Toprak ve suyla biçimlendirilen ateşteki özgün formlar…
Hep şu soruyu sormuşumdur: Dünyanın oluştuğu ilk günden beri zaman akıp gitmekte, buna rağmen zamanın içinde sakladığı bir bedeni, var mıdır şu yeryüzünde?”
Gün oldu toprak dile geldi:
“Tenimin derinliklerine işleyen suyla yeniden doğdum
ve ateşe verdim yüzümü, zamanı içimde saklamak için…”
Seramiğin günümüze ait, çağdaş biçim tasarımlarını gözlemlediğimizde, yaşadığımız coğrafyanın, zaman katmanlarıyla örülen tarihsel sürecin tüm evrelerini, hakkıyla yüklendiğini söylemek mümkündür. Toprağın görüntüsüne uygun sayısız biçim veya daha doğru bir deyişle form arayışlarını, tinsellikle dolu biçimlere dönüştürerek, teknolojinin sınırsız deneyimleriyle buluşturmaktadır, seramik sanatçısı. Yapıtları oluşturan biçimler (formlar), maddi veya manevi kültür notalarını seslendirmekten öteye yeni bir dile çevirmek yetisiyle, sayısız form arayışlarıyla gerek boşluğun sarmaladığı kütleler, gerekse yüzeyi kaplayan estetik değerler olarak, biçim ayrıntılarına ulaşmıştır. Dil yeni bir edebiyattır. Buraya kadar anlatmak istediklerimizi Sezer Tansuğ şu cümleyle özetler: “Seramikçinin en özgün biçim tasarımlarında bile kendi sınırlarını tanımak zorunda bulunuşu toprağın doğasından yansıyan ve geçip gidişi devamlı, sürekli kılan tılsımdır.” Kişiliğinin gerçekçi sınırları, doğrudan doğruya kendinin biçim tasarımlarında özünü belli etmeye hazırdır. Açıktır. Tansuğ’un 1970’li yıllarda yazdığı, aynı eleştiri metni içinde altını çizdiği “Gereğinde saldırgan ve protestocu olan ve bireyleşme hakkına kuvvetle sığınan sanatçı bilinci seramikçide yer almaz” sözünü, günümüz için yeniden değerlendirmeliyiz. Şöyle de söylemek mümkündür, çağdaş bir bereketin içinde (Anadolu) evrensel anlama katılabilen bir ruhun son dönemlerde filizlenerek geliştiğini vurgulamak gerekmektedir. Sanat yapıtı, genel bakıldığında, mutlak bir vurgu gibi durur ve fakat seramik işlerin, düş ve düşünce sınırlarını zorlayan form denemeleri ve deneyimleri karşısında içtenlikle, karmaşık bir ilişkiler sistemini ortaya koyduğunu açıklıkla söyleyebiliriz. Bu karmaşık yapı içinde, formların teknoloji sınırlarını zorlayarak kendine bir alan açma gayreti, Seramik Sanatı’nın ve sanatçılarının günümüzde ulaştığı noktaya sabırla gelmesini sağlamıştır. Binlerce yıllık bir süzgeçten geçmiştir seramik. Sonuçta, kendi coğrafyasının verileriyle özgün estetik düzeyini içtenlikle ve günümüz teknolojisinin evrensel boyutuna denk düşen bir izdüşümü sergileyerek, yaratmıştır.
Yukarıda sıralanan cümlelerle ister istemez seramik sanatının kökenlerinin altını çizerek, ilerlemeye doğru sözler savrulmaktadır. “Köken” kelimesiyle aslında anlatmak istediğimiz “bir şeyin nereden, ne sayesinde, ne ve nasıl olduğu”dur. Bu aşamada akla Heidegger’in sorusunun gelmesi doğaldır: “Sanatçı nereden ve nasıl oluşur?”. Hüseyin Özçelik’in seramikleriyle bir başka sorunun içinden; ya yeni sorularla yanıt arama, ya da yanıtlarla kökenin savrulduğu izleri bulma gayretine giriyorsunuz. Yine Heidegger’den geliyor beklenen cevap, belki de soru! “Eserin sanatçıya kaynak olmasına göre, sanatçının esere köken olması ne kadar gerekli ise, başka bir tarzda da olsa, sanatın sanatçı ve eser için köken olması o oranda gereklidir.” Evet, “Çağdaş Seramik Sanatı” Kybele’nin coğrafyasında Neolitik Çağ’dan başlayarak gelişen estetik hazzın teknikle birleşerek işlevin ve geleneğin sanata dönüştüğünü gösterir. Avcılıktan tarıma geçişle başlayan seramiğin öyküsü, işlevsel olarak başlayan üretim sürecinde bile üzerine kazınan, boyanan geometrik ve figür ağırlıklı estetik tavır ile yaşantı gerekliliğinden sanata dönüşümün izlerini taşır. Kuşaktan kuşağa taşınan formlar ve tekniklerle kırılgan yapısına rağmen teknolojik anlamda gelişim adım adım ilerleyerek, belli bir sermayenin oluşturduğu ve bunun da Güzel Sanatlar Fakülteleri’ndeki eğitimi destekleyip, önünü açarak, nitelikli sanatçıların yetişmesine olanak sağlamıştır. Bu bağlamda seramik, her geçen gün, ilgi alanı olan sanat dalına dönüşmüştür.
Hep şu soruyu sormuşumdur: Dünyanın oluştuğu ilk günden beri zaman akıp gitmekte, buna rağmen zamanın içinde sakladığı bir bedeni, var mıdır şu yeryüzünde?” Birbirine eklenir sorular: İnsanoğlu önce toprakla keşfetmeye başlamamış mıydı yaşadığı dünyayı? Sanat dediğimiz olgu, neredeyse insanla yaşıttır. “Bir çeşit çalışma veya çalışmanın insana özgü eylemi” olarak tanımlar Ernst Fischer. Doğal nesnelerden dış dünyayı etkileyip değiştirilebilecek araçlar yapılması gibi heyecan verici bir buluş, durmadan deneyler yapan ve düşünmesini öğreten ilk insanın kafasında yeni bir düşünceyi doğurmamış mıydı? Neydi bu düşünce? Büyülü araçlarla olamayacak şeylerin de başarılabileceğini, doğanın emek çabası olmadan “büyülenebileceği” düşüncesi… Hüseyin Özçelik’i düşündüğümde ise öncelikle, sanatın içindeki gizil anlamlar “özgürlük” ve “özgünlük”tür. Seramiklere bakıldığında sanatın gizil kuyularında izleyicinin kesinlikle bir gezintiye çıkacağının altını önemle çizerek söylemeliyim. Her bir formun ve figürün özgür ruhunun tekniğin ve malzemenin içinden size seslendiğini duyacaksınız. Seramik, yüzyıllardır bu topraklarda öyküsünü zamana yazarken artık farklı bir boyutta bize seslenmektedir. Zaman kendini ateşte pişen kıvrımların “anlam” yüklerine bırakmıştır. Formlar arasında gezinirken bulacağımız anlam/lar nedir? Belki bir yaşam, belki bir anı, belki tanıdık bir yüz, belki bir imge ve belki de yaşanmamış bir yaşam… Görüldüğü gibi, her yüzeyin/formun anlatacak o kadar çok şeyi var ki! Disiplini veya amacı ne olursa olsun, bütün sanat yapıtlarının ortak kümesi biçimlerdir. Formlardır. Özçelik’in sergisindeki tüm yapıtların arasında dolaşırken özgünlüğün ve bağımsızlığın formlar üzerindeki dalgalanmalarına ve Çağdaş Seramik Sanatı’nın zamandaki yolculuğunda ulaştığı “estetik” zirveye tanıklık edeceksiniz.
Şöyle bir dörtgen içinde yol almak olasılığı yüksek, sanatçının seramikleri karşısında: Kybele / Kadın / Toprak / Form (Biçim)
Onun seramiklerinde tarihe bir itki olur ve tarih yeniden başlar. Gerçek işe koyulur. Kybele bin yıllık uyku sarhoşluğuyla yeniden kendi diline doğru akar. Toprak kadına, kadın toprağa değdikçe, var oluş sahneleri kendi ritüel törenlerinin tarihi film şeridinden sıyrılarak, yavaşça çağdaşa akar. Günümüze toslar. Anlam aynı kalsa da, içerikte değişir. Kadın’a dönüşür. “Kadın” bir bakıma toplumun içinden çıkan bir sembol’dür. Çünkü Özçelik’in sorunsalı aslında günümüz insanının “tekilliği”, “yabancılığı”, “ötekiliği”dir. Her form kökenini, geçmişini, coğrafyasını, tarih dilimini ve de yaşantısını suya karışan toprağa sürüklerken, ateşte başkalaşır. Sanatçının parmaklarının arasından kayıp kendi şekline, kendi anlamını yine kendisi, yani çamur yükler. Bu bir orkestradır. Ve bu ahengin tınıları ise çağdaş yaşamın kargaşasını sessizleştirir. Porselenin yüzeyine hapseder. Benimsediği etkileri önce sanatçının usuna sonra da izleyicinin boşluktaki bakışlarına akıtır. Bir bakıma sanat işe koyulur ve günümüze akan her form kendiyle kendini yeni bir dilde yeniden yaratır. Henri Foccillon sanat yapıtını “tekil” olmaya yönelik bir girişim olarak yorumlamıştı. Biçimin kendine özgü bir yaşamı vardır. Yaşayan bir uzviyettir. Herhangi bir canlı varlık gibi kendine ait bir anlamla doludur. Nefes alır. Üretir. Gerektiğinde tüketir. Hüseyin Özçelik insanı, evreni ve var oluşu sorgulayan biçimler içinde soyut figürler yaratmıştır. Yükselen ritimler şeklinde boşluğun sarmaladığı bu tekil biçimlenişlerle, insan ve özellikle kadın bedeninin boşluktaki ruhsal devinimlerini ortaya çıkarmaktadır. Çığlıklarını boşluğa bırakan bu figürlerin yalnızlığa isyanını, sanatçının porselene kazandırdığı devingen anlayışta hissedebiliyoruz.
Toplumların sürekli değişim geçirdiğini ve insanların ürettiğini her zaman hatırlamalıyız. Çağdaş Seramik Sanatı’nın da bu gelişim hızı içinde yeni yapılanma ve anlam kazandığını söyleyebilir miyiz? Öncelikle belki soruya arayacağımız yanıtlardan çok, cümlenin kendi içinde yine, yeni sorular üretmeliyiz. Sanattan daha çok sanatçıya inanmışımdır, yıllardır. Sanatçı olmadan sanat adı verdiğimiz büyük “S” nin varlığı söz konusu olacak mıydı? Peki, “yapıt” adını verdiğimiz büyülü nesneler! Her yapıt bir bilmece… “Bana yaklaş!” diyerek, dile getirir isteğini. Yerimizden kalkıp yanına doğru gideriz. Bazen gitmekle kalmayız, yavaşça ona doğru eğiliriz. Dokunuruz. İşte o zaman size açtığı iç mekânında kaybolmak isteyin! Her yapıtın kendi içinde saklı bir bilinme isteği vardır. Tıpkı bir bulmaca gibi… Soruyu sorar; yanıtını ister. Bazen de her yanıtın içinden çıkan yeni bir sorunun en baştakini silip, yok etme gücü vardır. Bu bir tehlike çanının çaldığı en küçük zaman dilimi midir? İşte bir soru! Yanıtı nerede saklı? İşte, yeni bir soru! Hızla bir yenisi belirip, aynı hızla silinip kaybolmakta; bazen de izleyenin yanıt hakkını elinden alıp kendi içindeki kuytulara savurmakta… Aslında sorular birbirine eklendikçe yapıtın içindeki “kendi” giderek saydamlaşmakta… Onu izlerken sorulan her bir sorunun belki de hiçbir yanıtı yoktur. Duvara yazılan her yazının anlamı çözülebilmiş midir ki, yapıt dile gelsin kolayca? Yapıtla diyaloga girmek, hepimiz için “yanıtın sorusu”nun arandığı iyi bir deneyimdir. Bu düşünceler Lukacs’nın “yaşamı olduğu gibi göstermek ve aynadaki yansıması gibi deforme etmeden sunmak.” söylemiyle zıtlaşır. Aynadaki görüntü zaten ters değil midir? Lukacs roman özelinde düşünerek, “anlatım biçimine ve tür özelliklerinin sergilenmesine” önem vermiştir. “Anlatım biçimi” toplumun yapısını ve toplumu oluşturan güçleri ortaya çıkarmanın bir aracıdır. Bu nasıl olacaktır? Sanatın gücüne inanmakla!
Yaşama dair notları yine yaşamın kaynağından doğadan okuma zenginliğine ve gücüne sahip bir sanatçı Özçelik. Doğada her şey var. Tema, renk, form, çizgiler, kütle, boşluğun içinde sessiz gibi duruyorlar. Her gün üzerinde yürüdüğünüz kaldırımın taşına bakıp konuşmak geçer mi içinizden? Ya da başınızı kaldırıp gökyüzüne bakıp anlık bir göz kırpışına yakalanan dağınık bulutların arasından seçtiğinizle sohbet etmeyi düşünür müsünüz? Belki “evet”; ama çoğunlukla “hayır”. Sanatçının geometrik düzene dayalı seramik panoları kaplandıkları yüzeyden bize böylesine seslenir. Hepsi birer doğa kesiti gibi. İç içe geçen kıvrımlarla sessiz bir muhabbete dalıyorsunuz. Şu doğa denen şey baştan çıkarır insanı. Tahrik eder. Sınırların ötesine taşır. Cesaret verir. Ve siz onu ehlileştirdim derken aslında o sizi ehlileştirir. İç sesle yüzleştirir. Zaman saklıdır doğanın her taşının içinde, kayalıkların üzerinde dans eden sirenlerin çığlıklarında, yerde yatan yaprakta ve yolculuklarda yanınızdan hızla akıp geçen her görüntünün anlık sahnelerinde. Yaşam dediğin nedir? Topraktan alınıp yeniden toprağa verilen. Doğadaki dengeyi sorgulayan ve belleğine yerleştirdiği görüntüleri yeniden yaratan bir sanatçı. Doğadan aldığı ilhamla “insan” olmuş ana tema sanatçının yapıtlarında. İnsanı hem fiziksel hem de ruhsal anlamda doğanın verdiği akıl, denge ve sesler doğrultusunda içten gelen nefesiyle yeniden yaratmış ve doğanın verdiği etki soyut dili yakalamasında etken olmuştur.
Böylesi bir volkanik düşünce patlamasından sonra yeniden Hüseyin Özçelik sergisine sözü bağlamak istiyorum. Ve yine toprakla başlamalıyız! Fiziksel olarak toprak, bugünün seramik teknolojisinin sağladığı olanaklar içine bedenini bırakır. Bu bedenden biçimlenen formların/figürlerin silueti ise bugüne aittir. Dünle bugünün buluşması… Bu Çağdaş Seramik Sanatı’nın bu coğrafyadaki gerçeğidir. Sanat yapıtı “özgür/bağımsız” bir etkinliğin sonucudur. Henri Foccillon’un sözlerini yeniden anımsayalım: “Sanat yapıtı bağımsız bir etkinliğin sonucudur. Özgür ve üst düzeyde bir düşlemi yansıtır. Öte yandan, büyük uygarlıkları yaratan güçle de bütünleştirir kendini.” Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bugüne uzanan zaman gerçeği büyük uygarlıklarının temelinin atıldığı her karış toprağın bir gerçeğidir. Gerçeğin uzandığı noktada sanatın sözcükleri olan “özgürlük, özgünlük, estetik, malzeme ve teknik” aranacaksa sanırım ulaştığımız sonuç “Çağdaş Seramik Sanatımız” olacaktır.
Sonuçta, su, toprak ve ateş, büyülü danslarıyla izleyiciye seslendi!
* Yukarıdaki yazı, Hüseyin Özçelik’in Hacettepe Üniversitesi, Ahmet Göğüş Sanat Galerisi’nde açtığı kişisel sergisi için hazırlanan katalogda yer almıştır. Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Seramik Bölümü’nde öğretim üyesi olan Yard. Doç. Hüseyin Özçelik, aynı zamanda Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde Plastik Sanatlar Bölümü’nde dersler vermektedir.