1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Tuncer Bağışkan’ın hayat hikayesi... (1)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Tuncer Bağışkan’ın hayat hikayesi... (1)

A+A-

Hiç beklenmedik biçimde, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz değerli araştırmacı-yazar, arkeolog Tuncer Hüseyin Bağışkan abimizi, 2005’te onunla bu sayfalar için yaptığımız geniş bir röportajla anmak istiyoruz...

“Lefkoşa’nın belleğine yolculuk” başlıklı bir dizi röportaj çerçevesinde, Tuncer abimizle de konuşmuştuk... Bu röportajında bize hayatını ve Lefkoşa’yı anlatmıştı... Tuncer abimizle bu röportajımız Kasım 2005’te YENİDÜZEN’de yayımlanmıştı...

Röportajımız, “Ömerge mahallesinde doğan, Kaymaklı’da büyüyen Tuncer Bağışkan anlatıyor:  Ömerge mahallesinde Karagöz oyunları” başlığını taşıyordu.

Röportajımız şöyleydi:

Tuncer Bağışkan, bir kuşağın, çocukluğunu ve gençliğini yaşayamamış bir kuşağın simgesi gibi... Lefkoşa’da doğmuş, büyümüş – ilk gençlik yılları mevzilerde geçmiş... Onu tanımayan yok gibi... Kıbrıs’ın tarihi ve kültürel mirasının korunması için ömrünü mücadele içinde geçirmiş... Eski eser kaçakçılıklarını ya da tarihi-kültürel mirasımızın nasıl yok edilmekte olduğunu onun kaleme aldığı yazılardan okuyoruz...

Onunla Kumsal’daki evinde Lefkoşa’yı konuşuyoruz.

Röportajımız şöyle:

 

Soru: Tuncer bey, hangi sene doğdunuz?

Tuncer Bağışkan: 21 Ocak 1947... Biz o zaman Ömerge mahallesinde oturuyorduk... Ömerge mahallesi dediğim, Ömerge camisinin hemen arkasında otururduk...

 

Soru: Şimdi Rum tarafında kaldı...

Tuncer Bağışkan: Evet...

 

Soru: Karışık bir mahalle miydi orası?

Tuncer Bağışkan: Türk ve Rum mahallesiydi orası... Belediyede çalışan Eşref Beyler orada otururdu, Onbeşoğlu vardı kırtasiyeci, oralarda otururlardı, Pervin teyzem otururdu, Peyker teyzem otururdu... Bir Münevver hanım vardı, o otururdu... Küçüklük aklımla hatırlayabildiğim kadarıyla bunlar vardı...

 

Soru: Babanız imam mıydı?

Tuncer Bağışkan: Yok, esasında benim babam kunduracıydı... Biliyorsunuz, o dönemde kunduracılık, Türklere özgü bir meslek dalıydı... Ancak İkinci Dünya Savaşı gelince, kunduracıların çoğu işsiz kaldı. Bu insanlar işsiz kalınca, mesela babamın örneğinde olduğu gibi, askere yazıldı... Babamın adı Hüseyin Nevzat Hasan... Annemin de Ayşe Hüseyin...

 

Soru: İkisi da Lefkoşalı mıydı yoksa birceez köyden mi geldiydiler?

Tuncer Bağışkan: Babam esasında Mitsadalı idi, annem İstincolu, Baflı idi. Ancak biliyorsunuz o dönemde çok fakirlik olduğu için, çoğu Baf köylerinin insanları, yerlerini bırakmak suretiyle Lefkoşa’ya gelip yerleşmek, hatta bazıları, kız çocuklarını besleme olarak vermek için gelirdi... Dedem Mitsada’dan kaçıp buraya geldiği zaman arabacılık yapmaya başladı, katır arabası varmış o zamanlarda... Katır arabası sahibi olmak, bir avantaj sayılıyormuş çünkü o dönemlerde İngilizler yolları asfaltlarlardı ve benim Hasan dedem de, epeyi de güzel para kazanırmış... Parası güzelmiş galiba.

 

Soru: Bütün sömürgeciler de yol yapmayı sever galiba!...

Tuncer Bağışkan: Kayıtları da karıştırdığım zaman, mesela bir köyün yanından bir yol geçecekse, o köyün insanlarını da alırlarmış ve orada ücretsiz olarak çalıştırırlarmış. Yani öyle bir kayıtlar da bulabildim ve ilginç geldi bana, böyle bir angarya çalıştırma! Babam o zaman kunduracılığı öğrendi, kardeşi de kunduracıydı esasında...

 

Soru: Dükkanları neredeydi?

Tuncer Bağışkan: Dükkanları yoktu bunların, daha ziyade başkalarının yanında çalışıyorlardı. Mesela son Kamil Tuncel beyin sendikacılıkla ilgili son kitabını okudum. Amcam Halil Dinçer’di – Kamil Tuncel, bu kitabında, ustalarından birinin de o olduğunu ve PEO’da idareci pozisyonda birileri olduğunu yazıyor. Bu da çok hoşuma gitti. Tabii, daha sonraki dönemlerde amcam Kıbrıs’tan kaçmak durumunda kaldı, o kaçtı, biliyorsunuz, kaçmayanların durumunun da ne olduğunu... Öyle bir olay oldu. Babam esasında kunduracılıkta işsiz kaldığı için 46 yılında askere yazıldı. Süveyş’e gitti... İzinli geldi buraya, sonra ayrıldı, ben 1947’de doğdum – geldiği zaman beni hazır buldu. Sık gelme yoktu o dönemlerde. Annemin söylediğine göre ben Genel Hastane’de doğdum... Ablam Selma, benden 2 yıl büyüktür. O evde doğmuş, ben hastanede doğdum. Babam, Ömerge’de iç güveyisiydi. Hacıyorgacis Gornesius’un – o şu anda müzedir – yanındaki dar sokağın içerisinde kalıyorduk... Komşularımız arasında üç Türk vardı, öbür komşularımızın hepsi Rum’du... 53 yılındaki depremi hatırlarım... 53 yılındaki depremde, bir duvar kenarındaydım... 5-6 yaşlarındaydım ama o beni öyle bir etkilemişti ki onu hala daha unutmam... Duvarın böyle dibine sindiydim – zaten annem bağırıyordu, “Duvarın yanında kal!” diye... Duvar çökseydi, altında kalacaktım, o başka mesele! Şiddetliydi esasında o deprem...

Biz Ömerge’de kalırken, belli bir süre sonra  Vali Konağı diye bir yere gönderdiler bizi... Drus diye bir adam vardı – bu Drus daha sonra Ağırdağ’a geldi ve hayvan yetiştirirdi, koşu atları yetiştirirdi. Babam onun yanında çalıştı, sonra biz gene Ömerge’ye geldik.

Ömerge’de hatırladığım, Rumlar’la pek kavgamız yoktu... İşte Rumlar-Türkler kavga etsin gibi bir şeyler yoktu... Yalnız hep hatırlarım: anneciğim, nenem, böyle kapının önünde oturur, ya bir şey örerler, ya fasulye, mulihiya ayıklarlardı, bunun gibi bir şeyler yaparlardı. Ama hep öğlenden sonra, insanların kapıların önüne çıkıp da oturduklarını hep anımsıyorum... O çok güzel bir anımdır...

Bir keresinde bir Rum kızı vardı, onu biraz tahrik ettik, yılbaşı günlerinde oyuncak silahla bir şeyler yaptık, orasına burasına – o da eline bir demir geçirdi – dudağımın üstündeki bu işaret oradandır! Zaten kaç yaşındaydık biz? 5 yaşında! Türk-Rum kavgasına girmeyen bir olaydı! Ablam da bunu çok iyi hatırlar, Karagöz oyunlarını hatırlıyoruz...

Şimdi bazı geceler, Rumlar gelirdi, Karagöz oyunu oynatırlardı bu Hacıyorgacis Gornesius’un evinde bir bahçelik vardı, orada... Ve bu insanlar gelirdi geceleri, biz soğan, patates falan verirdik ve seyrederdik...

 

Soru: Yani soğan-patates karşılığı seyrederdiniz!

Tuncer Bağışkan: Evet! Evden alırdık bunları! Çok hoşumuza giderdi, gülerdik, eğlenirdik!...

 

Soru: Türkçe miydi, Rumca mı?

Tuncer Bağışkan: Hatırladığım kadarıyla hareketlere gülüyorduk – tabii tiplere de! Gollidiri tipleri vardı içinde – bizde Karagöz-Hacivar vardır ya, onların bir de Gollidirileri vardır! Ancak bir kitabı okurken, bu Ömerge hamamının içerisinde çalışan bir Rum’un o bölgede dolaşmak suretiyle Karagöz oynattığını öğrendim... Belki da oydu... Tabii neydi? Suna teyzem de vardı benimle ve ablamla – biz hırsızlama alırdık evden soğan ve patatesi... Hırsızlama aldığımız için, bir gün hatırlarım, babam bir güzel dayak attı bize! Çünkü soğanları, patatesleri, götürürdük Karagöz oyununa verirdik! Böyle güzel bir olaydı...

Gece lambalar yanardı, bizi balkonlara çıkışında yüksek merdiven ayakları vardı, onun üzerinde dizerdi bizi ve karşı tarafta oynatırdı... Gornesius hakkında o zaman hiçbir şey bilmezdik – babamız bize “Burası harabedir, insanları yakalarlardı, burada kazığa oturturlardı, tehlikelidir, hortlaklar var” şu bu derdi – biz bu harabelerden mümkün olduğu kadar kaçardık... Meğersem Osmanlı döneminde, orasının sahibi bir Dragoman’dı... Osmanlı adına para alan bir kişiydi.

 

Soru: Belki de Gornesius İtalyan ismidir...Latin yani...

Tuncer Bağışkan: Latin kökenli... Zaten o dönemde biliyorsunuz, Dragoman olabilmek için, para toplayabilmek için, Osmanlı bu insanların Türkçe’yi, Rumca’yı iyi bilmesini ve bir de eğitiminin çok güzel olmasını isterdi... Osmanlı’nın onayıyla yani padişahın fermanıyla bu insanlar Dragoman olabilirdi. Çok muteber insanlar olması lazımdı çünkü toplumun içinde, Osmanlı’yla Kilise bir pazarlığa giderdi ve Kilise ile Osmanlı’nın arasında bir bağdı Dragoman... O topluma kabul ettirirdi, bu kadar vergi verin diye ve o da ara yerde bir komisyonluk falan alırdı... Güzel bir konaktı... Son gittim gördüm orasını – gerçekten güzel olmuş. Şimdi restore ettiler ve müze olarak açtılar. O dönemden hatırladığım bir de, yılbaşı günlerinde Ayvasili törenleri... Her daima yeniyıl geldiğinde işte çalgıcılar, Ayvasili kıyafeti giyen insanlar, işte çocuklar arkalarında heşehalar çekerek evleri dolaşırlardı ve kapıların önünde keman filan çalarlardı ve insanlardan para toplarlardı... Hepsinin evinin önünde dururdu ama en çok hatırladığım, o kuyruğun içerisinde obir Rum çocuklarıyla koşturup da heşahe çekme! O dönemleri hiç unutmam...

 

Soru: Rum çocuklarla oynardınız herhalde... Rumca’yı ufak-tefek, ilk orada mı alıştıydınız?

Tuncer Bağışkan: 7 yaşındaydım, zaten Rum komşularımız olduğu için, onların konuşmalarını duya duya öğrendiydik yani... Ancak 7 yaşından sonra, biz ayrıldıydık... Babamın kayıtlarını buldum. 1955 yıllarına doğru, 1954-55 yıllarında, babamın bir Rum arkadaşı vardı, Kaymaklı’da yapacağımız evlerin planlarını çizmiş. O dönem herhangi bir kaygı yoktu, işte “Bir Türk mimara gidelim da plan çizelim” filan şu bu... Herkesin bir dostu vardı o tarafta, Rum-Türk farketmezdi...

 

Soru: Kaymaklı’da arsa aldıydı da ev mi yaptırıyordu babanız?

Tuncer Bağışkan: Evet... İç güveyisiydi babam... Bilmiyorum, o dönemlerde babamlar bir şeyler mi sezinledi? Türk-Rumlar arasında... Ahbapları da vardı esasında, babam o zaman vardiyandı... Arkadaşları hep Rum’du... Ama biz bilmiyoruz neden, daha emin bir yerlerde olmak için? Kaymaklı’da Muhtar Yusuf’un olduğu yerde, Zehra Özgür’ün evinin hemen arkasında, Muhtar Yusuf’tan arsa aldıydı, oraya evler yaptıydı.

 

Soru: Ve taşındınız...

Tuncer Bağışkan: Taşındık...

 

Soru: Kaymaklı nasıl bir yerdi o zaman? Hatırlarsınız?

Tuncer Bağışkan: O dönem böyle Mandrez’e baktığımız zaman, her yer tamamen ovalık ve Mandrez gözükürdü... Tek tük evler vardı, önümüzde tarlalar vardı – o tarlalar ekilirdi... Ben hala daha hatırlarım, o tarlaları ekerlerdi. Ve ondan sonra dönüp hayvanlara yem olarak kullanırlardı.

 

Soru: Tren yolu geçer miydi oralardan?

Tuncer Bağışkan: Biz esasında şu anda, Terminal binasının hemen önündeki yerde kalırdık – oradan bir “by-pass” geçerdi. Ben gayet iyi hatırlarım, “by-pass”ın üzerinde deve katarlarını... Mağusa’dan Güzelyurt’a doğru hep geçtiklerini hatırlarım bu deve katarlarının... Gayet iyi hatırlarım, bu deve katarları geldiğinde, aşağı yukarı biz üç-dört arsa ötedeydik, ve koştura koştura “by-pass” yoluna giderdik, sırf develeri görmek için. Yani “by-pass” yolu da nedir? Küçük Kaymaklı “roundabout”u (kavşağı) var ya? Kumsal’a doğru çıkan yol, “by-pass” yoluydu bizim... O dönemde, o develeri hatırladığım gibi, bir ara bir bomba patladı, bir yere bir bomba koydular ve o dönemde evler hep İngilizlere kiralanırdı... Ve o dönemde o evlerden bir tanesinde, iki EOKA’cıymış bunlar, bir yerlere bomba koymuşlar ve kaçarken, jungle rifle’la çıktı İngiliz ve arkalarından ateş ederdi! Zaten o dönemler, bizim “curfew” dediğimiz, örfi idare dönemleriydi ve ikide birde sokağa çıkma yasağı ilan edilirdi ve gayet iyi hatırlarım, İngiliz askerleri bir manga olarak – 9 kişi mi, 11 kişi mi ne – mahallelerde devriye gezerlerdi ve biz de alay ederdik onlarla: “Hallo Coni, endir doni, görelim oni!” derdik!...

55 yılında oraya geldiğimizi varsayarsak, herhalde 56-57 yıllarındaydı, bir kiracımız vardı İngiliz, çok iyi birisiydi... İngilizlerin eğlenceleri nasıldı derseniz bana, bunların bir NAAFİ’leri vardı – bu “NAAFİ” denen yer, şu anda Lidra Palas’ı çıktığınız zaman, sağ tarafınıza baktığınız zaman, biraz gittiğinizde, orada bir yerdi. Onun içerisinde böyle sinema geceleri düzenlerlerdi zaman zaman, beni de oraya götürürlerdi kiracılarımız... Mr. Artur’du adamın adı, hanımının adı da Juli gibi bir şeydi... Artur’u unutmam – Royal Horse Guard Regiment’teydi bu...

 

Soru: Atlı polis yani...

Tuncer Bağışkan: Zaman zaman bir hafta ortadan kaybolurdu... Sanırım bu EOKA’cılarla ilgili, dağlara filan giderdi. Geldiği zaman bir teneke kutunun içerisinde çikolata getirirdi bize. Büyük neskafe tenekeleri gibiydi bu tenekeler, içerisinde de beş tane çikolata vardı. Açardınız ve beş tane çikolata çıkardı tenekeden. Onu hiç unutmam, bizim bir eğlencemiz olurdu o dönemlerde!

