1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Trodoslar’daki Pitsilya bölgesinde bulunan küçük Livadya köyünden Eleni’nin hayatı...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Trodoslar’daki Pitsilya bölgesinde bulunan küçük Livadya köyünden Eleni’nin hayatı...”

A+A-

Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, grafik sanatçısı-akademisyen Konstantinos Emmanuelle, “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Hikayeleri” başlıklı sayfasında Trodoslar’daki Pitsilya bölgesinde bulunan Livadya köyünden Eleni hanımın öyküsünü kaleme aldı... Biz de Konstantinos Emmanuelle’in kaleme aldığı bu öyküyü okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Eleni hanımın öyküsü şöyle:

***  Eleni 13 Ekim 1926’da Trodos yakınındaki Pitsilya bölgesinde bulunan küçük Livadya köyünde dünyaya geldi... Beş çocuğun en büyüğü idi. Annesi Melani Mihail ve babası Nikolas Anastasi Şabanis’in mütevazi bir hayat tarzları vardı fakat bu dağ köycüğünde şanslı bir hayatları vardı çünkü çiftçilik, avcılık, yapıcılık, marangozluk ve terzilik yaparak biraz para kazanabiliyorlardı...

***  Eleni ancak iki sene kadar ilkokula gidebilmişti. Henüz sekiz yaşındayken, ailesinin evdeki görevler için yardımına koşmak zorunda kalacaktı. Ailede en büyük kız çocuğu olduğu için, daha küçük kardeşçiklerinin bakımına yardım etmesi bekleniyordu ondan...

***  Eleni henüz 13 yaşındayken annesi ikiz evlatlar dünyaya getirmiş ancak bu ikiz çocuklar doğduktan çok kısa süre sonra ölmüşlerdi. Eleni’nin annesi seneler önce yine ikizlerini kaybetmişti ve inanılmaz bir hüzün çökmüştü üstüne. İkiz bebekleri öldükten birkaç hafta sonra Eleni’nin annesi aniden çok ağır biçimde hastalanmıştı...

***  Eleni, annesinin yürümediğini bildirmek üzere koşup babasını bulduğu günü çok iyi hatırlıyor... “Ninem benden koşup babamı getirmemi istemişti” diye hatırlıyor... “Birkaç mil uzaktaki bir komşu köyde, dağın yamaçlarında bir ev yapmaktaydı babam... Ona ulaşmak için sarp noktalardan aşağılara düşe kalka ilerleyecektim. İnşaat alanına geldiğimde nefessiz kalmıştım. Babam bana bir baktı ve kötü bir şey olduğunu anladı. “Ne oldu?” dedi bana... “Neden buraya geldin?”. Önce konuşamıyordum, sonra da ona “Annem iyi değildir. Çabuk gelip onu doktora götürmen lazım” dedim...”

***  Eleni’nin babası derhal işini gücünü bırakıp eve koşmuştu. Hasta eşini yol kenarına kadar taşımış ve komşu köyden bir araba geçerek onları Lefkoşa’daki en yakın hastaneye götürmesi için beklemeye başlamıştı. Eleni ve küçük kardeşçikleri ise neneleriyle birlikte evde kalacaktı. O günlerde çocukların bir yakınlarını hastanede ziyaret etmelerine izin verilmiyordu. Annelerini bir daha göremeyeceklerini bilmiyorlardı. Hastanede hekimlerin beceriksizce birkaç çabasına karşın Eleni’nin annesi 29 gün sonra vefat etmişti. Eleni’nin annesinin ikizlerin doğumu esnasında kapmış olduğu bir mikroptan öldüğü tahmin ediliyordu... Henüz 35 yaşındaydı... Bir sene sonra ise Eleni’nin babası tekrardan evlenmeye karar vermişti, böylece ailesine bakmak için birisinden yardım alabilecekti...

***  Üvey annesiyle tanıştığında Eleni neredeyse 15 yaşına gelmişti. Bereket versin aralarında husumet ya da gerginlik yoktu. Babasının yeni eşini evinde hissettirmek için Eleni elinden geleni yapıyor ve ailenin bakımında ona severek yardım ediyordu...

***  O günlerde yani 1930’lu yıllarda Kıbrıs’ta hayat çok zordu, özellikle de bir dağ köyü olan Livadya’da – burada Eleni dik ve kaygan yamaçları ve tepeleri her gün inip çıkmak zorundaydı, bir tek Pazar günleri bunu yapmıyordu. Gün doğmadan önce kalktığını, çivili botlarını giydiğini ve tüm gün tarlalarda ve bağlarda çalışmak üzere engebeli, kayalık arazileri aştığını hatırlıyor Eleni – çalıştığı tarlalar ve bağlar köyden oldukça uzaktaydı... Gün batımında eve dönüyor ve bu defa da gece yemeğinin hazırlanması için birkaç saat daha çalışıyordu... Bereket versin dağlarda serin bir hava vardı ve böylece dışarıda çalışmaya katlanabiliyordu insan – ayrıca bol miktarda serin akan sular da vardı...

*** “Herhangi bir yere küçük bir delik açar açmaz hemen yeraltından soğuk su çıkıyordu” diyor Eleni... “Ancak dik yamaçlar, araziyi tarım için kullanmayı zorlaştırıyordu... Babam dört-beş ayak derinliğinde bir hendek kazıyor ve sonra da toprağı o şekilde koyuyordu ki bu bir tür teras oluyor, böylece patates, soğan, domadez ve fasulya ekebiliyorduk... Sebzelere gelince, yıl boyu sebzemiz vardı... Atlarımız, beş tane keçimiz ve tavuklarımız da vardı... Annem bir sene bize yetecek kadar hellim ve nor yapıyordu ve bunları büyük seramik damacanalarda saklıyorduk. Onbeşte bir, altmış somun ekmek pişirmekteydi. Ete gelince, her Pazar köyden bir kişi bir keçi kesiyor ve etini köylülerle paylaşıyordu. Yiyeceğimiz çoktu... Ancak hayat zordu... Gündoğumundan günbatımına kadar sekiz yaşında dağlarda çalışmayı düşünebiliyor musunuz? İş zor ve yorucu olduğu halde yine de mutluyduk ve müteşekkirdik” diyor Eleni.

andreas-ve-eleni-theodotunun-dugununden-bir-resim-subat-1951.jpg

Andreas ve Eleni Theodotu'nun düğününden bir resim... Şubat 1951

***  Eleni’ye hiç köyün dışına gidip gitmediğini sordum. “Hayır, neredeyse hiç çıkmadıydım köyün dışına” diyor. “Birkaç kez orada burada yapılan bir iki panayıra gitmiştim. Ancak denizi ilk kez 10 yaşındayken gördüğümü hatırlıyorum. Babam, Leymosun’da harnıp toplamaya gidecekti ve ben de onunla birlikte gitmeye karar vermiştim. Babam önce bunu kabul etmemişti ancak üvey annem, babamı bıktırıncaya kadar ağlamaya devam etmemi fısıldamıştı bana, böylece zavallı adam ısrarından vazgeçip beni de yanında götürmüştü. Leymosun’a vardığımızda harnıp bahçelerinde başkalarıyla birlikte çalışıyorduk. Günlüğü yarım şiline çalışmaktaydım ben...”

***  Leymosun, Eleni’nin ilk kez dondurma yediği yerdi aynı zamanda. Ancak ufuktaki denizin görüntüsünü sevecenlikle hatırlıyor en çok... Bir gün, diğer işçiler harnıp ağaçlarının altında uykuya yatınca, Maria adlı bir arkadaşı onu, sahile gidebilecekleri yönünde ikna edecekti. İki kız iş botlarını çıkararak yalınayak denize doğru yürüdüler. Ayaklarını suya sokmaktan çekindiler fakat uzaktan denizi seyredip hayran kaldılar...

***  22 yaşına geldiğinde Eleni için köyde hayat artık yetmişti. Artık daha kolay bir hayat istiyordu, kaderini değiştirmek istiyordu... Bir kez 16 yaşına girince, köydeki daha yetişkin erkek çocukları onunla nişan olup evlenmek istemeye başlamışlardı. Oysa Eleni Livadya köyünden yerli bir oğlanla evlenecek olursa, köydeki diğer evli kadınların kaderini paylaşacağını biliyordu. O bir köy kadını olmak ve köy hayatının zorluklarına katlanmak istemiyordu artık...

***  Büyük bir öngörüyle Eleni, 1948 yılında henüz 22 yaşındayken Lefkoşa’ya gitmeye karar vermişti. Şişman bir koyun alacaktı yanına, bu koyunu et pazarındaki kasaplara satmak üzere henüz bir kuzucukken kendisi yetiştirmişti. Bu şişman koyunu 19 liraya sattı ki bu da bir iş buluncaya kadar Lefkoşa’da hayatta kalmasına yetecek paraydı. Yanni dayısının evinde kaldı önceleri ve bir hafta sonra da bir pamuk fabrikasında iş buldu, kantinde çalışmaya başlamıştı. Bir gün fabrikaya bir beyefendi gelmiş ve kantindeki yeni ve utangaç kız, dikkatini çekmişti. Fabrikanın müdürü Eleni’nin durumunu bu beyefendiye açıklayınca, o da kendi yayıncılık şirketinde Eleni’ye bir iş teklifinde bulunacaktı. Kısa süre sonra Eleni, Zavalli Yayıncılığın, Lefkoşa’daki en büyük yayıncı olduğunu anlayacaktı... Zaman içerisinde Ahilleas Zavallis, Eleni’yi evine davet edecek ve eşi Zoi’ye çeşitli ev işlerinde yardım etmesini isteyecekti. Eleni böylece Zavalli’lerin üç çocuğunun dadısı olacaktı...

***  Zavalli ailesi Eleni’ye kendi ailelerinden birisiymiş gibi davranıyordu. Hatta Eleni onlarla birlikte yaz tatillerini geçirmek için Pedulla ve Kakopedriya’ya dahi gidiyordu...

***  Bir Pazar Eleni kent merkezinde yeğeni ve yeğeninin nişanlısı ve arkadaşlarıyla buluşmaya karar verecekti. Grupta Andreas Theodotu (lakabı Kaklamanos idi adamın) diye bir adam vardı. Eleni utangaç biçimde Andreas’la o ikindi vakti konuşmaya çalıştıysa da, bir gün bir ilişkileri olacağını hiç düşünmemişti bile...

***  Andreas Theodotu, Theodotos (Theoti) ve Keoniki Papadimitri’nin on çocuğundan biriydi, Fterokudi köyündendi ki bu köy Eleni’nin köyü Livadya’ya çok da uzak değildi. Dokuz yaşındayken yalınayak olarak bir otobüsle Lefkoşa’ya yollamıştı kendini ailesi, bir meslek öğrensin diye... İşe bakın ki bir kunduracının yanına çırak olarak girmişti bu yalınayak çocuk. Andreas, boş vakitlerinde maraton koşularına katılıyordu... Bu koşularda her ödül kazandığında ya da kendisine bir kurdele verildiğinde, eve gidip annesine bunu gösterirdi...

***  Eleni birkaç kez daha Lefkoşa’da Andreas ile buluştu, ta ki Andreas ona gerçek niyetini açıklayıncaya kadar... O günkü sohbetlerini çok iyi hatırlıyor... “Bana dedi ki ‘Yakında Kıbrıs’tan ayrılarak Avustralya’ya gideceğim. Sen de istersen oraya gidince sana bir davetiye gönderirim ve sen de bana katılırsın... Ancak önce babalarımıza birbirimizle evleneceğimize dair söz vermemiz gerekiyor’...”

