TOPLUMUMUZ… VE, HOŞGÖRÜ…
Bugün sizle oldukça zor ama yapılması çok gerekli bir konuyu paylaşacağız: Hoşgörü…
Sözlük anlamına göre, hoşgörü: Bir şeyi anlayışla karşılayıp, hoş görme durumu… Tolerans… Müsamaha…
Aslında bu konuyu bizim toplumda konuşmaktan
Bugün sizle oldukça zor ama yapılması çok gerekli bir konuyu paylaşacağız: Hoşgörü…
Sözlük anlamına göre, hoşgörü: Bir şeyi anlayışla karşılayıp, hoş görme durumu… Tolerans… Müsamaha…
Aslında bu konuyu bizim toplumda konuşmaktan da öte… evlerimizden başlayarak, okullarımızda pratik olarak, başta analar ve öğretmenlere… Sonra da çocuklara, zorunlu bir ders olarak öğretmek gerek… Hem de, hiç vakit kaybetmeden… Çünkü,
Çok uzun bir süredir, bir çocuk / bir genç için çok çok önemli olan bu konu çocuklarımızı / gençlerimizi “edilgen bir birey” olarak yetiştiriyor… Çünkü, büyükler söylüyor, küçüklerden de her söyleneni, “dinlemeleri ve itaat etmeleri” bekleniyor.
Böylece de, genellikle, “tek-tekdüze ve tartışılmaz” doğrular egemen oluyor, şimdimize ve geleceğimize…
Toplum olarak, evlerden tutun da, “işyerlerine ve Meclisimize dek uzayan çizgide”, özgürce tartışmayı, birbirimizi hoşgörü ile dinlemeyi ne öğrenir ne de öğretiriz… Çocuklarımıza, kötü birer örnek olduğumuzu hiç aklımıza getirmeden !!!
Toplumda egemen olanlar ise sadece kendilerine, düşünce ve örgütlerine yakın olanlara… Sözde, hoşgörü adına… durmadan çıkarlar sağlarken… Özgürce düşünüp davrananlara ise, gösterdikleri hoşgörü değil hoştgörü sayesinde… “TOPLUMSAL ÇATIŞMA KÜLTÜRÜ durmadan tırmandırılıyor ve zaten canı burnunda olan insanımız daha da bir köşeye sıkıştırılıyor…
Birbirimize sevgi, saygı ve hoşgörü neredeyse sıfır noktasına düşüyor… (Kavgalar, cinayetler, yaralama vb) sayesinde…
Sonuçta: Tek boyutlu, katı, hoşgörüden yoksun insan tipi gittikçe çoğalırken… Bunlara dayanamayanlara ise kendi vatanlarından “göç etme – göç yolları” açılıyor…
BİREY VE TOPLUM…
Daha da geç olmadan hem bedenen hem de ruhen sağlıklı bireylerin yetiştirilmesi, toplumun en öncelikli sorunu olarak ele alınıp işlem görmesi gerekiyor. “Her bireyin içindeki çocuk yaşamalı…”
Böyle çocuklar yetiştirmeyeli çok oldu. O yüzden, “eğitim” tepeden tırnağa özenle ele alınarak, gözden geçirilip, çocuklarımızın sağlıklı bir ruh yapısı ile hayatlarına başlayıp devam etmeleri sağlanmalı…
Evden – okula 3-4 yaşında transfer olan çocuklarımıza, anlamsız bir sürü şeyi ezberletmenin ötesinde bir şeyler verilmeyen bir yanışa başlatmanın… Ve, bunu ömür boyu artarak sürdürmenin ötesinde ne veriyoruz ki, eğitim adına… Empati, hoşgörü, sevgi vb değerlerle lise hatta üniversite çağlarında dahi edinemiyorlar… Zaten o çağlar da, bu erdemler için artık çok geçtir…
Oysa her insanın, kaç yaşında olursa olsun, içindeki çocuk yaşamalı…
İkinci Dünya Savaşı sonuna denk gelen çocukluğumuzda, hep nenelerimizin masallarıyla büyüdük biz. O masallarda hep, güçlüler güçsüzlere yardım eder ve yaşamın güzelliğinin, var olma nedeninin, sevgiyi, bağışlamayı – yani, “hoşgörüyü paylaşmak” olduğunu anlatırlardı… Kendi dilleri ve gönüllerince…
Belki adı tam konmazdı ama bize öğütledikleri bal gibi de hoşgörüydü: “Karşındaki de senin gibi insan… Allahın yaraddığına gülünmez, aşaı görülmez, ona hagsızlıg edilmez. Onun yoğusa sen elindekinin yarısını ona ver.” derdi goca nenem hep…
