Tren kaçmadan
İnsan, yaşı ilerledikçe en fazla da ‘tükettiği’ zamanlara yanıyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, “80’lik ninem gibi konuştun...”
Oysa fark etmiyor.
***
Örneğin 20’lerde, geri dönüş şansınız yok artık, çocukluk günlerine...
Yağmur altında çığlık çığlığa koşsanız dahi ‘tuhaf’ kaçıyor.
Kimse sizi kucağına alarak lunaparkta 'çarpışan arabacıklar'a binmiyor...
Uyuma şansınız olmuyor annenizin sıcacık kucağında...
Sonra 25’lerde, artık ergenlik sivilcilerinden kurtulsanız da, ‘platonik aşklar’ yetmiyor...
Mesele, okulunuzu özlüyorsunuz, sınıfınızı, teneffüs zilini...
Gün doğumunda o telaşlı kahvaltı merasimini...
Ve aklınıza geliyor, tam da o yıllarda “artık bitse de kurtulsak” dediğiniz sabahlar...
Tren gidiyor!.. Üstelik geri de gelmiyor!..
***
Keşke 30’lu yaşların aklıyla, 20’leri yaşasaydım...
Ve şimdi, 40’lı yaşları adımlarken bu bilinçle 30’ları...
Sonraki senelerde aynı ‘tekerleme’ sürecektir, eminim.
Her yeni yaşın çok daha ‘güzel’ olduğunu görsem de, eskittiğimizden...
Ve hatta kendi kendime, “yaşamadığın ne çılgınlık kaldı” desem de...
Yine de biliyorum ki, herkesinki ‘kendince çılgın’, herkesin çılgınlığı kendine...
***
Ne çok fazla ‘pişmanlık’ var ne de "boşluk" geriye bakınca..
"Keşke"nin sebebi daha bir bilinçle, dolu dolu, özümseyerek yaşamak iç çekmesi aslında.
Mesela o küçük bisikletimle, çok daha uzun uzun sürmek isterdim, limana doğru...
Balkan müziklerini dinleyerek, Skopje’de, bir sokak arasında, daha fazla şarap içmek...
Ve Krakow’da, o uçsuz bucaksız parkta illa sevişmek değil el ele dolaşmak...
Daha fazla kitap okumak yusufçukların gölgesinde...
Ve daha yüksek sesle, daha çok şarkılar söylemek, o kocaman dağları aşarken, onca genç insan, tıngır mıngır bir otobüste...