Türdeş Ulus Yaratmada Bir Uluslararası Hukuk Belgesi: Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol
Türdeş Ulus Yaratmada Bir Uluslararası Hukuk Belgesi: Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol
Ali Dayıoğlu
[email protected]
Giriş
30 Ocak, tam bir insanlık dramı yaratan, insanları yüzyıllarca yaşadıkları topraklarından kopartan, göç etmek zorunda bırakıldıkları vatanlarından sonra gittikleri akraba devletlerinde zaman zaman aşağılanmalarına yol açan, Türkiye ve Yunanistan’ın kozmopolit ve renkli kültürel yapısını bozguna uğratan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”ün imzalanmasının 90. yıldönümüydü. Bu yazının amacı, etkisini bugün de sürdüren bu belgenin Türkiye tarafından hangi koşullarda, neden imzalandığını aktarmak ve Rumların ve diğer Gayrimüslimlerin Türkiye’den göç etmelerinin/ettirilmelerinin yarattığı sonuçları kısaca tartışmaktır.
Sözleşme’nin İmzalanmasına Giden Süreç
Balkan savaşlarının ardından Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü, toplam nüfusunun da % 20’sini kaybetmesi (Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İstanbul, İletişim Yayınları, 2006, s. 60) Türk milliyetçi seçkinleri üzerinde tam bir travma etkisi yarattı. Özellikle Birinci Balkan Savaşı sırasında Müslümanlara ve Türklere uygulanan şiddet ile Rumeli’den Anadolu’ya yoğun göç akışı, halkı da derinden etkiledi ve Gayrimüslimlere karşı bir öç alma duygusunun oluşmasına yol açtı. Anadolu’ya göç eden kimi Rumeli muhacirlerinin silahlı çeteler oluşturup çeşitli bölgelerdeki Gayrimüslimlere saldırmaları bu duyguyu daha da pekiştirdi. Bu ortamda 1913’te iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi, Türkler ve Müslümanlar için güvenli bir vatan yaratma, bunun için de Anadolu’yu Müslümanlaştırma ve Türkleştirme çabasına girişti. Bu çerçevede Süryanilerin ve Ermenilerin yanı sıra çeşitli bölgelerdeki Rumlar Anadolu dışına sürüldüler.
Birinci Dünya Savaşının kaybedilmesi, Milli Mücadele sırasında İstanbul ve Ege’deki kimi Rumlarla onların derneklerinin Yunan işgal kuvvetlerine yardım etmeleri ve Türklere saldırmaları gibi gelişmeler genelde Gayrimüslimlere, özelde de Rumlara duyulan tepkiyi artırdı. Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasının ardından Ankara Hükümeti bu tepkinin yanı sıra iki temel nedenle kurulması hedeflenen Türkiye Cumhuriyeti’ni Gayrimüslimlerden mümkün olduğunca arındırmayı amaçladı: 1) Osmanlı döneminde İmparatorluğun içişlerine karışmak amacıyla Gayrimüslimleri kullanan Batılı devletlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı benzer bir politika izlemelerini önlemek; 2) Bir ulus-devletin vazgeçilmez unsuru sayılan türdeş bir ulus oluşturabilmek.
Türdeş bir Türk ulusu oluşturma idealinde dikkat çeken husus, Gayrimüslimlerin bu ulusun parçası sayılmamaları, dolayısıyla da onlardan kurtulmaya çalışılmasıydı. Gayrimüslimler bakımından durum bu iken, Türk olmayıp farklı etnik kimliklere sahip bulunan Müslümanlar Türk ulusunun parçası kabul edildiler. Bu düşünce, Osmanlı İmparatorluğunda 1454’te uygulanmaya başlanan Millet Sisteminden kaynaklanıyordu. Millet Sistemine göre Osmanlı’daki gruplar etnik veya dilsel değil, dinsel ve mezhepsel özelliklerine göre tanımlanıyorlardı. Buna göre ülkedeki tüm Müslümanlar, etnik veya dilsel mensubiyetlerine bakılmaksızın “İslam Milleti” olarak kabul edilip birinci sınıf çoğunluk şeklinde değerlendirilirken, mezheplerine göre gruplandırılan Gayrimüslimler ikinci sınıf tebaayı oluşturuyordu. 1839 Tanzimat Fermanıyla kaldırılmış olmakla birlikte Millet Sistemi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları tarafından da benimsendi ve “İslam Milleti” Türk ulusu olarak kabul edildi. Böylece Türk ulusunun ana unsurunu Müslümanlık oluşturdu. Burada Türk olmayan Müslümanlar Türk üst kimliği çerçevesinde kolaylıkla asimile edilebilecek unsurlar şeklinde değerlendirilirken, Müslüman olmayanlar bakımından bu durumun söz konusu olamayacağı düşünüldü. Dolayısıyla Türk ulusunun parçası görülmeyen Gayrimüslimlerden kurtulmaya çalışıldı. 1915 Tehciriyle Ermenilerin çok büyük çoğunluğunun ülkeden sürülmesiyle bu “sorun” önemli ölçüde halledilmişti ama yaklaşık 1.000.000 Rum’un 30 Ağustos 1922’den sonra Türkiye’den çekilen Yunan askerleriyle Yunanistan’a göç etmelerine karşın, hem Anadolu’da hem de Müttefiklerin denetimindeki İstanbul’da kayda değer bir Rum nüfus varlığını korumaya devam ediyordu.
Homojen bir ulus devlet yaratma amacı çerçevesinde “Rum sorunundan” da kurtulmak amacıyla Lozan Barış Konferansına katılan Türk heyetine Bakanlar Kurulu tarafından verilen talimatta azınlıklar konusunda mübadelenin esas olduğu belirtildi. Bunun anlamı, Lozan’daki görüşmelerin Türkiye’deki Rum-Ortodokslarla, Yunanistan’daki Müslüman-Türklerin değiş tokuşunun yapılması temelinde sürdürüleceğiydi. Lozan görüşmelerinin sürdüğü sırada Türkiye Büyük Millet Meclisinde (TBMM) 1915 Tehcirinden geriye kalan Ermenilerle Musevilerin de ülkeden çıkartılmaları yönünde talepler dile getirilmekle birlikte, Sovyetler Birliği’ni meseleye dahil etmemek ve Batılı devletlerin tepkisini çekmemek için bunlar Lozan’ın gündemine taşınmamıştı.
Türkiye’deki atmosfer bu şekilde iken, Yunanistan da Anadolu’dan gelen ve gelmeye devam etmekte olan Rumları iskân edebilmek amacıyla ülkesindeki Müslüman-Türklerin ev ve arazilerine ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla kendisi de mübadele fikrine sıcak bakmaktaydı. Bununla birlikte Yunanistan, İstanbul’un mübadeleden bağışık tutulmasını istiyordu. Bu durumun dört temel nedeni vardı: 1) Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde yaklaşık 1.000.000 kişinin göç akınına uğramış olan Yunanistan’ın İstanbul’dan gelecek yeni bir göç dalgasını kaldırmaya ekonomik gücü yetmeyecekti; 2) İstanbul’daki Rumlar zengin burjuva sınıfını oluşturduklarından, bunların Yunanistan’a göç etmeleri ülkede yeni ekonomik ve sosyal sorunlara yol açabilecekti; 3) Bizans’tan itibaren Yunanlıların ideolojik ve kültürel merkezi olan İstanbul’un Rumlarca boşaltılması, zaten “Küçük Asya Felaketi” ile yıkılan Yunan halkı üzerinde yeni bir travma yaratacaktı; 4) Rumların İstanbul’dan ayrılmaları cemaatsiz kalacak Rum Ortodoks Patrikhanesinin Yunanistan’a taşınmasına neden olacaktı. Bu da aralarında zaten ihtilaf bulunan Patrikhane ile Yunanistan Ulusal Kilisesi arasında yeni sorunların oluşmasına yol açacaktı (Bu konuda bkz. Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. I, 3. B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 329-331).
Müttefiklerin Patrikhane konusunda duydukları hassasiyetin yanı sıra İstanbul’daki Rumlarla ticaret ilişkisi içerisinde olmaları, İstanbullu Rumların mübadele dışında bırakılmalarını sağladı. Aynı durum Batı Trakya’da yaşayan Müslüman-Türk azınlık bakımından da geçerli kılındı. Görüşmeler sırasında üzerinde durulan çok önemli bir diğer husus mübadelenin gönüllü mü, yoksa zorunlu mu olacağıydı. Bu konuda Türkiye’nin talebi mübadelenin zorunlu olması yönündeydi. Yunanistan’ın görüşü daha belirsizdi. İlk başlarda Yunanistan mübadelenin gönüllülük esası üzerinden yapılması gerektiğinden söz ediyordu. Fakat daha sonra Türkiye’den gelen ve sayıları 1.000.000’u bulan göçmen kitlesini iskân edebilmek için Müslüman-Türklerin ev ve arazilerine ihtiyaç duyduğundan Yunanistan, mübadelenin zorunlu olmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Tarafların uzlaşmasının ardından mübadele esaslarını belirleyecek ve mübadeleyi düzenleyecek belgenin hazırlanması çabası içerisine girildi. Göçmenlerin içinde bulunduğu zor koşulların etkisiyle bu çabalar kısa zamanda sonuç verdi ve Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol 30 Ocak 1923’te imzalandı.
Sözleşme’nin İçeriği
Sözleşme’nin 1. maddesinde, “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukluların, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir…” hükmüne yer verildi. Görüldüğü gibi mübadelede din ölçütü temel alındı. Buna göre, Katolik ve Protestan dininden Rumlar mübadele dışı bırakılırken, yalnızca Ortodoks Rumlar mübadeleye tabi tutuldular. Bu durumda Orta Anadolu’daki Türkçe konuşan, ama Ortodoks olan Karamanlılar da mübadele kapsamına alındılar.
2. maddede, İstanbul’da oturan Rumların ve Batı Trakya’daki Müslümanların mübadele dışı bırakıldıkları belirtildikten sonra, “yerleşik” olarak tanımlanan İstanbul Rumları ile Batı Trakya Müslümanlarının tanımı yapıldı. Sözleşme’ye göre “1912 kanunuyla sınırlandığı biçimde, İstanbul belediye sınırları içinde, 30 Ekim 1918 tarihinden önce yerleşmiş olan bütün Rumlar İstanbul Rumu” ve “1913 tarihli Bükreş Andlaşmasının koymuş olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş bulunan Müslümanlar, Batı Trakya’da oturan Müslümanlar sayılacaklardır.” Dikkat edilirse burada İstanbul’da kalacak Rumlar bakımından mezhep ve vatandaşlık vurgusu yapılmadı. Bunun anlamı, uyruğu ve mezhebi ne olursa olsun 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’a yerleşmiş olan Rumların mübadeleye tabi tutulmayacaklarıydı. Böylece, Yunanistan’ın ve Müttefiklerin isteği gerçekleşti ve mümkün olduğunca çok Rum’un İstanbul’da kalması sağlandı. Sözleşme’nin diğer maddelerinde ise, mübadele kapsamına giren kişilerin taşınır ve taşınmaz mallarıyla ilgili düzenlemelere yer verildi.
Konuyla ilgili değinilmesi gereken diğer bir husus, İstanbul Rumlarının dışında, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması uyarınca Bozcaada ve Gökçeada Rumlarının da mübadele dışı bırakılmalarıydı. Yerleşik statüsünü kazanan Müslüman-Türkler ile Rumların hakları, Lozan Barış Antlaşmasının “Azınlıkların Korunması” başlığını taşıyan III. Kesimindeki 37-44. maddelerinde düzenlendi. Burada tüm Yunanistan topraklarıyla ilgili düzenleme getirildiğinden dolayı, Yunanistan’a İkinci Dünya Savaşından sonra katılmış olan Rodos ve İstanköy’de (Kos) yaşayan Türkler de bu haklardan yararlanma olanağına kavuştular.
Özelde Rumların, Genelde de Gayrimüslimlerin Türkiye’den Göç Etmelerinin/Ettirilmelerinin Türkiye’ye Etkileri
Anadolu’daki Türk-Yunan Savaşının ve mübadelenin etkileri ağır oldu. Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlandığı 30 Ağustos 1922’den mübadelenin tamamlandığı 1924’e kadar yaklaşık 1.200.000 Rum Yunanistan’a, 400.000 Müslüman-Türk de Türkiye’ye göç etti/ettirildi. Böylece 2 yıl gibi çok kısa bir sürede toplam 1.600.000 kişi doğdukları toprakları terk etmek zorunda kaldı.
Meseleye Türkiye açısından bakıp tüm Gayrimüslimleri hesaba kattığımızda daha çarpıcı bir sonuç ortaya çıkıyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşayan her beş kişiden biri Gayrimüslim’di. Yani Gayrimüslimler nüfusun % 20’sini oluşturuyordu. Savaş’tan sonra ise bu oran kırkta bire düştü. Böylece Gayrimüslimler Türkiye nüfusunun yalnızca % 2.5’ini oluşturmaya başladılar (Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları, 1989, s. 67). Bu oran gittikçe azaldı ve günümüzde Türkiye’deki Gayrimüslimlerin sayısı yaklaşık 150.000 kişiye düştü. Rumlar bakımından durum daha dramatik oldu. Mübadele dışı bırakılan Türkiyeli Rumların 1923’teki sayısı yaklaşık 110.000 iken, bugün, çoğunluğunu yaşlılar oluşturmak üzere 2.000’e kadar indi (Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, 5. B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 51).
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı nüfusunun % 20’sini oluşturan Gayrimüslimlerin sayısının bugün yaklaşık 150.000’e inmesi özellikle üç alanda günümüze kadar etkisini sürdüren sonuçlar yarattı:
1) Ekonomi: Cumhuriyet’ten önce Türkiye’deki işletmelerin önemli bir bölümü Gayrimüslimlerin ve yabancı şirketlerin elinde veya denetiminde iken, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra başka alanların yanı sıra ekonomide de uygulanan Türkleştirme politikaları çerçevesinde bu alanda Türklerin etkisi giderek arttı. Milli burjuvazinin oluşması açısından bu gelişme ilk bakışta olumlu gibi görünmekle birlikte, Gayrimüslimlerin varlıklarının Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde ülkede rakipsiz olan bürokrasi tarafından “yasal” ve “yasal olmayan” yollarla ele geçirilmesi veya yakınlarına ve destekçilerine dağıtılması “ganimet kültürünün” ve “kronizmin” (eş-dost kayırmacılığı) oluşmasına yol açtı. 1942 Varlık Vergisi, 6/7 Eylül 1955 Olayları, 1964 Kararnamesi ve özellikle 1974’ten sonra Gayrimüslim cemaat vakıflarına ait olan taşınmazlara el konulması gibi Gayrimüslim karşıtı gelişmelerle giderek kemikleşen bu durum, 1980’den sonra ön plana çıkan ve çalışarak kazanmak yerine “köşe dönmeciliğe” dayanan ekonomik zihniyetin ilk örneğini oluşturdu.
2) Demokrasi: İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesiyle ön plana çıkan, 1920’lerden İkinci Dünya Savaşının sonlarına kadar katıksız şekilde uygulanan türdeş bir ulus yaratma ülküsü, sonraki yıllarda da devam etti. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkesi Türk üst kimliği içerisinde asimile etmeyi amaçlayan bu politika, alt kültürlere tahammülsüzlüğü beraberinde getirdi. Bu durum yalnızca Gayrimüslimlerle sınırlı kalmadı. Kürtler gibi Müslüman olan, fakat farklı bir etnik kökenden gelen gruplar bakımından da söz konusu oldu ve ülkede yaşayan herkesi kucaklayacak “Türkiyeli” üst kimliğinin oluşmasını engelledi. Günün sonunda Türkiye, kendini her konuda büyük zarara uğratan “düşük yoğunluklu bir savaş” ortamı içerisinde buldu. Bu da demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesi önünde en büyük engeli oluşturdu.
3) Toplumsal Çeşitlilik: Gayrimüslimlerin sayıca azalmaları, ülkeye her alanda büyük zenginlik katan kozmopolit yapının da sonunu getirdi. Kültür, sanat, edebiyat, bilim vs. gibi alanlarda gerileme yaşanmasının dışında, Gayrimüslimlerin ana yerleşim yerleri olan çok kültürlülüğün başkenti İstanbul giderek lümpenleşti. Son dönemlerde Türkiye yukarıda belirtilen alanlarda bir silkelenme sürecine girmişse de, kozmopolit ve çok kültürlü yapının aşınmasıyla epeyce bir zaman kaybına uğradı.
Görüldüğü gibi, Gayrimüslimlerin Türkiye’den ayrılmaları/ayrılmak zorunda kalmaları yalnızca bu insanların yaşamlarında değil, başta ekonomik, siyasal, toplumsal olmak üzere pek çok alanda ciddi dönüşümlere ve bugüne kadar hissedilen etkilere yol açmıştır. Yurtlarından ayrılmak zorunda kalan insanların acıları bir tarafa, işin Türkiye açısından üzücü tarafı, günümüz demokrasilerinde çok kültürlülükten öte çok kültürcülük anlayışı hâkim olmaya başlarken, Türkiye’de kayda değer bir kesimin hâlâ 1920’lerdeki ve 1930’lardaki türdeş ulus devlet anlayışına sahip bulunmalarıdır. Bu da “çokluk zenginliktir” anlayışına darbe üstüne darbe vurmakta, Türkiye’nin demokratik açılımlarda bulunmasını engellemekte, otoriter yönetimlere meşruiyet zemini yaratmaktadır.