HAYAT YAŞAMAK İÇİNDİR…
İster evde ister okulda çocuklarımıza o bir sürü kuralların ve şıkların yanında… Söyler misiniz hayattan, onu doğru dürüst yaşamaktan da bahsedilmiyor… Sadece bir sürü kurallar ezberletilerek, onları tam ezberleyene (10) veriliyor… Ama, en başta da tüm aile ve okul sınıfta kalarak…
Hiç ama hiç kimse, ne dün ne de bugün… İster evde, ister okulda, çocuklara sahip olduklarını azımsamamalarını, küçümseme yerine ona ne katacaklarından – katabileceklerinden hiç söz etmedi… Etmiyor da…
Hep böyük böyük işlerden, böyyük adamlardan!... söz ediliyor…
Ve asıl önemli olan şey unutuluyor: İlle de her şeyin büyük olması gerekmediği… Bize verilen hayatın değerini bilmenin ve ona, küçük de olsa amaçlar, sevinçler, hüzünler ve paylaşımlar katmanın önemini…
Böyle şeylere ise küçücük adımlarla varıldığını, varılabileceğini…
Ve, pek çok şeyin, gündelik – günlük an ve zamanda saklı olduğunu… Bizde, “küçük ve önemsiz” denen şeylerin özünde nelerin saklı olabileceğini kavramak – anlamak için hayatı gerçek anlamda yaşayabilmek şarttır…
Buna varılan yola da: “YAŞAMA SANATI” deniyor, keşke, her kademedeki örgüt ve yaygın eğitime, böyle bir ders konsa, konabilse…
Bir dakka, yanlış anlaşılmasın: Yaşama sanatı derken, allı güllü, saşaalı, gösterişli yaşamak değildir kastım. Çok özetle şudur:
“Yaşama sanatı, gündelik yaşamı güzel, yaratıcı, barış, sevgi, paylaşım ve hoşgörü içinde yaşama çabasıdır…”
Yani, şartlar, ne olursa olsun, geçmişin endişeleri, gelecek korkuları, telaş ve pişmanlıkları içinde, her gün bize dayatılanlarla, “Cehennemden Cehennem beğen” psikolojisine… yaşamı rahatlatan, hatta güzelleştiren birkaç mantıklı ve bilinçli şey katmak…
Denenebilse, ne güzel olur pratikte bunu bir ders olarak okutmak…
Özgürce düşünüp, özgürce davranabilen, sağlıklı düşünüp tartışabilen, karşısındakine “empati ve hoşgörü gösterebilen”, geleceğinden emin bir toplum yaratmak… Yaratabilmek…
Toptan bir çatışma kültüründe yıllardır ufalanıp duruyoruz…
Sözün değil eylemin bile gücünün tükendiği bir noktada…
Bu hep böyle mi sürmeli…
Açık olalım… açık…
Ve şeffaf…
***
Evet, kendimizden başlayarak…
RÜZGARA YAZILANLAR
KIBRIS DENEN BİR TRAVMANIN ÇOCUKLARIYIZ BİZ...
(333)
Mısır’a gitme şansım oldu. Orada, bir Firavun mezarında yazılı olan şu cümlelere rastladım o gezide aldığım notlarda:
‘’ Cennnet, sana güneş ışınlarını yolladı. Sana sunulan bu basamakları (ışınları) ağır ağır çıkacak ve Güneş Tanrısı Ra’ya ulaşacaksın. Onun gücü olacaksın... Onun gücü, senin gücün olacak... ‘Demek ki güç ve güçlü olmak, o zamanın da sorusuymuş!’ diye eklemişim...
Bunun üzerine bir sürü yorumlar yapmak mümkün... Özellikle de ‘Batı ve Hristiyanlığın günümüzde egemen olduğu’ konusunda... Ama, artık şu temel gerçeğin de altını çizmek durumundayız:
Günümüzde egemen olan kapitalist kültürdür... Ancak, kapitalist kültür, dünyayı birleştirmekten çok - tam aksine - merkez ve aşırı uçlar olmak üzere, dünyayı parçalayan, toplumları ayıran bir kültürdür. Özellikle de farklı kültürlere hak tanımayan, zengin doğal kaynaklarını yutup, yok eden bir kültürdür...
Kapitalist kültürün baş oyuncuları ise: ABD, Kanada, Japonya vd. Yaşamın her alanında ekonomide kendilerini egemen kılıyorlar ve üstüne üstlük bu sorunları ‘kapitalizmin sorunları’ değilmiş de, ‘toplumsal sorunlar’ olarak ele alıyorlar...
(334)
Adını vermeyeyim geçen gün ülkemizin saygın bir kişiliğiyle, daveti üzerine, çay içerken, kendimi bildim bileli düşük olan tansiyonumun birdenbire 17’ye fırladığını, bunun da bana çok sorunlar çıkardığnı söyleyince... Elini, neredeyse burnumun dibinde sallayarak:
- Ülkemiz her gün artan sorunlar yumağı, yine de mutlaka, tepkiler vermek, ciddi şeyler düşünmek zorunda değilsiniz... dedi:
... Ama, bunlar her gün varlığımızı ve geleceğimizi tehdit eden bir duruma geliyorsa... Sürekli bir şeyler kaybeden bir toplum durumuna gelmişsek... Bunu artık, ‘’toplumsal bir bilince’’ çevirmek için herkesin elinden geleni yapması gerekiyor...
Ben inanıyorum ki, büyük sonuçlar, büyük mücadeleler sonucunda kazanılabilir.
- Büyük sözler bunlar... Ben hep sıradan ve saçma şeylerle uğraşarak büyüdüm... Ünlü bilim adamlarının çoğu hep sıradan ve saçma şeylerle uğraşarak büyümüş... Hayatınızın her anını, büyük ve önemli problemlerle uğraşarak geçirmeyin... Akşam koltuğunuza/ kanepenize yayılın ve saçma şeyler düşünün... çünkü:
‘’Hayatla saçmalıkla, bilimle saçmalık sarmaş dolaş durumdadır...’’
... Ama ben “var ya da yok olma” durumundan söz ediyorum...
- Evet, belki bir bakıma haklı olabilirsiniz; ama, kısacık hayatımızda, küçümencik ülkemizde, yetersiz cesaretimiz, bananeciliğimiz, altında kalanın boynu kopsunculuğumuz vb. davranışlarımızla neyi yoluna koyabiliriz ki!
( (335)
Sahi, hiç üzerinde durmuyoruz ama bizim de neyimiz eksik diye kısa bir düşünce tüneline girince o kadar şey üşüşüverdi ki kafama...
...Düşünüyorum... Düşünüyorum... Düşünüyorum
- ‘’Nee’’ dedi...
... Düşünüyorum ...
- Boşver... düşün düşün, boktur işin... dedi.
… Ama ben... hâlâ... düşünüyorum...
Çünkü: Kıbrıs denen bir travmanın çocuklarından biriyim ben...
Ve, düşlediğim dünyayı ülkemde yaşamadan da ölmek istemiyorum... Çok bir şey değil aslında istediğim:
· İnsanların sevgiyle bir arada yaşaması
· Bütün dinlerin dünya üzerinden silinmesi… Tanrı ile kul arasında kimsenin kalmaması...
· Çocuklar – gençler üzerindeki baskının havaya uçması...
· Kadın – erk, üst – as vb.ilişkilerin tümden değişmesi...
· Hayatta, kafada, ülkemde ve dünyadaki tüm sınırların kaldırılması...
· Her anlamdaki bölünmüşlüğün, para, zaman ve insanların geleceğinin sorun olmaktan çıkması...
· Dünyayı yerinden sarsacak ve insana huzur verecek bir ihtilalin gerçekleşmesi...
***
· Düşünüyorum da ... Neden bunları ben ve benim gibiler düşünüyor da ... Sn. idareciler hiç mi hiç düşünmüyorlar...
***
· Ve, neden onların düşüneceği şeyleri benim gibiler düşünüyor da... her aybaşı şişik maaş çekini onlar alıyorlar???
(336)
‘’Koşmak istiyorum
saçarak bir sevdanın yalımlarını.
arayarak bulutsu bir yüzü
düşlerimden sakındığım...
Ben fazlasıyım sende
sen eksiğimsin benim...
yurdum, aynıyım seninle...