 

Soru: Kaymaklı’da sadece Türkler mi vardı? Rumlar da var mıydı? Veya Ermeniler veya başka birileri var mıydı?

Tuncer Bağışkan: Bizim mahallede bir Kosta’nın ailesi vardı – beş tane Rum aile vardı bizim mahallenin içinde... Bu Kosta’yla iyi arkadaştık, oynadığımı hatırlarım, ancak bu insanlarla kavgamız kalabamız, herhangi bir şey yoktu. Yalnız bir Rum kadını vardı, o kadın bize, böyle Ortodoks dininin dışında kitaplar getirirdi ve satardı... Bilmiyorum, değişik bir mezhepten olduğu inancındayım ama hangisidir bilemiyorum. Bir de en çok hatırladığım, Rum okulu vardı orada, şu andaki Gülen Yüzler Anaokulu... Ve 60’lara yaklaşırken, birileri söylerdi herhalde bize, gider o okulu taşlardık, camlarını kırardık, içine girerdik ve tebeşir alırdık onun içerisinden... Onu hatırlarım... Ondan sonra durdu bu şeyler. 1963’e kadar, o Rum okuluydu. Rum çocukları bizim evin önünden geçerdi... Bizim evin karşı tarafında işçi evleri vardır, bu işçi evleri de şu anda Peugeot garajı vardır, onun arkasındaydı... Sonraları yaptıydılar bu işçi evlerini, ilk gittiğimizde yoktu...

O dönemde biz Küçük Kaymaklı İlkokulu’nda okurduk... Küçük Kaymaklı İlkokulu’nun bir yeri çukurdu ve yağmur yağdığı zaman içeride su birikirdi – çok derin bir su birikirdi... Ben hiç bilemezdim orası niçin çukurdur. Son o kitabı yazarken öğrendim ki, Samabahça’nın evleri yapılırken, kerpiçlerin kesilmesi için, oradan toprak almışlar ve orası çukur kaldı... Onu öğrendim.

O dönem Özden’in babası Nazım Bey bizim hocamızdı. Eli maşalı bir hocamızdı! Çok sert ama çok iyi bir öğretmendi! Elinin işaret parmağını kıvırıp kafamıza vurduğunu hatırlarım! Ama o dönemde gene bizim iyiliğimiz için yaptığı bir şeydi. Erol Erozan vardı bizim öğretmenimiz, Vijdan Hocanım vardı, sarışın, onu çok severdik. Ona gıpta ederdik çünkü güzel bir velesbidinan gelirdi okula!

 

Soru: Kaymaklı okulu neredeydi?

Tuncer Bağışkan: Şu anda Demirkıran’ın arkasını düşünün, orasıydı...

 

Soru: Kapalı mıdır orası şimdi?

Tuncer Bağışkan: Askeri bölge gibidir – camiyi açtılar şu anda. Ama Kaymaklı’nın içerisine gidip da bakamayız... Bir da hatırladığım, İrinya diye bir kadın vardı, bakkal... Bu kadın hep fıçı şarabı satardı, konyağı satardı... Ve babam da en çok “Estergo Şarabı” severdi... Burukumsu bir kırmızı şaraptı bu. Bir de tatlı şarap alırdı esasında... Şişeyle giderdik, fıçının üzerine koyardı, bir da çeşmesi vardı tahtadan, doldururdu. O kadının şaraplarını hiç unutmam... Kilise’nin yanındaydı, daha sonra polisin yanına taşındı.

Yoğurtçu Musamızı hatırlarız – bizim en meşhur simalarımızdan bir tanesiydi...

 

Soru: Onunla ilgili ne hatırlarsınız?

Tuncer Bağışkan: Yoğurtçu Musa çok şişman bir adamdı, üç tekerlekli bir motoru vardı. Motora bindiği zaman, motordan daha büyük bir adamdı! Çok uzun bir yolumuz vardı, bizim yolun başından te bize gelene kadar, “Y” ile başlardı, bizim kapının önünde “cu”yla bitiridi! “Yoğurtçuu” diye! Ve Kaymaklı Kulübü’nün de amigosuydu ve maçlarda hep büyük tezahürat yapardı! Ben görmedim ancak daha sonra duydum – “by-pass”ta giderken, bir araba motoruna çarpmış ve vücudu arabanın altında kalmış ve güçlükle arabanın altından çekebilmişler diye anlatılıyor!

Biz ilk gittiğimizde televizyon yenile çıktıydı. O dönemde bizim televizyon seyretme olanaklarımız yoktu. Herkesin evinde televizyon yoktu... Televizyon, bazı varlıklı kişilerin evinde vardı ve hatırlarım Cuma gecesi geldiğinde, herkes o insanların evine giderdi çünkü Cuma geceleri Türkçe film gösterirlerdi!

 

Soru: Sinema gibi dizilir seyrederlerdi!...

Tuncer Bağışkan: Evet... Hatırlayabildiğim kadarıyla, bir iki kere de ben geldim – Eyüp Dayı vardı, veteriner, kızı Ülkü vardı, bir iki kere oraya gittiğimi hatırlarım. Niye hatırladığımı da sorarsanız, o dönemde Eyüp Dayı’nın kızı Ülkü vardı – bana daktilo dersini ilk veren o oldu... Şu anda daktilo bilgim varsa, Ülkü ablanın öğrettiklerindendir... Evlerin dışında bir de kahvehanelerde vardı televizyon. Kilise’nin yanında Kamil Dayı’nın kahvesi vardı – iki tane kahvehane vardı zaten, Rumların da bir kulübü vardı, şu anda Demirkıran’ın karşısında olan binadaydı, ona giderlerdi, o mahalle karışıktı... Ben bir keresinde evden kaçıp da,  Kamil Dayı’nın kahvesine gittim, televizyon seyretmeye başladım dışarıdan – babam gördü beni, eve gelince bir güzel dayak attı bize! Çünkü o dönem çocukların kahveye gitmesi, olamazdı! Öyle bir şey olamazdı!

 

Soru: 1963’ü hatırlar mısınız?

Tuncer Bağışkan: 1963 yılında ben lise son sınıf öğrencisiydim, 16 yaşındaydım... Bizim dönemde şöyle bir şey vardı – ben Ocak 1947’de doğduğum için, iki sene de Zehra Növber Anaokulu’nda okuduğum için, o dönemde bir kaide vardı – iki sene anaokulunda okuduğunuz zaman, ilkokul birinci sınıfta bir imtihana tabi tutarlardı sizi, geçerseniz, sınıf atlardınız. Biz dört kişiydik hepsi ama benim yaşıtım olan arkadaşlar, hep benim arkamdan geldi. Sınıfta dört kişiydik yalnız, 46 doğumlularla okuyan...

 

Soru: 1963’ten önce herhangi bir gerginlik hatırlıyor musunuz Lefkoşa’da? Mesela ortaokul-liseye nerede gittiniz?

Tuncer Bağışkan: Ben ortaokulu Bayraktar’ın içinde, yani şu anda Turizm Bakanlığı olan binanın içinde okudum... Celal Bayar Lisesi’ydi bu. Kız Lisesi de Adnan Menderes’ti! Ticaret Lisesi’nin karşısındaydık. Birinci sınıfı tımarhanenin içinde okuduyduk, sonraki iki seneyi Celal Bayar’da okuduk. Arkasından Lise 1’nci sınıfta, elçilik binasının olduğu yerde ilk okuyan biz olduk... O zaman gittiğimizde, yarım inşaattı herhalde, kolum kalınlığında gavulyalar vardı onun içinde ve bize derlerdi ki “Yemeyin bunlardan, ölü yağıyla beslenir bunlar!”

 

Soru: Çünkü orası mezarlıktı!

Tuncer Bağışkan: Mezarlıktı, biliyorsunuz... O bakımdan 63 hadiselerini hatırlıyorum. 1963’te 21 Aralık günü hadiseler çıktığında, ertesi günü okula gittik. Okula gittiğimiz zaman öğretmenlerimiz bizi topladılar ve dediler ki “Akşam Türkler’le Rumlar çatışmaya girdiler...” O dönemde başkan olarak Erol Özçelik vardı, Altay Hoca vardı, o gün de bellerinde birer tabanca vardı. Bir sağa koştururlardı, bir sola koştururlardı... Ve bize Rumların Atatürk heykelini kurşunladığını söylediler, topladılar bizi, Atatürk heykelinin olduğu yere gittik. Bir şeyler gösterdiler, “Rumlar burasını kurşunladı” filan gabilinden. Biz tabii bağıra çağıra bahçeye gittik, tam o sırada Meclis’in tarafından bir landrover araba geliyordu – landrover arabanın geldiğini görünce biz yola atılmaya kalktık, üzerlerine doğru atılmaya çalıştık... Tam o sırada bir namlu çıktı dışarı ve iki el ateş etti, biz yere yattık. O dönemde iki arkadaşımız yaralandıydı. Biri Mustafa Varoğlu’ydu, öbürünü bilmem... Hakim idi bu çocuk, Mağusa’da hakimdi, zayıf bir arkadaştı, geçmiş yıllarda kanserden vefat etti o da...

 

Soru: Yani o araba, Rum arabası mıydı?

Tuncer Bağışkan: Landroverdi, polis arabasıydı... Tabii ki şimdi düşünüyorum, eğer silahları olmasaydı ve bizim o hücumumuzda, talebeler yola atlamış olsa, arabayı da devirecekler, linç de edeceklerdi kendisini... Yani birebir yaşadığımız bir olaydır bu... Arkasından Lidra Palas’a doğru yürüyüşe kalktık yalnız bizi engellediler, bu işin bildiğimiz gibi olmadığını söylediler. Ve okulların tatil edildiğini söylediler.

Ve biz de o gün okuldan Küçük Kaymaklı’ya gittik, gerisin geri... O dönemde aşağı yukarı biz dört gün süreyle Küçük Kaymaklı’da kaldık. O dönemde işte bütün mahallenin insanlarının bizim arka araftaki ve ön taraftaki eve toplandığını, bir arada kaldığımızı hatırlarım. Silah sesleri geliyordu... Silah sesleri iki yerden geliyordu – bir polisten gelirdi, okulun karşısındaki polisten... Bir de bu son yaptıkları işçi evlerinden, Pegeot garajının olduğu civardan, yani “by-pass” yolunun gerisinden. Hatta Ayhan diye bir çocuk vardı, gayet iyi hatırlarım. Arabasıyla geçerken işçi evlerinden taradılar onu... Ayhan’ı da geçtiğimiz yıl içinde Limasol’da buldum... Limasol camisinin hemen yan tarafında bir restorantı vardır, onu çalıştırıyor. O günleri yadettik...

O dönemde hiç unutmam, babama üç tane el bombası getirdilerdi. Dediler ki “– Dodo mu, Cici mi – onun evinin içerisinde – bunlar da Rum mahallesinde oturur – Rumlar mevzilendi ve bize ateş ederler, gideceksiniz ve bu el bombalarını bu Türkler’in evine, kümesin yanındadır, oraya atacaksınız!”

 

Soru: Türkler’in evine!...

Tuncer Bağışkan: Evet, Türkler’in evine!  Ya Dodo’ydular, ya Cici...

 

Soru: Dodo dediğiniz Kıbrıslı Türk müydü?

Tuncer Bağışkan: İkisi da Türk’tü, ikisi de arkadaşımız... Onların babalarının evine... Babamlar gittiler, baktılar... Hatırladığım kadarıyla o bombaları atmadılar çünkü o bombayı mutfakta getirdi, gördüm. Hatta biz dört gün sonra Kaymaklı’dan kaçtığımız zaman, o bombaları götürüp de verdiğini hatırlarım verenlere!

tuncer-bagiskan-001.jpg

(Devam edecek)

Bu yazı toplam 3014 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar