Tufan Erhürman; “Aynaya samimi olarak bakalım”
Tufan Erhürman; “Aynaya samimi olarak bakalım”
Simge Çerkezoğlu
Tufan Erhürman; Yazar, politikacı, milletvekili ve akademisyen. Hem çok yönlü, hem de farklı özellikleri içinde barındıran bir isim. Ancak hepsinden önce düşünür. Hem de bu toplumum içinden yetişen ve yeni nesil arasından öne çıkan bir düşünür. ‘Kıbrıslı Türklerin Halleri’ adıyla yayımlanan iki kitabında bize, bizi kendine özgü düşünceleri ve çıkarımlarıyla anlatan Erhürman, içimizdeki karanlık noktalara adeta ışık tutuyor. Üstelik bunu onulmaz bir umutla önümüze koyuyor.
“KARA GERÇEKLE YÜZLEŞME DENEMELERİ”
‘Kıbrıslı Türklerin Halleri’, bize ilişkin önemli çıkarımların yer aldığı, eleştiri olmaktan çok insanın kendini sorgulama ve bulma halleri. Erhürman’ın deyimiyle ise kara gerçekle yüzleşme denemeleri.
“Çok uzun süreli uğraşın sonucu Kıbrıslı Türklerin Halleri’ni yazmaya karar verdim. Denemeler yaklaşık altı yıllık uğraş sonucu ortaya çıktı. Bu kitaplar biraz da kendimi bu halleri içinde bulma meselesi. Denemeleri ilk başta Adres Kıbrıs ve Gaile’de yazdım. Yazmaya başladıktan sonra ise kendimin de dahil olduğu toplumun hallerine çokça kafa yorduğumu fark ettim. Aslında farkında olmadan böyle bir kitabın pasajlarını yazmaya başladığımı anladım. Bunu fark ettikten sonra da bu yazıları derli, toplu ve sistematik hale getirme çabası içine girdim. Kıbrıslı Türklerin Halleri I’in alt başlığı Kara Gerçekle Yüzleşme Denemeleriydi. Kıbrıslı Türklerin Halleri II’nin, ise Özeleştiri Denemeleri olarak yayımlandı.”
***************
“KENDİMİZİ HEP MAĞDUR HİSSEDEN TOPLUMUZ”
Erhürman diyor ki; izlediğim her film ve oyunda, okuduğum her kitapta kendimi Kıbrıslı Türkleri ararken buluyorum. Hukukçu olan yazarın neden sosyolog veya psikolog gibi topluma kafa yorduğunu merak ediyorum.
“Ben bir hukukçuyum evet ama kendimi hep sosyal bilimci olarak yetiştirmeye çalıştım. Sosyal bilimlerin aslında çok da böyle birbirinden kategorik olarak ayrılabilen ya da kompartımanlara bölünebilen bir şey olmadığını düşünüyorum. Hukukçu mutlaka felsefe, sosyoloji, psikoloji hatta sosyal psikoloji de bilmeli. Elbette bir psikolog ya da sosyal psikolog kadar olmasa da hukuku doğru anlamak için hukuk felsefesi ve sosyolojisini de bilmek gerekiyor. Dolayısıyla bir noktada kendimi sosyal bilimci olarak yetiştirmeye çalıştım. Ne kadar başarılı olduğum ise okuyucunun takdiridir. Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıs benim yirmi dört saatlik işim gibi. Sürekli düşünüyorum. Aynen sizin okuduğunuz alıntı gibi.”
Röportajımız, yaşadığı toplumdan kopuk iki entelektüelin toplumu eleştirme hali olarak sanılmasın. Aksine bu toplumda yaşayan iki insanın yazarak ve okuyarak kendini arama ve bulma çabası içindeydik.
“Burada Kıbrıslı Türkler benim dışımda ve ben onlara yukardan bakıyorum, toplumu eleştiriyorum diye bir şey yok. Bu denemeler son derece içeriden, kendimi de katarak aslında öz eleştiri yaparak yazdığım metinler. Biz Kıbrıslı Türkler kendimizi hep mağdur hisseden ve faili kendimiz dışında yerlerde arayan toplumuz. Hep biraz şikâyet eden ama yaşanılanlardan ve bu ülkedeki olumsuzluktan kendi payımıza düşen sorumluluğu almayan pozisyondayız. Bu kitaplar bu yaklaşımın üzerine gitme halidir. Biraz bunu deşelim ve gerçekten bizim hiç mi sorumluluğumuz yok bakalım istedim. Eğer bu ülkede, Ada’nın kuzeyinde, bazı olumsuzluklar olmuş bitmişse, bizim bunlara karşı hiç mi sorumluluğumuz yok daha iyi ya da başka türlü olması için, hiç mi uğraşamazdık. Yoksa uğraştık da olmadı mı? Yoksa hiç çaba göstermeyerek olumsuzlukların oluşmasında pay sahibi mi olduk? gibi tüm bunları sorgulayan denemeler yazdım. Yine de ben bir şeyleri buldum ve anlatıyorum olmaktan çok denemeler aracılığıyla kendimi de içine katarak toplumu sorgulama halimi okuyucularla paylaşıyorum. İstedim ki ben yazarken, okuyucu da okurken düşünsün ve aynaya samimi olarak bakalım.”
CEMAAT MİYİZ YOKSA TOPLUM MU?
Kitap siyasal anlamda çokça sorduğumuz bir soruya da yanıt arıyor ve ‘cemaat miyiz yoksa toplum muyuz’ sorusunu netleştiriyor. Model olarak ortaya nev-i şahsına münhasır biçim ama çok da iyi bir model çıkamıyor. Üzülüyoruz…
“Cemaat miyiz yoksa toplum muyuz? sorusuna sosyolojinin verilerinden yararlanarak cevap aradım. Biliyorsunuz cemaat ve toplum ayrımı Alman Sosyolojisi’nde çok önemlidir. Her ikisinin de kendi içinde nimet ve külfetleri vardır. Cemaat olmanın temel nimeti dayanışmadır. İçine kapalı bir yapıdır ve herkes birbiriyle dayanışır ve kimse dışarıya itilmez. Ancak çok içe kapalı olduğu için herkes birbirini gözetler ve özgürlükler sınırlıdır. Toplumda ise bu tam terstir. Toplum daha modern yapıdır. Özgürlükler artmıştır. Kimse kimseyi denetlemez, isteyen istediğini yapar. Toplumun dezavantajı ise dayanışmanın bitmiş olmasıdır. Komşuluk ilişkileri yoktur. Aile bağları gevşemiştir. Benim gördüğüm ise cemaatteki dayanışma duygusunu yitirdiğimiz ama birbirini gözetleme ve özgürlükleri sınırlama halini ise sürdürdüğümüzdür. Toplum modelinden ise özgürlük anlayışını benimseyemedik. Dayanışmayı yitirme açısından sadece toplum olmaya yanaştık. Aslında her iki yapının olumsuz taraflarını alan ve olumlu taraflarından uzaklaşan talihsiz bir yapı oluşturduk. İdeali tam tersi olmalıydı. Hem özgürlükler tanınmalı komşu komşuya, aile büyükleri çocuklarına fazla karışmamalı hem de sosyal devlet anlayışının gelişmesiyle, dayanışmayı da ilerletmek gerekmekteydi. Biz bu ideale ulaşmak için çalışmalıydık. Beni Kıbrıslı Türk toplumda en çok üzen bu oldu. Kitaplarımda da bunu deşmeye çalışıyorum. Bunu görelim istiyorum. Örneğin İngiltere ve ABD özgürlük meselesini aşan toplumlar olarak son dönemlerde dayanışma nasıl sağlanabilir konusuna yoğunlaşıyor ve kafa yoruyor. Oysa biz elimizde olan bu duyguyu yitiriyoruz.”
*********************
“KİTAPLAR BEMBEYAZ UMUT BARINDIRMAKTADIR”
Gerek politik hayatta verdiği uğraşlarla gerekse de yazdıklarıyla içinde azımsanmayacak umutlar barındırıyor Erhürman... Bu halleri sanatçıların umutsuz olma lüksünün olmayışını hatırlatıyor.
“Kitaplarım özeleştiridir ama kendi içinde de umudu barındırırı çünkü özeleştiri aslında böyle bir şeydir. Ben kendimdeki eksikleri fark edebiliyorsam elbette o eksikleri tamamlamak için de uğraşacağım. Eksikleri tespit etmek, onları tamamlama ve gerçekleştirmenin ilk adımıdır. Dolayısıyla kitaplarım ilk bakışta karamsar gibi görünse de kendi içinde bembeyaz umut barındırmaktadır.”
Etrafıma bakıyorum, hep başkası olma hali içinde akıp giden yaşamlar görüyorum. Yazar da kitaplarında Kıbrıslı Türklerin hep başka biri, başka bir şey olma hallerine değiniyor. Buna anlam arıyor.
“Kıbrıslı Türklerin başka bir şey ya da başka birisi olma çabası ya da başka toplumların bu yönde çabası varsa bu aslında özünde psikolojik olarak kendini beğenmeme ve sevmemeyle ilgili olabilir. Eğer biz kendimizi beğenmediğimizi açıkça söyleyebilirsek tedavi böylece başlayabilir. Oysa bunu örter ve bastırma aracı olarak kendinizi beğendiğinizi söylerseniz aslında beğendiğinizi söylediğiniz şey sizin olmadığınız ve olmayı istediğiniz bir şeyler haline dönüşür. Çok ilginçtir, sömürgecilik sonrası toplumlarda anti sömürgeci anlayış yaygınlaşır. Çünkü mücadele sonucu bu günlere gelinilmiştir. Belki inanmayacaksınız ama bizim kadar kendi sömürgecisine hayran toplumları çok aradım ama hiç bulamadım. İngiliz idaresini kastediyorum. Hala bugün aramızda “biz zamanında çok iyiydik, çalışkan ve disiplinliydik ama sömürgecimiz gitti, kendi kendimize kalınca da böyle olduk” diyenler var. Aslında biz çok iyiyiz ama dışarıdan gelen müdahaleler sonucu bugünlere geldik diyoruz. Gerçekten akıl almıyor. Hiçbir toplum İngiliz sömürge idaresine hayranlık duyamaz. Hindistan’da neler yaptıkları ortada. Böyle bir idareye hayranlıkla bakılmaz ve anılmaz. İngiliz idaresi sömürge idaresiydi. Biz de bu idaredeki sömürülen gruplardan biriydik. İngiliz sömürge idaresi modern bir devlet idaresiydi belki ama yine de sömürgeydi. Oysa kendimizde olumlu gördüğümüz tüm hasretleri onlarla açıklamaya çalışıyoruz. O dönem bizim olduğumuz şey değil aslında. Onların yarattığı idarenin ürünüydük. O dönem için beğendiğimiz hiçbir düzeni biz kurmadık. Kendimizi İngilizlerin yaptıklarıyla anlatma çabamız aslında kendimiz değil onlar olma çabamızı göstermektedir. Bundan vazgeçmek gerektiği kanısındayım. Önce kendimiz sonra da özne olmamız lazım. Temel meselemiz özne olamayışımız ve daha kötüsü bunu hep başkaları üzerinden açıklamamızdandır. Özne olamayışımızı başkaları ile açıklıyorsak özne olmak için de yine o başkalarına ihtiyaç duyduğumuz gerçeğini ortaya çıkarmış oluruz.”
Özne olmanın ne anlama geldiğini de açıklayan yazar, bu yolun yüzleşmekten geçtiğini ısrarla, inatla hatta mimikleri ve beden diliyle de anlatmaya çalışıyor.
“Özne olmak kendi içinde olan kendinden olan bir şeydir. Sıkıntımız budur. Bizler kendimiz olmalıyız. Başkaları değil. Başkası gibi olma çabasından bir an önce vazgeçmeliyiz. Bunun da başlangıç noktası maalesef sancılıdır. Önce ne olduğumuz ve ne olmadığımıza karar vereceğiz. Gerçeğini önümüze sererek sonra aynaya baktığımızda olduğumuz şeyle yüzleşmeliyiz.”