Türabi Tekkesi
Türabi Tekkesi
Tuncer Bağışkan
Aslında bugünkü yazımda Enorasis Sosyal ve Kültür Kulübünün 2-3 Kasım tarihlerinde gerçekleştirdiği iki günlük dostluk buluşması çerçevesinde ziyaret etme olanağı bulduğum Larnaka’nın eski eserleri üzerinde duracaktım. Ancak ne yazık ki konuya ilişkin yazılı kaynaklara zamanında ulaşamadığımdan bu konuyu gelecek haftaya ertelemem gerekti. Bugünkü yazımda ise, bir zamanlar Larnaka’da bulunan Türabi Tekkesi’ni anlatacağım.
ANTİK MEZARLIK ALANI
Eskiden Larnaka ile Tuzla girişindeki antik bir mezarlık alanında bulunan Türabi Tekkesi, Osmanlı, İngiliz ve Cumhuriyet dönemlerinde Türklerin önemli ziyaret ve adak yerlerinden biriydi. Ancak tekke binalarından sadece yer altında bulunan türbe ile lahit mezar günümüze gelmiştir. Şimdiki Larnaka ile Tuzla yerleşim birimlerinin antik Kition/Citium kent kalıntıları ile antik mezarlık alanları üzerine kurulu olduğu bilinmektedir. Nitekim 1894 yılında H.L. Myres’in Türabi Tekke arazisinde gerçekleştirdiği arkeolojik kazılarda Geometrik dönemden başlayarak Greko-Romen dönemine kadar tarihlenen (M.Ö 1050 – M.S 330) 56 mezar açığa çıkarken, buraya yapılacak Bekirpaşa Ortaokulu’na ait temellerin kazıldığı 1953 yılında da Arkaik-Hellenistik dönemlerine tarihlenen (M.Ö 750 – 30) 40 mezar açığa çıkmıştır.
TÜRBEDEKİ MEZARIN AZİZ THERAPON’A AİT OLDUĞU BİLGİLERİ
Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar tarafından kutsal sayılan tekkedeki yer altı mezarının Osmanlı dönemi öncesine ilişkin bilgilerimiz yerli ve yabancı kaynaklara dayanırken, Osmanlı dönemi ile sonrasına ilişkin bilgilerimiz ise Kıbrıs Evkaf İdaresi arşivi ile T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerine dayanmaktadır. Kıbrıslı Rumlar ile Katolikler tekkedeki mezarın Ortaçağlarda “Ayios Arab” (Aziz Arap) ile kara tenli Aziz Therapon’a ait olduğuna inanırlardı. Bir anlatıma göre eski adı Salamis olan Constantia’da doğan Aziz Therapon, Ebu Bekir dönemine rastlayan M.S 632 yılında ‘şehit’ olmuş ve buraya gömülmüştür. Ancak yabancı kaynaklı üç ayrı kitapta bu azizin Alman kökenli asil ve dindar bir aileden geldiği kayıtlıdır. Başta Kudüs olmak üzere tüm kutsal yerleri dolaşmış. Ölen bir Yahudi gencini diriltmek gibi mucizelerle herkesin ilgisini çektiğinden kendisine “Mucizeler Yaratan” (Wonder-Worker) unvanı verilmiş. Kudüs’ten sonra Kıbrıs’a gelmiş. Yararlı işler yaptığından Kıbrıs’ta kalması kendisinden istenmiş. Kıbrıs Piskoposu olarak adada kaldığı süreler içinde Ortodokslara öğretmenlik, öksüzlere babalık, dullara koruyuculuk, günahkârlara yol göstericilik yapmış, hastaları sağlıklarına kavuşturmuş, zalimlerin karşısında olmuş. Arap akınları sırasında kilisenin sunağı üzerinde Araplar tarafından öldürülmüş. Lahit mezardaki ceset kalıntıları M.S VII’inci yüzyılda İstanbul’a taşındıktan sonra orada adına büyük bir de kilise yapılmış.
