmesini sağlayan ve gerçekliğin farkına varma yetkisi şeklinde ortaya çıkan bir zihinsel süreçler toplamı olarak görülebilir. Bu durumda bilinç hem bireysel hem de toplumsal dünyanın gerçeğini anlama, gerektiğinde ona katılma ve onu değiştirmenin aracıdır.(ii) Bu ise, örneğin, dış çevreye bağlı olarak belli bir izlenim ve bilgi birikimine sahip olmamıza dayanır. Üzüntüler, sevinçler vs. hep bu bilinçle ilişkilidir. Toplumsal bilinç ise (ki bu benim en sevmediğim kısım) bireysel bilincin ötesindedir ve ne yazık ki genellikle bireysel bilinci yönlendirmektedir. Bireyi toplumla kaynaştırıp bütünleştiren duygular, değerler, sevinçler ve kaygılar, bireyin "toplumsal tasarımları"nı oluşturmaktadır. Toplumsal tasarımların belirli bir içeriği vardır ve bu içerik de durağan değildir; belli evrelerden/dönüşümlerden geçmektedir.(iii) Nitekim, hayatta bir durumdan bir başka duruma keskin ve kesin geçişlerin görülmediğinin söylenmesi de bununla ilgili olabilir.  Toplumsal tasarımların öncelikle içinde bulunulan ortam, toplumsal yapı, toplumsal doku gibi etmenlere dayalı olarak oluştuğu, daha sonra ise birbiri üzerine eklenmek suretiyle devam ettiği kabul edilirse, daha sonra oluşan yapıların bir önceki tasarımlarımızdan etkilendiğini söylemek de mümkün olur. Yani bu durumda temelde varolan sorunun varlığını hep hissettireceğinden söz edilebilecektir.(iv)

Biz de toplum olarak birçok evreden geçmiş olmamıza rağmen, "toplumsal tasarımlarımızın" içerik olarak belli bir noktadan sonra farklılaşmadığı ve/veya farklılaşmamaya başladığı söylenebilir.

Birçok konuda hiçbir ilerleme kaydetmeyişimizin, hatta birbirimize olan öfkemizin ve en basit tabiri ile "çekememezliğimizin" sebebi de bu yerinde sayma durumudur. Kısacası durum stabil olmakla birlikte, kesinlikle kontrol altında değildir. Bu durumda birçok komplikasyon da ortaya çıkmaktadır. Örneğin kimimizin salt kendi bilinci doğrultusunda davranamayışı ve başkalarınca değerlendirileceğini düşünerek kuralların emrine amade olması - yani toplumsal baskı - da hep bu öfke yüzündendir. Çünkü örneğin, toplumda varolan davranış biçimlerini, eğitim aracılığıyla öğrenilmiş olan eylem kalıpları olarak nitelersek ve bu kalıpların bireyin dışında varolmakla kalmayıp, bireyin isteğinden bağımsız olarak kendilerini bireye dayattığını söylersek, bu davranış biçimlerine uyulduğunda sorun doğmayacağını da söyleyebiliriz demektir. Ama bunlara uyulmazsa cezalandırma çarkı işlemeye başlayacak ve işte o zaman "toplumsal linçlerden linç, ölümlerden ölüm beğenin" kalıbı devreye girecektir.

Aykırı davranışımıza yönelik çığ da, adeta o dağda bir sesin yankılanmasının yarattığı etkiyle büyüyerek üzerimize gelmeye başlayacaktır. İşte toplumsal tasarımların içeriğine bağlı olarak ortaya çıkacak bu tür "karşı karşıya gelme durumları" bazen en azından gerçekte ve hâlen varolan bilincin olması gerektiği şekilde tezahür etmediğini, neden/nasıl değişemeyebileceğini ve bunun sonucunda da bir toplumun nasıl hep yerinde sayıyor olabileceğini de bize gösterebilecektir. 

Üniversitede bir hocamız bize belirli bir kitaptan bahsedip, "Bunu okudunuz mu?" diye sorduğunda ve kimseden ses çıkmadığında "Aaah aaahh..." diye iç çekip, "İşte bunlar hep 1980 darbesi yüzünden, çünkü okumanızı istemiyorlardı..." derdi. İşte her toplumun hayatında böyle bir dönüşüm evresi vardır ve hatta bu evreler genellikle birden fazladır. Hâliyle bizim "toplumumuz" için de böyle evreler bulunmaktadır. Bunlardan biri de adanın bölünüp de "tam anlamıyla" farklı ve ayrı bir hukuk sistemi içerisine girdiği dönem olan 1974 sonrasıdır denilebilir. Bu dönemdedir ki, kimsenin dilinden düşmeyen ve çoğunlukla da genelleme yapılarak toplumun hemen hemen tüm kesimlerini kapsayacak şekilde kullanılan "ganimet" kavramı hayatımıza girmiştir. Bu kavram, yansıttığı sistem bakımından bizim için bir "toplumsal tasarımdır" denilebilir. Nitekim, bu dönemde mülkiyetle ilgili olmak üzere "hak kavgalarının" durmak bilmediği, haksızlıkların büyük bir öfkeye neden olduğu, gerçekleşen yolsuzluk ve haksızlıklara işaret edenlerin de aynı taleplerde bulundukları, insanların farklı farklı haksızlıklar talep etmeye başladıkları ve "haksızlığın" bir çeşit "hakka" dönüştüğü belirtilmektedir. (v) İşte önceleri mülkiyet üzerine kurulan bu sistem, bir süre sonra farklı konularda kendini göstermeye başlamıştır. Örneğin erken emeklilik yasaları, yüksek emekli ikramiyeleri veya kıdem tazminatları, düşük faizli krediler, karşılıksız bağışlar, devlette iş, terfi, gereksiz sübvansiyonlar, gelişigüzel verilen kuraklık paraları gibi uygulamalar bu sisteme katkıda bulunan örnekler arasında sayılabilir.(vı) Bu nedenle,  ganimet kavramını, genelde kullanıldığı şekliyle sadece mülkiyet sorunu olarak değil, aslında "haksızlıkların hakka dönüştüğü" genel bir durumu ifade eder şekilde kullanmak yanlış olmayacaktır. İşte bizim bu toplumsal tasarımımız da bugüne dek pek çok alanda ve ne üzücüdür ki değişmeksizin süregelmiştir. O dönemlerden itibaren yöneticilere ve birbirimize olan güvenimiz sarsılmıştır ve bu durum halen devam etmektedir. Yine mülkiyetten bir örnekle devam edersek,  güneyde bıraktığı malın karşılığını alamayıp, güneyeki malından da feragat ederek puan alan bir vatandaşımız, "Şimdi ne yapacağım" diye sorduğu bir yetkilimizden "Üzerine bir bardak soğuk su iç" cevabını aldığını anlatmıştı. Tesadüfün de böylesi; yine mi SU... Her neyse bu su bahsini kapatalım...

Bu ve nice benzeri durumdan ötürü sarsılan "güven"in şu an aramızda olup olmadığı dahi şüpheli iken ve aslında yöneticilere güven ile yöneticilerin hatalarından sorumlu tutulabilmesi demokrasinin ayrılmaz bir parçası iken, bu dönüşüm evresinde özellikle bu güven ve sorumluluk kavramları yerine oturamamış, havada kalmış ve güvensizliğin normalleşmesi süreci başgöstermiştir. Mantığa aykırı olan ama öte yandan gerçekte varolan birçok durum da toplumu oluşturan biz bireyler tarafından olağan karşılanmaya başlanmıştır. Nasıl ki geçmiş dönemde bir haksızlık diğerini doğurmuşsa, bugün için de belki de haklı bir hakkı elde etmek için girişilen çaba dahi "peki benim hakkım ne olacak" diye tepkiyle karşılanmaya başlanmış ve adeta hak savaşlarına dönüşen durumlar ortaya çıkmıştır. Bir hak her durumda diğer başka bir haktan daha önemli hâle gelir olmuştur. Mesela grev dahi bir haksızlık olarak görülmeye başlanmıştır; o grev ki, zaten genellikle hiçbir sonuç vermediğinden-yetkililerin tepkisizliğinden niçin yapıldığı unutulur olmuştur. Tıpkı birşeyi uzun süre bekleyip de neden beklediğimizi unuttuğumuz durumlarda olduğu gibi... Bu şekilde günler geçmiş, aslında gerçekte bir bilinç ve tasarım olarak varolanın, bu şekilde varolmaması gerektiği gün yüzüne çıkmıştır. Tabii, en azından hepimizin üzerinde uzlaştığı sonu gelmeyen tek ortak paydamız olan "N’olacak bu memleketin hâli..." repliğinin bir toplumsal tasarım oluşturamayacağı ortada iken... İşte bu altyapı/sistem nedeniyle bizim toplumsal bilincimizin, gerçek anlamda bir toplumsal tasarımımızın, bizi bir noktada bağlayan değerlerimizin bulunmadığını söylemek hatalı mıdır? Yukarıda bahsedildiği şekilde hâli hazırda varolan toplumsal bilinç, tasarım ve değerlerin bizi bir noktada birleştirmek yerine, aslında parçaladığını ve birbirimizden uzaklaştırdığını söylemek hatalı mıdır? Bir anlamda, yukarıda verilen çığ örneğindeki gibi birtakım durumlara karşı çıkan bireylerin, aslında hem toplumsal bir çığın hem de bazı durumlarda haklı/haksız ikilemine sebep olan bireysel çığın altında kalabilecekleri de düşünüldüğünde belki de bu iki sorunun cevabı da "hayır"dır. 

"Mantık"ta verilen bir örnek vardır:

"Madenler ısınınca genleşir (Büyük Önerme). Demir madendir. Demir ısınınca genleşir. Eğer deney sonucunda ısıtıldığı zaman genleşmeyen bir maden türü bulunursa, büyük önermenin değiştirilmesi gerekir." Bizim ise, zamanı gelip de geçmiş olmasına rağmen büyük önermeyi bir türlü değiştiremediğimiz ortadadır.  Bunu yaparken belki de önce, herkesin basit bir genelleme yapılarak haksız veya ganimetçi olarak değerlendirilmesinden vazgeçilmesi üzerine düşünmeliyiz. Kavramları yerli yerine koyarak herkesin bir anlamda dolaylı da olsa sistemden yararlanmış sayılıp sayılmayacağı üzerinde düşünmeliyiz.  Sistemin parçası olan herkesin sistemin kendisi olup olmadığı üzerine kafa yormalıyız.  Tabii ki bunu yaparken bir yandan da gerçeklerden - olgulardan kaçma noktasına gelmemeli, kendimizi bir anda yeni genellemelerin içinde ve tümden "haklı" konumda bulmamalıyız. Bu şekilde, birbirimize karşı geçmişten bu yana devam eden öfkemizi biraz da olsa dindirip farklı bir evreye geçiş için ilk adımı atabiliriz.

Değişmez diye düşünülen birtakım durumlar belki de gerçekten değişmez değillerdir. Düşünüldüğünde, çok eskiden birtakım şeylerden şikâyet bile etmiyorduk. Yani neden köklü bir dönüşüm olamasın ki? "Dönüşüm" diye bir kelime varsa, kelimenin içi de istenirse doldurulabilir demek mümkün değil midir? Bu noktada, pek huyum olmamasına rağmen umut dolu bir hikâyeyi anlatmakta fayda görüyorum: Avusturya ve İtalya arasında Alpler'de dağların son derece dik ve yüksek olduğu ve buraya ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğu bir bölge varmış. Bu bölgeye Viyana ve Venedik'i bağlamak için bir tren yolu yapmışlar. Bu yolu henüz ortada seyahat edebilecekleri bir tren yokken yapmışlar; çünkü bir gün trenin geleceğini biliyorlarmış...

Belki de bu, sıra dışı bir hikâye gibi görülebilir, ama tasarımların düşünceler düzleminde yer aldıkları ve bu düzlemin uzak bir gelecekte de olsa tekrar biçimlendirilebileceği fikrinden hareketle (vıı), ne kadar uzak görünse de yeni tasarımlar yaratmak aslında mümkündür. Bunun olası olup olmadığı ise yine bize bağlıdır...

----------------------------------------------

Kaynakça:
(i) Can, C., Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel Gelişim Çizgisi, Seçkin Yayınları, 2002, s. 130
(ii) Aytaç, Ö., 'Bilincin Sosyolojik Analizi', (2003) Sayı 4 Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi
(iii) Can, C., a.g.e, s. 130
(iv) Can,C., a.g.e, s. 134-135
(v) Hatay, M., 'Ganimetin Sosyal Adaleti 3: İnsan ekiyoruz insan!', Havadis Gazetesi, Poli, Sayı 270
(vı) Hatay, M., 'Ganimetin "Sosyal Adaleti"', Havadis Gazetesi, Poli, Sayı 268
(vıı) Can C., a.g.e, s.135

Bu haber toplam 2008 defa okunmuştur
Gaile 358. Sayısı

Gaile 358. Sayısı