***  Eleni, Andreas’ın bu teklifi karşısında afallamıştı. Kıbrıs’tan ayrılıp da Avustralya’ya yerleşmek isteyip istemediğinden emin değildi. Ayrıca onu çok da iyi tanımıyordu. Andreas, Eleni’yle vedalaşmaya geldiği zaman “Bugün gidiyorum ancak sana Avustralya’da yanıma gelmen için bir davetiye göndereceğim. Korkarım ki bu davetimi kabul etmeyebilin ama gen gene da sana bu davetiyeyi göndereceğim” demişti ona.

***  Andreas, “Cyrenia” (“Girne”) gemisiyle  Melburn’a gitmek üzere Kıbrıs’tan ayrıldı ve 29 Mayıs 1950’de Melburn’a vardı. Dokuz ay sonra da Avustralya’da ona katılsın diye Eleni’ye davetiye yolladı. O güne kadar dokuz ay boyunca Eleni ayda bir kez Andreas’tan mektup almıştı – Andreas bu mektuplarda Avustralya’da yaşamanın yararlarını anlatıyor ve Eleni’nin kendisine neden katılması gerektiğini açıklıyordu. Eleni ile Andreas’ın ilişkisinin 1950’de yazılan bu mektuplar aracılığıyla geliştiği söylenebilir.

***  Cesur bir adım atan Eleni, Kıbrıs’tan ayrılarak Avustralya’ya, Andreas’ın yanına gitmeye karar verecekti. Eleni’nin kaygılarını yatıştırmak üzere Andreas ayrıca bir bankaya, bir tür seyahat güvencesi olarak 135 lira yatırmayı kabul etmişti. Eğer Avustralya’yı beğenmezse, o zaman Eleni bu parayı kullanarak Kıbrıs’a geri dönebilecekti. Eleni Ocak 1951’de Fransız askeri gemisi “Mirs”le adadan ayrıldı. Kıbrıs bir İngiliz kolonisi olduğu halde, gemi ücretleri için insanlar hükümetten herhangi bir yardım almıyordu. 28 gün sonra Eleni Melburn’a varmış ve Andreas’la yeniden bir araya gelmişti. Birkaç gün sonra ise evleneceklerdi...

***  İlk evleri, Andreas’ın satın alıp bir araziye yerleştirmiş olduğu metalden yapılma bir askeri baraka idi – bunu Sunshine’ın batı varoşlarındaki bir araziye yerleştirmişti. “Sunshine” yani “Güneş ışığı” adına karşın bu bölge çıplaktı, Melburn’dan 25 mil uzakta ıssız bir yerdi. Eleni’nin doğup büyüdüğü o güzelim, sık ormanlık dağ köyüyle hiç alakası yoktu. Sunshine, pek çok büyük fabrika barındırıyor bu fabriakalrda pek çok yeni göçmen işçi çalışıyordu... Böylece bu varoş, bu göçmen işçilerin aileleriyle birlikte yerleşecekleri bir yere dönüşmüştü...

***  Eleni başlangıçta Avustralya’daki bu yeni çevresinden memnun kalmamıştı ancak Andreas düzgün bir ücret kazanmaktaydı (haftada dört lira) ve giderek artan sayılarda göçmen işçi Sunshine’a gelip yerleşiyordu – bunlar arasında Andreas’ın kardeşi Thrassos da vardı, onlarla birlikte birkaç sene kalacaktı o da... Eleni yavaş yavaş kendini yeni evine ve bir eş olarak yeni rolüne ve yakında anne olacak olmasına alıştırmaya başlamıştı...

***  Eleni, ilk evladı Nikolas’ı Kasım 1951’de dünyaya getirdi, ardından 1953 yılında kızı Kleoniki ile 1955 yılında diğer kızı Margarita dünyaya geldi. Eleni için annelik herşeydi, buna tutkuyla sarılmış ve bu yeni rolünden çok memnundu... “Çocuklarımı ve anne olmayı çok seviyordum” diye anlatıyor bana... “Çalışmıyordum ve çocuklarımı bakmak üzere başka da kimseye vermeyecektim. Onlar her zaman yakınımdaydı. Her zaman... Çocuklarımın okula gitmeden yanımda kalabilecekleri bir yöntem olabileceğini de düşünüyordum, yani onlara öğrenmeleri gerekenleri ben öğretebilirdim... Bunu severek yapabilirdim, her zaman onları yanımda severek tutabilirdim...”