OSMANLI DÖNEMİNDE TEKKE VE MEZAR
Tekkenin Osmanlı döneminde oluşumu diğer tekkelerden farksız bir seyir izlediği anlaşılmaktadır. Buradaki antik mezarlık ile Aziz Therapon’un mezarı tekkenin ilk çekirdeğini oluştururken, buraya zamanla mescit ile yardımcı binalar da eklenmek suretiyle son şeklini almıştır.
Kıbrıslı Türkler tekkedeki mezarın Arap akınları sırasında şehit olan Hala Sultan’ın kara tenli lalası Türabi Dede’ye ait olduğuna ve Hala Sultan’dan önce şehit olduğu yere gömüldüğüne inanırlardı. Bu nedenle mübarek günlerde, özellikle de bayramın üçüncü günü Hala Sultan’ı ziyaret edenlerin burayı da ziyaret etmeleri adettendi. Sadece birinin ziyaret edilmesi, yapılan ziyaretin eksik, ya da geçersiz olacağı varsayılırdı.
XIX.Yüzyılın başına ait bir haritada adı “Hasan Efendi Türabi Tekke” olarak geçerken, bazı belgelerde ise “Ebû Turâbi”, “Türâbî Ali Baba”, “Şeyh Türâbi Dede” ve dergâh anlamına gelen “Hânkah” adıyla da geçmektedir. Bu kişinin ise, XVI-XVII. Yüzyıllarda “Türâbizâde” olarak bilinen Mustafa, Mehmed ve İsmail adlı bilginlerin babaları Ali Efendi olabileceği öne sürülmüştür. Bunun yanı sıra Konya’nın Akşehir ilçesinde de bir Türâbi Türbesi bulunduğuna ve bunun XVI. Yüzyılda inşa edildiğine dayanılarak, Larnaka’daki Türâbi Tekkesi’nin de XVI. Yüzyılın sonlarında aynı tarikata bağlı olarak kurulmuş olabileceği öne sürülmüştür. Tekkenin Bektaşilere ait eski bir yapı olduğu, “Türabi Ali Baba Zaviyesi” adıyla bilindiği ve buraya Hac-ı Bektaş-i Veli Dergâhı Postnişini’nin verilmesinden sonra şeyhin atandığı kaydedilmektedir. 1882 yılı itibariyle tekke vakfı mütevellisinin Şeyh Ali Efendi olduğundan bu kişinin adından dolayı buraya “Türabi Ali Baba Zaviyesi” adının verilmiş olması da olası görülmektedir.
1760-1767 yılları arasında Kıbrıs’ta bulunan Giovanni Mariti, burada dini ayinlerin yapıldığı ve detaylarını verdiği bu ayinleri gerçekleştiren dervişler ile Abdallar’ın tekkede görev yaptıklarını kaydetmiştir. Mariti, bu dervişlerin genellikle nazik olmalarına karşın ahlaklarının bozuk olduğundan söz ederken, ayinlerini de şu şekilde anlatmıştır : “Dönme ve kasılma ve kulağa korkunç gelen hayvani bağırmalardan oluşan dini eksersizleri güneş batımından üç saat sonra gerçekleşir. Bu arada bir tanesi devamlı bir şekilde Allah çağırarak zil veya davul çalar; sonunda ağızlarından korkunç köpükler gelerek yorgunluktan halsiz düşerler: Müslümanlar işte bu noktada santonların (Zındıkların) Tanrı ve Muhammed’le konuştuğuna kanaat getirirler. Kendilerine geldikten sonra bir ziyafet yaparak gençler ve kadınlarla çok çirkin bir şekilde ilişkiye girerler. Bu dervişler (santonlar) genellikle Müslüman kardeşleri tarafından pek saygıyla karşılanmazlar”
TÜRABİ TÜRBESİ
Buradaki mescidin gerisine bitişik olan yeraltındaki türbenin iki giriş kapısı vardı. Mescide açılan kapı erkekler tarafından, bahçeye açılan kapı ise kadınlar tarafından kullanılmaktaydı. Türbenin üzeri camdan yapılmış üçgen biçimli bir havalandırmayla örtülüydü. Antik bir mezardan dönüşme olduğu anlaşılan türbeye 36 basamakla inildiği anımsanmaktadır. (Fotoğraf 5) Türbede dini tören yapanların ellerinin başparmakları üzerinde döndükleri ve yapılan törenlerin türbenin üzerini örten camdan izlendiği anlatılmaktadır.
Türbede Türabi Dede’ye ait olduğuna inanılan ahşap saplı bir kılıç, mızrak (veya süngü), miğfer, kalkan ve ortasında ay motifi bulunan yeşil renkli bir bayrak bulunmaktaydı. Bunlara dayanılarak tekkenin Rufai Tarikatı dervişlerine ait olduğu öne sürülmüştür. Türbeye giriş kapısının solunda, Türabi Dede’nin taştan yapılmış ve üzeri ahşap bir sandukayla örtülü olan duvara dayalı mezarı vardı. Adak olarak getirilen yeşil renkli çaputlar sandukanın üzerine konurdu. Mezarın yan tarafında, adak adayacak olanların kollarını içine soktukları bir delik vardı. Türabi Dede’ye mum yakıp dilekte bulunanlar, dileklerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini anlamak için “eğer dileğim gerçekleşecekse elime toprak gelsin” diyerek kollarını bu deliğe sokarlardı. Türabi Dede’nin, dilekleri gerçekleşecek olanların eline toprak koyacağına inanılırdı. Delikten alınan toprak bir çaput parçasına sarılıp götürülür ve dilek gerçekleşince getirilip yerine konurdu.
TEKKE YAPILARI
Eskiden tekkede bir türbe ve hayır sahipleri tarafından yaptırılan bir mescit bulunmaktaydı. Ancak 1246 H (1831) yılında mescide bir minber konmak suretiyle camiye dönüştürülmüştür. Tekkenin sürekliliği için oluşturulan “Türabi Tekke-i Şerifesi Vakfı” adına Tuzla İskelesi’nde 191 dönüm tarla, çeşitli köylerde 210 adet zeytin ağacı ve Tekke çevresinde iki dönüm bahçe vardı.
Tekke kuzey-güney yönüne uzanan geniş bir alana yayılmaktaydı. Erkekler ile kadınlara ait olmak üzere iki kısımdan oluşmaktaydı. Kadınlar bölümü tek odalı olup önünde bir veranda vardı. İki bölümü birbirinden ayıran duvar 1890 yılında yıkıldığından yeniden kerpiçten inşa edilmişti. Kadınlar bölümünün temizliği önceleri şeyh Ali Faik Efendi’nin birinci eşi Huriye Hanım ile baldızı Ayşe Hanım tarafından yapılıyordu. Ancak yaşlanmaları nedeniyle bu görev şeyhin beslemesi Hüseyin Fetin’in eşi Naile hanıma devredildi.
Tekkeye girişin solunda, bitişik nizamda sündürmeli yatak odaları, mutfak, hamam, tavukluk ve tuvalet gibi yapılar, sağında ise yine aynı nizamda yapılmış mescit, türbe ve şeyhin dikiş (alet) ile muska odaları bulmaktaydı. Evkaf kayıtlarına göre 1905 yılı itibariyle tekkede bir de okul vardı.
TEKKE İLE TÜRBEYLE İLGİLİ OLARAK ANLATILAN GARİP OLAYLAR
Yakın geçmişimizde tekke ile türbede bir dizi garip olayların yaşandığı anlatılmaktadır. Tekke civarında evleri bulunan Arif Bey’in oğlu Beliğ Arif, Türabi Dede’nin bazı kişilere Arap şeklinde göründüğünü ve geceleri tekkeden nefes ile zincir sesleri duyulması nedeniyle uzun süre evlerini kiralayamadıklarından boş kaldığını bilgime getirmiştir. Yine Türabi Dede’nin gölgesi hafif olanlara kara tenli, orta boylu, kalın yapılı, kıvırcık saçlı, sarıklı, uzun yeşil cübbeli ve altın nalın giyen bir kişi olarak, ya da mezar taşının üzerinde durur vaziyette göründüğü anlatılmaktadır. Gece yarısı olunca türbenin kapısı gıcırdayarak yavaşça açılır, Türabi Dede altın nalınlarıyla çeşmeye gidip abdest alır ve sonra da mescitte namaz kılarmış. Her gece duyulan su şırıltısı ise abdest almasına yorumlanırmış.
Türbedeki kandilin her gece yakılması adettendi. Yakılmaması halinde sabaha kadar mezardan iniltiler geldiği, yakılınca da iniltilerin durduğu söylenmektedir. Bir gece kandilin yakılması unutulunca, Türabi Dede, türbenin bakıcısı olan Hüseyin Fetin’in eşi Naile hanımı uyandırmış ve ondan kandilini yakmasını istemiş. O günden sonra da kandilinin yakılması hiç unutulmamış.
TEKKEDEKİ MEZARLIK ALANI VE BAHÇESİ
Türbenin çevresinde Osmanlı dönemi paşalarına ait olduğuna inanılan ve sarık başlıklı taşları bulunan mezarlar vardı. Etrafı demir parmaklıklarla çevrili olan bir mezarın ise adı unutulan bir prensese ait olduğuna inanılırdı. Daha sonraları mezarlık dağıtılmış, mezar taşları ise müze olarak kullanılan Larnaka Kalesi’ne taşınmıştır. Şu anda en eskisi 1749 yılına, en yenisi ise 1866 yılına ait olan yaklaşık 23 adet mezar taşı kalede sergilenmektedir. Bunların da 2005 yılından önce Cami-i Kebir’in zemin katındaki depoda bulunanlar olduğu izlenimi edinilmektedir.
Tekkede bulunan U şeklindeki yapıların arasında yer alan orta avluda (bahçede) büyük bir havuz ile suyu yerden çıkan bir çeşme vardı. Tekkeye gelen ziyaretçiler develeriyle diğer hayvanlarını buraya bağlarlardı. Tekkenin sınırlarını da aşan bu bahçe ‘Varoşa’ ile ‘Gafenukya’ adlarıyla da anılırdı. İçinde zeytin, erik, nar, dut, zerdali, incir, portakal, limon, badem, mersin ve hurma ağaçları, bir de babutsalık vardı. 1903 yılı itibariyle tekkenin mütevellisi olan Hamid Bey’in bahçeyi kirasına aldığı ve tekkeye gelir sağlamak amacıyla içine zeytin ağaçları ektiği Evkaf arşiv belgelerinde kayıtlıdır. 1950’li yıllarda ise, Evkaf İdaresi’nin bahçeye bakla ile buğday ekmek üzere Hayriye adlı bir kadının oğulları olan Mustafa ile Mehmet Hindiano adlı kişilere kiraladığı söylenmektedir. Tekkeye ait arazinin biçim ve el değişimi İngiliz Sömürge döneminde başlar. Anlatıldığına göre önce bir bölümü parsellenip çorap fabrikası kurması için bir Ermeni’ye verilir. 1953 yılından itibaren tekkenin önündeki meyve bahçesi Vakıflar İdaresi’nin onayı ile ortadan kaldırılarak yerine Bekirpaşa Ortaokulu ile bir top sahası yapılır. Toplumlararası çarpışmaların başladığı 1963 yılından sonra ise terk edilmişlikten dolayı viraneye döndüğü gerekçesiyle yıkılıp yok edilir, daha sonra ise park yeri haline getirilir. 1972 yılında ise Türbenin yanındaki alan benzin istasyonu yapılmak üzere Vakıflar İdaresi tarafından Lefkaridis adlı bir Ruma kiralanır. Böylece toprakla dolu olan bir mezar dışındaki tekke binalarının tamamı yıkılıp yok olur. Burada kalan türbenin de geçtiğimiz yıllarda temizlenmek suretiyle açığa çıkartılmış olduğu elimize ulaştırılan fotoğraflardan anlaşılmaktadır.
TEKKEYE HİZMET EDENLER
Tekke’de yaklaşık bir asır boyunca görev yapan zenci Mehmed Baba’nın adına eski gazetelerde rastlanmaktadır. Ölümüyle ilgili olarak 13 Ocak.1896 tarihli Kıbrıs Gazetesinde ölüm duyurusu şu şekilde yapılmıştır: “Yüz on sekiz yaşına kadar yaşadı; Tuzla İskelesinde kutsal Türabi Tekkesi emektarlarından olup herkesçe bilinen zenci Mehmet Baba yüz on sekiz yaşında olduğu halde geçen gün ölmüştür. Rahmetul’lahi aleyhi (Tanrının rahmeti üzerine olsun) Merhum, İskele tüccarından Karamanlı Hasan Ağa adında bir efendi tarafından Mısır’da on yedi yaşında iken esir olarak alınmış ve adağı üzerine Kıbrıs’a dönüşünde onu da birlikte getirerek bu Tekkenin hizmetine vermiştir. Bu makama böylece kapılanan Mehmed Baba’nın Tekkeye yüz bir senelik emeği geçmiştir. Merhum iyi ahlaklı, güzel huylu ve dinine sıkı sıkıya bağlı bir kişi olup ölümüne yakın belleğini yitirmişti. Herkesin içten sevgi ve saygısını kazanmış olan Mehmed Baba şanına uygun bir törenle Tekkede kendisine ayrılan yerde toprağa verilmiştir.”
1875 yılı ile öncesinde Tekke’nin şeyhi Mustafa Zeki Efendi idi. 1.5.1889 - 21.2.1910 tarihleri arasında bu görev Şeyh Mehmet Akif Efendi tarafından sürdürülür. 21.12.1910 tarihinde vefat etmesi üzerine, Larnaka’nın 21 ileri geleni birleşerek şeyhin oğlu Hasan Hilmi’nin şeyh olarak tekkeye tayin edilmesi için Evkaf İdaresi’ne yazılı başvuruda bulunmuşlardır. Ancak bu sırada Tekke’ye şeyh olmak için Şhemi, Hafız Mehmet Alaadin, Abdul-Al ve Şeyh Ali Faik Efendi adlı kişiler de Evkaf İdaresi’ne yazılı başvuruda bulunurlar. Başvurular zamanın Başkadısı (Kıbrıs Sernaib-i Şer’i) Ali Rifat Efendi’ye iletilir. O da, ölen şeyhin oğlu Hasan Hilmi’nin şeyhlikte hakkı olmadığı, şeyh olma niteliği taşımadığı ve başvurular arasında göreve en uygun kişinin şeyh Ali Faik Efendi olduğu kararına varır. Böylece Baf kasabasında şeylik yapan Ali Faik Efendi, Evkaf İdaresi’nin 21 Mart 1911 tarihli yazısıyla Türabi Tekkesi’ne şeyh olarak tayin edilir. “Şeyh Efendi” olarak da bilinen Ali Faik Efendi’nin bu görevi 1950’li yıllara kadar hiç kesintisiz sürdürdüğü söylenmektedir. Yardımcılığını ise, küçük yaşta annesi Ayşe hanım öldüğünden babası İbrahim efendiden besleme olarak aldığı Hüseyin Fetin yapmaktaydı. Şeyh Ali Faik Efendi tekkedeki mescidin yanı sıra Tuzla Camisi’nin hocalığını da yapmaktaydı. Nefesinin güçlü olduğuna inanıldığından onu ziyaret eden Türk ile Rum hastaların haddi hesabı yokmuş. Özellikle akıl hastalarını sağlığa kavuşturmada uzman sayılırmış. Onlara türbenin bitişiğindeki binada okuyup üfledikten sonra muska yaparmış. Bir seferinde akıl hastası olduğundan sağa sola saldıran ve altı kişinin güçlükle zapt edebildiği bir Rum kızını zincire bağlayarak ona götürmüşler. O da kızı önüne koyduğu sandalyeye oturtup yüzüne okuyup üflemeye başlamış. Yarım saat sonra okuması tamamlanınca kız normale dönmüş. Kız sağlığına kavuştuktan sonra Müslüman olmak için şeyhe çok gidip gelmiş, ona yalvarıp yakarmış. Ancak her seferinde şeyhin ona “sen dininle öleceksin” diyerek onu Müslüman yapmadığı anlatılmaktadır.