Tuncer Bağışkan’ın hayat hikayesi... (2)
Hiç beklenmedik biçimde, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz değerli araştırmacı-yazar, arkeolog Tuncer Hüseyin Bağışkan abimizi, 2005’te onunla bu sayfalar için yaptığımız geniş bir röportajla anmak istiyoruz...
“Lefkoşa’nın belleğine yolculuk” başlıklı bir dizi röportaj çerçevesinde, Tuncer abimizle de konuşmuştuk... Bu röportajında bize hayatını ve Lefkoşa’yı anlatmıştı... Tuncer abimizle bu röportajımız Kasım 2005’te YENİDÜZEN’de yayımlanmıştı...
Röportajımız, “Ömerge mahallesinde doğan, Kaymaklı’da büyüyen Tuncer Bağışkan anlatıyor: Ömerge mahallesinde Karagöz oyunları” başlığını taşıyordu.
Röportajımız devamla şöyleydi:
Soru: Geri verdi...
Tuncer Bağışkan: Geri iade ettiğini hatırlarım... Biz dört gün süreyle hep kurşun sesleri duyduk, ondan sonra bir talimat geldi bize, “Kaçacaksınız!...” dediler. Bir adam geldiydi, çünkü oydu babamlarla, yahut da erkeklerle temas eden. “Kaçıyoruz, kaçacaksınız” filan dedi. Biz da toplandık, tarlaların içerisinden, bu ambarların yolunu izleyerek Girne Kapısı’na çıktık ve o dönemde Şahin Sineması’nın içerisinde kaldıydık...
Soru: Kışlık Şahin Sineması...
Tuncer Bağışkan: Evet, kışlık Şahin Sineması’nın içerisinde kaldık...
Soru: Kaçarken ne hissettiydiniz? Mesela ne almaya çalıştıydınız yanınıza?
Yoksa zaten gidiyoruk, döneceyik gibisinden miydi hava?
Tuncer Bağışkan: Hiçbir şey almadık, hiçbir şey! Yani kaçacayık? Düşünebilir misiniz, babam motorunu bile almadı. Biz üzerimize herhangi bir giyim eşyası dahi almadık, annemin ziynet eşyaları filan kaldı, sanki da biz bir yerlere gideceğiz ve ondan sonra gene geleceğiz gibi bir şey oldu. Çünkü biz yollarda Rum da görmedik biz kaçtıktan sonra bir de olay vardır, Rumlar ancak üç gün sonra bizim kaçtığımız yere geldi! Yani bütün Kaymaklı kaçtı da ondan sonra Rumlar girdi oraya... Yani herhangi bir çatışma, Rumların orasını alması sözkonusu değil...
Soru: Direk boşalttılar yani...
Tuncer Bağışkan: Direk boşaltıldı... Tabii o zaman söylendiğine göre, işte mermiler patlamamış, rutubetliymiş, şu bu... Ancak benim görebildiğim kadarıyla yani bu hadiseler çıktıktan sonra, Türkler gönüllü olarak Küçük Kaymaklı’yı boşalttılar. Yarısını Lefkoşa’ya, “by-pass”tan o tarafa olanlar Mandrez köyüne kendiliklerinden gittiler. Biz geldik tabii o zaman, gelince, Şahin Sineması’nın içinde kaldık 3 gün... Biz biraz yetişkin yani 17-18 yaşında olduğumuz için geceleri sivil kişiler gelirdi, bu gençleri toplarlardı ve o Tekke Bahçesi’nin içinde açılan mezarları biz açardık ve insanların ölüleri gömdüklerini görürdük... Bize derlerdi ki “Ortaya gömdüklerimiz Türkler’dir” – bahçenin doğu tarafında duvarın dibi vardı, oraya da Rumları gömerlerdi – oraya da mezar yeri açardık... İşte, çeşitli ölüler...
Soru: Görür müydünüz yani ölüleri?
Tuncer Bağışkan: Evet... Çarşafın içerisine, pattaniyanın içerisine sarılı olanları en azından hatırlıyorum, öyle bir şey...
Soru: Yani bunlar tek tek mi gömülürdü yoksa toplu mu gömülürdü?
Tuncer Bağışkan: Benim hatırladığım kadarıyla hima gelirlerdi, hima giderlerdi... Yani Türkler de aynı... Rumlar da aynı... İşte Türkler bu tarafa, orta tarafa... Hatırladığım kadarıyla daha sonra bu Kazım’ın Kahvesi’nin yapıldığı yerlere de gömülürlerdi...Hatırladığım kadarıyla Tekke Bahçesi’ne girdiğimiz zaman sağ tarafta silah yapan Ömer Usta vardı, onu biraz geçtikten sonra esas, kazardık... Zaten o kahveler yapılırken, bir hali ceset kalıntılarının çıktığını kaynatam söylediydi bana...
Soru: Herhalde bazı kayıplar da onlardır...
Tuncer Bağışkan: Olabilir... Yani “kayıp” dedikleri, bunların hesapları, kitapları yoktu ki... Kim tutardı, hiç bilemiyorum... Tabii ondan sonra biliyorsunuz, bizim Kaymaklı’dan kaçanlar ya da köylerden kaçanlara bir “raşın” sistemi getirdiydiler... İnsanların herhangi bir gelir kaynakları yoktu – işte memurların o dönem paraları belli bir dönem verilmedi, arkasından hepsine standart olarak 30 Kıbrıs Lirası verilirdi...
Soru: Galiba kadın memurlara 15 Kıbrıs Lirası verilirdi, yani erkeklerin aldığının yarısı...
Tuncer Bağışkan: Olabilir... Erkeklere 30 veriyorlardı... Biz de galiba her gün mü, iki günde bir mi ne, mahkemenin tam karşısında, postanenin karşısında Rifat Şener’in kurduğu bir bina vardı. Orada verirdi yardımları... Haftada iki kere veya üç kere ben giderdim, alırdım...
Soru: Ne alırdınız?
Tuncer Bağışkan: Pirinç verirlerdi, şeker verirlerdi... Kutu yiyeceği verirlerdi... Temel gıda maddesi olarak nohut, fasulye verdiklerini hatırlıyorum...
Soru: Onları nerede pişirirdi anneniz?
Tuncer Bağışkan: Biz ondan sonra bir eve taşındık, Atatürk İlkokulu’nun yanında tek odalı bir evdeydik... Bir oda... Loklok Cemaliye’nin evi derlerdi...
Soru: Siz bulup kiraladıydınız herhalde...
Tuncer Bağışkan: Esasında babam buldu herhalde... Ancak o dönemde babam yaralandıydı – düştüydü Viktorya Sokağı’nda... Çünkü bu Viktorya Sokağı’nda Baf Kapısı’na doğru sol taraftaki evleri birbirlerine uladılardı ve orada dinleme yaparlardı. Bir kış gecesiydi, babam düştü ve silahı patladıydı, mermi bir tarafından girip öbür tarafından çıktığı için onu Türkiye’ye tedavi götürdüydüler. O dönem sıkıntılar çektik çünkü evin temeliydi, her işi o yapardı, anneme alışverişini o yapardı, bizim işlerimizi o yapardı... Herşey bize kaldıydı... O dönemde Tantin’in Hamamı’na taraf gittik... Tantin’in Hamamı’nın tarafında ninemiz vardı... O dönemde Lefkoşa’da insan çoktu, bütün evler doluydu, bütün evlerin içerisinde 3-4 aile vardı, çevreden giden insanlardı ve o döneme kadar Lefkoşa o kadar kalabalık değildi... Ansızın bir nüfus patlaması olduydu. Sınır bölgelerine gidilmez ama içlerdeki evlerde yaşardı insanlar ancak sefil bir yaşamdı...
İlk geldiğimizde buraya, aşağı yukarı 2 hafta sonra, ben böyle gizlinden Kaymaklı’ya gittim! O dönemde babamın motoru da orada kaldıydı... Elbise alayım, külot, atlet diye... Çünkü hiçbir şeyimiz yoktu... Bunları aldım, bir bohçaya koydum ben, motorun arkasına koyduğum zaman arkadan iki tane askerin – polis mizdi asker mi hatırlamıyorum – geldiğini farkettim, motora binince başladım çalıştırmaya – çalıştı... Arkama döndüğüm zaman iki silahlı askerin ya da polisin koşturmaya başladıklarını gördüm ama ben kaçtım... Rum’du bunlar çünkü geldilerdi ya... Yalnız o dönemlerde ön taraflarda bizim bir Fuat Bey amcamız vardı – o dönemde kaybolduydu... O da gittiydi bizimle yalnız Fuat Bey kayboldu, iki kişi kayboldu, ondan sonra bulunamadılar. Ondan sonra korktum ve gitmedim bir daha...
Ondan sonra babamın alması gereken maaşı, annem alıyordu. Eksiklerimizi bu şekilde yavaş yavaş giderdik...
Soru: Ninenizin evinde kaldınız... Başka nerede kaldınız?
Tuncer Bağışkan: Ninemizin evinden sonra Sönmezler Kulübü vardı, şu anda Hisar’ın üzerinde asker vardır ya, onun karşısındaydı. İki odalı bir ev vardı, kirada kaldık... Onun içerisinde hep annem kaldı, babam da geldiydi... Ben hep askerdeydim... Bu Makarna Fabrikası’nda, dağlarda kaldık... Boğaz’da kaldık, Timsah Takımı’nda kaldık, St. Hilarion, Adatepe, Doğruyol gibi yerlerde 66 yılına kadar bu şekilde dağları da dolaştıktan sonra o zaman bir takım kurdulardı bize Makarna Fabrikası’nda...
Soru: Lidra Palas’ın yanındaydı o...
Tuncer Bağışkan: Evet... Dediler ki “Siz üniversite ekibisiniz... Siz gündüzün okula gideceksiniz, ondan sonra gece nöbet tutacaksınız... Belli bir süre sonra da üniversiteye gideceksiniz...” Hatırlarım bir yıl geçtikten sonra, 1 Mayıs 1967’de aldılar bizi, Türkiye’ye gittik. O dönem ilk defa yollar açılmış oluyordu. İlk parti olarak giden bizdik. Ve o dönemde hatırlarım ilk önce Ankara’da Turist Otel’de kaldıydık ve ertesi günkü ilk konuğumuz Denktaş idi. Ancak hatırlarım, hiç böyle yüz vermemiştik kendine! Öyle bir pozisyonumuz vardı... Çünkü bu 66 yılına gelmeden önce bazı talebelerin “Biz Türkiye’ye gideceyik” diye ayağa kalktıklarını hatırlarım. Biz de onun içerisindeydik... Hatırladığım kişiler arasında İlker Reşat vardı, Mustafa vardı... Bazı öğrencileri soruşturmaya tabi tuttuydular “disiplinsizlik” kabilinden... Ondan sonra herhalde birileri farkına vardı bu işlerin... Düşünebiliyor musunuz? Bir 17-18 yaşında mevzilere girdik, kaç yıl geçti... Yalnız bir olay olduydu, bir haftalığına yollar açıldıydı... Ve pasaportu olanlar kaçtı! Bir haftanın sonunda yollar kapandı! Yani o da bir emsal... 1964 idi... Bir haftalığına açıldı yollar – daha önceden bu işten haberi olanlar pasaportunu hazırladı. O dönemde bizim pasaportumuz yoktu – babam da yoktu zaten... Sonra biz askere devam ediyoruz... O arkadaşlarımızı biliriz ama onları da kınamak istemiyoruz çünkü onlar bizim arkadaşlarımız, yaptıysa babaları yapmıştır. Öyle bir olanak yaratıldıktan sonra, ben de mesela, babam olsaydı, belki beni de gönderirdi... Onları kınamak istemiyorum.
Bir de mücahitlik anımı anlatayım: Ben Makarna Fabrikası’nda Mevzi 1’de mücahitlik yaparken o dönemde bir Rum’la sövüşerek arkadaş olduyduk, “Gomo do şistosu” diye diye arkadaş olduk! Galiba adı Andreas’tı... Benim adım da o zaman “Önder” idi... “İnda gamnis re gammo di Omer?” derdi karşıdan, biz da ordaysak “Aha buraştayık re gammo di Andrea” der konuşurduk. Bir gün bunun sigarası bitti! “Re gammo di Omer bir sigara ver” dedi. Ben da “Öyleysa in dereye ben da geliyorum” dedim. O indi aşağı, biz indik, derenin ortasında buluştuk, attım gendine bir paket sigara! Aldı çıktı yukarı, biz da bu taraftan yukarı çıktık... Nöbet bitti, biz kaçtık, başkası geldi. Meğer bu aşağı inerken şarjörünü derenin kenarına düşürmüş! Biz ayrıldık, başkası geldi, bu da indi aşağıya şarjörünü arasın. Telefonlar işledi, şu bu! Bir de baktık, komutan beni istedi. “Sen Ömer min?” dedi bana, “Yok,” dedim, “Ben Tuncer’im!” “Ömer’san söyle, derede bir gavur var vuracam!” dedi. Biz da söyledik, Rumcuk da buldu şarjörünü ve kurtuldu vurulmaktan!
Soru: Sonra üniversitede arkeoloji okudunuz...
Tuncer Bağışkan: Arkeoloji okuduk...
Soru: Niçin öyle seçtiniz? Tesadüf müydü?
Tuncer Bağışkan: Hayır... Ben esasında ezberci bir adamdım ve tarihi de çok seviyordum. Şu anda bana deseler ki, ikinci bir hayat olsa, ne olacaksın? Aynı mesleği seçerim. Hatta şunu söyleyeyim size: burada arkeolojiyi seçtim, Ankara’da okumam gerekiyordu... O zamanlar babam beni diş doktoru yapmak istiyordu! Ablam da İstanbul’daydı, “İşte seni buraya alalım, arkeolojinin dışında bir şeyler oku” dediler bana. İngiliz filolojisine koydular, bir sene İngiliz filolojisi okudum. Ancak ben kafama koydum, bir sene sonra arkeolojiye geçeceğim! Dersler biter bitmez ben Kıbrıs’a geldim, ondan sonra, arkeolojiye kaydoldum İstanbul’da. O yıl burs almadım, babamın katkısıyla okudum... İstanbul’da okudum, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi – Fındıkzade’de kalıyorduk. Biliyorsunuz, bir yıl sonra da 1968’de gençlik hareketleri başladı. Bir yurdumuz Fındıkzade’deydi, bir yurdumuz Beyazıt’ta, bir de Sirkeci’de vardı. O yıllar hareketli yıllardı... Sabahtan gittiğimiz zaman, DEV-GENÇ’in elindeydi girişlerin kontrolü... Çıkışta faşistlerin elindeydi! Bir ondan, bir öbüründen dayak yerdik!
Bir dönem de hatırlarım, Sirkeci yurdunu bizim milliyetçi arkadaşlarımız ele geçirdilerdi. Dr. Kaya vardı, Kemal Yaşar’ın oğlu, onu kömürlüğe attılardı! O dönemde Harper vardı, Ergün Vehbi’nin kardeşi... Bu işleri de DEV-GENÇ adına yöneten Ergün Vehbi’ydi... Ergün Vehbi de o zaman Amerikan üslerinde çalışıyordu. “Keskin” bir şey dediğimiz zaman, hatırımıza gelen bir Naci Talat, bir Taner Galip, bir de Ergün Vehbi vardı – solun kuralını bozan adam diyeyim ben ona... CTP’den milletvekili olan, o dönem bir gelenek vardı – şeytanın ayağını kıran o oldu...
Bir ara DEV-GENÇ’liler geldi, bir bavul getirdi... İlla biz Sirkeci talebe yurdunu havaya uçuracağız! Daha doğrusu DEV-GENÇ uçuracak! Biz Kıbrıslıların değişik bir mentalitesi vardır... Arkadaşlarımızın bunu önlediğini hatırlıyorum... Düşünün, bir hizipleşme oluyor da, bir öldürme konusu geldiğinde, Kıbrıslıların ne kadar arkadaş olduğu ortaya çıkıyor – çünkü onun içindeki arkadaşlarımızla geçmişimiz olan, beraber büyüdüğümüz insanlardı... Tabii ondan sonraki yıllar, askeri idarenin gelmesi, Fındıkzade yurdunun boşaltılması, Beyazıt yurdunun boşaltılması, bizim Türkiye talebe yurtlarında kalmamız, çoğu insanların gidip evlerde kalmaları gibi bir dönem yaşadık ve 72’de mezun olup Kıbrıs’a geldik ama herhangi bir işe yerleşemedik biz çünkü sicilimiz çok kabarıkmış o dönemde!
Soru: Ne yaptıydınız?
Tuncer Bağışkan: Bandabuliya biliyorsunuz en hareketli yerlerden biriydi o dönem... İş bulamayınca peder oradaydı, bandabuliyada çalıştık... Kaynatam Esat Hüseyin, manavdı... Bütün simaları orada tanıdık... Bir süre sonra üniversite mezunlarına “İş bulamayan kişileri yazıcı olarak bölüklere alalım, sonra iş bulunca yerleştiririz” dediler. Ben o dönemde Yeşil Gazino’da Doğan Akpınar vardı, onun yazıcısı olmuştum...
Soru: Yeşil Gazino neredeydi?
Tuncer Bağışkan: Yeşil Gazino şu anda Bandabuliya’dan taraf Arasta Sokağı’na girdiğiniz zaman da ineceksiniz aşağıya, soldaki birinci köşeden büktüğünüz zaman, karşıdaydı... Orada Boyacılar vardı, bir bölük vardı... O dönemde biz 28 Kıbrıs Lirası alırdık – eğer içeride yatarsak da 32 Lira verirlerdi ama biz o dönem evliydik, bir çocuğumuz oldu... Lakin biz geçinemedik ve İngiltere’ye göç ettik, 2 sene de orada kaldık, ancak 75’te geri geldik Kıbrıs’a ve Eski Eserler’e girdik...
(Devam edecek)