***  Eleni’nin Avustralya’ya gelmesinden kısa süre sonra kızkardeşleri Lefki ile Ebraksiya da onlara Sunshine’da katılmak üzere Kıbrıs’tan ayrılmışladı. “Düşünebiliyor musunuz? Elektriği olmayan bu bungalovda hep birlikte yaşıyorduk. Kızkardeşim, eşimin kardeşii iki küçük çocuğumuz, tıkış tıkış bu yerde yaşıyorduk...”

***  Bu arazinin ön kısmında ise esas ev yapılmaktaydı... Bu arada Eleni’nin tüm kardeşleri – buna erkek kardeşi Panayotis de dahildi – Melburn’a gelmişti. Eleni, eşinin yardımlarıyla tüm kardeşçiklerini uygun namzetlerle evlendirecekti. 1960 yılında ise babası, üvey annesi ve üvey kızkardeşi Kiriaki’nin de Avustralya’ya gelmelerini organize edecekti. Nihayet tüm ailesiyle yeniden bir aradaydı Eleni...

***  Tüm ailesi de Melburn’da olduğu için Eleni’nin artık daha fazla desteği ve daha fazla özgürlüğü vardı. Olağanüstü bir terziye dönüşmüştü Eleni ve 25 sene boyunca terziliğini sürdürdü. Andreas ve Eleni, Marcia Sokağı’ndaki o bungalovdan düzgün bir eve taşınacaklardı, bu arazinin ön kısmında... Burada da sevgili dostları ve komşularıyla mutlu birkaç yıl geçireceklerdi... Bu arada pek çok Rum göçmene de evlerini açacaklardı... Aynı amaç için yaşıyorlardı: Kendileri ve aileleri için daha iyi bir hayat kurmak arzusuydu bu... Ancak bu ev kusursuz değildi. Kanalizasyon yoktu ve ayrıca kuvvetli yağışlarda, evi su basabiliyordu... Yakınlarda, kaldırım döşenmiş bir yol kenarında başka bir ev satışa çıkarıldığında Andreas hemen onu satın almaya koştu... Kendi evlerini satıp aynı miktarda paraya yaşam koşulları çok daha iyi durumdaki bu yeni eve geçtiler. Okul da hemen evin yakınındaydı...

***  Andreas önceleri Sunshine’ın kuzeyindeki Nettlefolds fabrikasında vida ve kopça üretmekteydi... 14 sene burada çalıştıktan sonra Massey-Ferguson fabrikasına geçti, burada da traktörler, tarımsal aletler ve inşaat makineleri üretmekteydiler. Ne yazık ki Nettlefolds fabrikasındaki gürültü ve güvensiz koşullardan ötürü Andreas, işitme kaybına uğrayacaktı... Eleni başlangıçta giden pek çok göçmen işçinin o günlerde yaptıkları işlerin ağır koşullarından ötürü işitme kaybına uğradıklarını düşünüyor. Ancak seneler sonra fabrika yönetimi işçiler için kulak tıkaçları kullanımını getirecekti. Bundan önce gürültülden şikayet eden işçiler kapının önüne konuyordu...

***  Eleni, 1950’li yılların başlarında Avustralya’da Akdeniz’e özgü gıdaların hiç bulunmadığını hatırlıyor. Ancak Çolakis ve Violaris aileleri Kıbrıs’tan gıda ürünleri ithalatine başladıktan sonra göçmenlerin de bu alanda seçenekleri çoğalacaktı. Kent merkezindeki Violaris mağazasında büyük bir şişe zeytin yağı 24 şiline satılıyordu. Zaman içerisinde Melburn’da pek çok evde artık eski ülkelerini hatırlatan yemekler yapılmaya başlanacaktı... Pek çok göçmen ayrıca çeşitli tohumlar getirerek kendi meyva ağaçlarını ve kendi sebzelerini ekmeye başlayacaklardı – bunlar arasında çok sevdikleri kolokas da vardı...

***  Cumartesi sabahları gerçekten çok özeldi çünkü Melburn’un göçmen nüfusunun yarısı Elizabeth Sokağı’ndaki Vikotrya Pazarları’nda toplanıyordu. Eleni ve ailesi için bu pazara gitmek büyük bir olaydı çünkü eşi araba sürmüyordu. Alış veriş çantaları ve üç küçük çocukla Melburn’dan Sunshine’a ve sonra da evlerine kadar olan uzun yürüyüşte gerçek bir mücadele veriyorlardı...

***  Eleni ayrıca haftada bir kez “buz-adam”ın evlerine büyük buz kalıplarını getirmesini hatırlıyor – bu buzları büyük bir metal kutu içerisinde tutuyor, bu da “buzluk”ları olarak işlev görüyordu... Metal kutuda en üst kata buz kalıbı konuyor, alt katlara da bozulacak yiyecekler yerleştiriliyordu... “Soğuk kalıyorlardı” diyor Eleni... Her sabah ekmekçi de kare şeklindeki ekmekleri getiriyordu evlerine, sütçü ise foil kapakılarıyla cam şişelerde taze süt getirmekteydi... 1950’li ve 60’lı yıllarda Melburn’un Sunshine varoşlarındaki toprak yollarda, süt arabalarını çeken atların nal seslerini duymak, yaygındı...

***  Sunshine’a Malta ve İtalya’dan göçmenler gelince, Eleni dahil pek çok Rum ev hanımı, İngilzce öğrenmeye başlamışlardı. Bu, farklı etnik grupların birbirleriyle iletişim kurabilecekleri tek lisandı... Eleni İngilizce öğrenmek istiyordu... Her fırsatta öğrenmeye, yazmaya ve bu yeni dili konuşmaya çalışıyordu... “Benimle birlikte aynı gemide buraya gelen diğer Kıbrıslılar, İngilizce öğrenmediler” diye anlatıyor Eleni...

***  Eleni, kendi kendine İngilizce öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda batı varoşlarında ehliyet alan ilk Kıbrıslırum kadınlardan biri oldu. Araba sürmeyi öğrenebilmesi için dört farklı şöför okulu görevlisi gerekmiş olsa da, nihayetinde başarmış ve ehliyetini almıştı. Kendisiyle gurur duyan Eleni, yeni bir Ford FX araba aldı ve herkes ondan bahsetmeye başladı. Genç ailesiyle birlikte Melburn sokaklarında ilk kez araba kullanıyor ve uzak yerlere rahatlıkla gidebiliyordu artık... Ne yazık ki Andreas, Ekim 2009’da sağlığı bozulduktan sonra hayata veda etti... Eleni ise bir ana kraliçe gibi geniş ailesi ve mahallesinden pek çok dostuyla birlikteydi... “Kıbrıs’tan ayrıldıktan sonra üç kez ülkeme gittim” dedi bana... “Ama burası benim evimdir şimdi... Buradaki tüm Kıbrıslılar da benim geniş ailem gibidir. Evet, Kıbrıs’ın dağlarını özlüyorum ve geçmişteki hayatın farklı şeklini özlüyorum, katlanmış olduğumuz zorluklara karşın... Ancak Kıbrıs da değişmiştir ve benim ailem şimdi buradadır...” Eleni’nin bu son sözcükleri bana “Evimiz, ailemizin olduğu yerdir” deyişini hatırlattı...

***  Eleni’nin kızı Rita’ya güzel annesiyle tanışmamı ve onunla “Kıbrıs’ın Hikayeleri” için röportaj yapmamı sağladığı daveti için çok teşekkür ederim. Rita’nın kızı Eleni’ye de gün boyu bana desteği ve ninesinin aile albümünden fotoğrafları taramama yardımları için teşekkür ederim. Ailenin desteği olmasa, “Kıbrıs’ın Hikayeleri” projesi de mümkün olamazdı...

(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 

Bu yazı toplam 1671 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar