Toyon: “Leyla’nın Evi Benim Ülkem”
Toyon: “Leyla’nın Evi Benim Ülkem”
Simge Çerkezoğlu
Zülfü Livaneli’nin önemli eserlerinden birini sahneye taşıyan Tiyatro Kare ve yaklaşık dört yıldır kapalı gişe oynayan Leyla’nın Evi toplumsal bir yaraya parmak basıyor. Günden güne bireyselleştiğimiz hayatlar içinde toplumu ve toplumsal sorunları gözümüze sokuyor. Oyuna dair konuşacak konu da, sanatçı da çok… Ancak ben tercihimi Celile Toyon’dan yana kullandım. O Türkiye’de ilk kez bir romanı tiyatroya uyarlamayı düşünmekle birlikte bu projede başrolü de üstlenmişti. Bir anlamda tüm yük onun omuzuna binmişti. Toyon hem çok değerli bir tiyatro sanatçısı, hem de toplumsal konulara duyarlı nadide bir hanım efendiydi. Bu işin de hakkını vermişti, sanırım biz birbirimizi çok sevdik. Umarım siz de röportajımızı seversiniz…
“ONCA YOKSULLUK VARKEN’İ İSTİYORDUM”
Tiyatroculuğa özel bir tiyatroda, Tiyatro Kare’de devam ediyorsunuz ve kendinizi özel bir tiyatroda daha özgür hissettiğinizi söylüyorsunuz. Neden acaba?
Devlet tiyatrosunda bir sözleşme imzalıyorsunuz. O sözleşme bizi bir tek ipe götürmez. Öylesine bağımlısınızdır, yaptığınız her işle taşıdığınız sorumlulukla. Tabii yanlış anlaşılmasın elbette özel tiyatronun da bazı sorumlulukları var. Ben onu da taşıyorum. Her tiyatrocu zaten nasıl davranmak gerektiğini, nasıl iletişim kurmak gerektiğini, topluluk ya da dışarıda nelere dikkat etmek gerektiğini bilir. Fakat bunun madde olarak yazılıp da sizin her yıl onu tekrar tekrar okuyup imzalamanızda başka türlü, duygusal bir baskı var. Bu baskı değişik yorumlarla ve yönetimlere göre insanların önüne çıkabiliyor. Bunun için artık ben özgürüm diyorum. Orda da özgürdüm ama o sözleşmeyi imzalamak başka bir şeydi. Zaten bu işin nasıl yapılması gerektiğini bilmeyen insanlar zamanla eleniyor. Biz yola çıktığımızda çok daha kalabalıktık. Oysa şimdi bizim kuşaktan bu işi yapan birisi kalmadı. Gidiyorlar. Sadece isteyen, direnen bu yerde kalıyor. Yer derken kastettiğim ün, şöhret ve para değil zaten, anlıyorsunuz siz beni.
“Leyla’nın Evi” ve “Onca Yoksulluk Varken” sizin sahnede özellikle görmeyi çok istediğiniz iki eser olarak biliniyor. Bu oyun da aslında sizin fikriniz. Nedenini öğrenebilir miyiz?
Tam emekli olduğum yıldı. İki eser istiyordum doğrudur. Sevgili Nedim Saban’a da bahsetmiştim. Kendim için söz etmemiştim zaten. Özellikle de Leyla’yı hiç düşünmemiştim ama o bunu benim oynamamı istedi. Ben de tabii seve seve kabul ettim. Oysa kendim için Onca Yoksulluk Varken’i düşünmüştüm. Bir türlü olmadı. Zaten bu oyun başladı. İkincisine de bölünmem çok zordu. Ayrıca bir özel tiyatro için kolay bir durum değil. Tiyatro Kare çok başarılı çünkü artık bir repertuar tiyatrosu oldu diye biliriz. Sahnelenen üç tane oyun var ve bu özel bir tiyatro için çok başarılı. İnsan kıvanç duyuyor, seviniyor. Biz bu oyunu dört sezondur oynuyoruz. Umudumuz gelecek sezon da oynamak. İzleyicinin ilgisi de öyle olacağını gösteriyor. Beşinci sezonu da oynayacak gibiyiz. Ben ve ekibim büyük bir uyum içinde oynuyoruz, bu da seyirciye hemen yansıyor. Çok mutlu bir oyun beraberliği kurduk. Belki o sevgidir seyirciyi ısıtan, bize yaklaştıran ve oyunun tutmasına neden olan.
“ÖZEL TİYATRODA PARA YOK”
Eleştirmenler oyunu son yıllarda özel bir tiyatronun sahneye koyduğu en pahalı yapım olarak ifade ediyor. Sanıyorum devlet yardımı da almıyorsunuz, bu maddi olarak tiyatroyu zorlamıyor mu?
Çok zorluyor çünkü zaten özel tiyatrolar gerçekten tiyatro sahibi, oyuncusu ve emekçisi ile sanırım para kazanmak için değil, tiyatro yapmak için bir araya geliyorlar. Para kazanmak diye bir şey yok. Ben elli bir yıllık tiyatro sanatçısıyım bunca yılda işte aç değilim, belli bir yaşam standardım var ama zengin bir meslek dalında da değilim. Zaten öyle bir amacım yok, aynı şey tiyatro sahipleri için de geçerli. Ben bildim bileli de bu böyledir. Tiyatroda para hem gelir hem gider. Bugün devlet yardımı alamayan tiyatroların durumu belli. Tiyatro hiçbir destek alamadan bu işe soyunanların özverisi ile yürüyen bir meslek dalı. İnsanlar aldığını, kazandığını yine o işe yatırıyor. Kısır döngü halinde devam ediyor ve sonuçta tiyatrodan da kimse zengin olmuyor.
Tiyatroların kendi içinde devlet yardımı alan ve alamayan olarak bölünmesi ayrımcılığa sebep olmuyor mu?
Olmaz olur mu gerçi şimdi onlara da çok bindirmeye başladılar ama ödenekli ile özel tiyatro arasında ve de haksız bir rekabet var. Bilet fiyatlarını özel tiyatrolar yüksek tutmak zorunda. Ödenekli tiyatrolar ise doğal olarak fiyatları düşük tutuyor, izleyicinin ayağını alıştırıyor gelmesini izlemesini sağlıyor. İşte devlet bir de yardımı kesti mi zaten başka türlü de yardım etmiyor ne reklamında, ne vergisinde ne de farklı bir ihtiyacına sonuçta üstüne bir de yardımı kesiyor. Kısaca birileri “devlet benim” diyor. Özellikle son olaylarla ayrımcılık çok daha fazla ortaya çıktı. Ben bizim için ve yardım almayan diğer dostlarımızı düşünüyorum, biz bu tür haksızlıklara yüz yüze geldikçe birbirimizle empati kurmayı öğreniyoruz. Sanatçılar arasında öyle bir duygu birikimi oluyor.
TRAJEDİDEN KOMEDİYEYE…
Yeniden oyuna dönecek olursak aslında hikâye de bir haksızlığı anlatıyor? Öyle değil mi?
Konu olarak bize çok yakın. Hiç kimsenin algılamayacağı, anlamayacağı uzak durduğu hayattan bir hikâye. Bir anda üzülürken, sizi bir anda güldüren bir hikâye. Çelişkilerle dolu, trajediden komediye geçen bir hikâye. Komik rastlantılarla sevgili Zülfü Livaneli’nin duru Türkçesi, akıcı kalemi ve insanların aralarındaki yakınlığın hikâyesi bu. Tabii tiyatronun koşullarında yan roller de var. Bu oyun 12 kişi ile de oynanır 120 kişiyle de. İnsan bazı şeylerden vazgeçmek zorunda kalıyor. Biz hikâyenin o yanlarını, arka kısmını da biliyoruz ve oynarken onları da bilerek oynadığımız için yorumu farklı oluyor, seyirci de hikâyeyi böylece kendine çok yakın buluyor. Neredeyse seyirci ile beraber oynuyoruz. Bence tutmasının nedenlerinden biri de bu. Oyun beni hem beden hem yürek olarak çok sardı. Yönetmenimiz Nedim Sabanı’da öyle. Biz tüm ekip olarak ortaya çıkardık bunu.
Siz Leyla’nın evi için aslında ülkemiz diyorsunuz. Neden böyle bir benzetme söz konusu?
Gün geçtikçe bunu daha fazla hissediyorum. Benim dediğim, benim barındığım benim ailemle birlikte var ettiğim her şey sabun gibi elimden kayıp gidiyor. Yasalar hiçbir şey yapamıyor çünkü yasalar kullanılmıyor çünkü bana bilirkişi raporu verecek kişi rüşvet alıyor. Aynı benim her gün haberlerde dinlediğim, gazetelerde okuduğum gibi bir hikâye bu . Ne acı, aynı onun gibi bir hikaye. O ev aslında benim ülkem ama alamayacaklar.
GEZİ OLAYLARI
Oyunda kendinizle konuşurken şöyle diyorsunuz; “Kaderimizde sürgünü de yaşamak varmış. Kabullenmek kolay mı? Anneannem anlatmıştı İstanbul işgal altındayken herkes birbirine bu da geçer yahu dermiş. Bu sözlerde tevekkül değil isyan varmış… Sürgünü yaşayacak lakin kabullenmeyecek. Gidişim sadece dönmek içindir bu da geçer yahu, bu da geçer” Leyla’nın evi aslında içinde bulunduğumuz hayatsa bu da geçecek mi? Geri dönüş mümkün olacak mı?
Gençler gelecekler, sizler geleceksiniz. Biz bastığımız toprağı çok seviyoruz. Bulunduğumuz havayı seviyoruz. İnsanı, hayvanı, doğayı seviyoruz. Bunun suçu nerde ben bunu anlamıyorum ama sevgiyle büyüttük, sevgiyle çoğaltacağız diye düşünüyorum. Sevgiyle özgürlüğümüze kavuşacağız. Gelecek kuşaklara koskocaman bir sevgi yolu açılacak, onlar çok doğru büyüyecek çocuklar. Onun fragmanını da zaten bize gösterdiler.
Sanırım bu fragman da Gezi Olaylarıydı.
Evet, biz Gezi Olaylarında bunların hepsini gördük. Hem çok acı çektik hem de gençlerimizden dolayı çok umutlu olduk. Ne kadar güzel, ne kadar doğru bakıyorlarmış ülkeye…